(bkz: turbanli kizlarin kilolarca makyaj yapma sorunsali)
(bkz: parklarda yiyisen turbanli kizlar)
(bkz: diline piercing takan turbanli kiz)
(bkz: turbanlilarin estetik yaptirmasi)
(bkz: turbanli travesti)
(bkz: icki icen turbanli kizlar)
(bkz: webcam kullanan turbanli kizlar)
(bkz: turbanli asklar )
(bkz: turbanlilar arabistan da okusun )
(bkz: turbanlilar arabistan a gitmesin )
(bkz: sonu turbanli kizlar diye biten basliklar )
(bkz: turbanla meclise girmek )
(bkz: turban sensin asil meclis sana girsin )
(bkz: turbanini da al git )
(bkz: turbanli bayana yer veren insan modeli )
(bkz: lalelide yiyisen turbanli kizlar )
(bkz: alti ciplak ustu turbanli kizlar )
(bkz: converse giyen turbanli )
(bkz: nefes alan turbanli kizlar )
(bkz: sozlukteki turban forumlari)
(bkz: kim ulan bu turbanli kizlar )
(bkz: peygamber olmayan turbanli kizlar )
işte bu acı bir bilançodur. türbanlı kızlarla ilgili daha çok başlık vardı, midemin kaldırmadığı ve artık eklemeye üşendiğim.
aramıza ne denli büyük bir nifak sokulduğu ve toplumsal türban takıntısının paranoyaya varacak kadar vahim bir duruma geldiği bu başlıklarla birlikte gayet iyi anlaşılmaktadır. gözünüzü seveyim, kendinizi böyle alet etmeyin, ırz düşmanlarına uyup kardeşlerinizi sövmeyin...
birisi de yolda görülen herkese selam vermektir. denemeyenler için şiddetle tavsiye ederim, moralinizin en bozuk olduğu anda çıkın ve selam verin. geri döndüğünüzde yüzünüzde istemesenizde bir gülümseme, tabiri caizse tamamen beleşe pozitif enerjiyle dolmuş olarak bulacaksınız kendinizi. tabi önce toplumsal komplekslerin bastırdığı korkudan kurtulmak gerek.
an itibariyle aşağıdaki konuşmayı yaptığım bot.
botefal: merhaba kirlisakal.
tefal ürünleri, yemek tarifleri, püf noktaları, pratik bilgiler... hepsine nasıl ulaşacağınızı öğrenmek için konu yazın.
kirlisakal: selamınaleyküm botefal
botefal: botefal size yemek tarifleri, pratik bilgiler ve tefal ürünlerini tanıtan bir bilgisayar programıdır
kirlisakal: biliyorum olm
botefal: sorduğunuz soru aşağıdakilerden biri ise lütfen seçiniz.
kirlisakal: bunlardan değil
botefal: bir düşüneyim
kirlisakal: nasılsın aabi ?
botefal: iyiyim teşekkür ederim bu arada sitemize üye olup size verdiğimiz şifreyi yazarak çekilişimize katılabilirsiniz. şifreniz: 030f38
kirlisakal: yaa böle reklam ağızları yapma iki dakka delikanlı ol
botefal: sorduğunuz soru aşağıdakilerden biri ise lütfen seçiniz.
kirlisakal: sende iş yok abicim
botefal: bu bana yokluğu çağrıştırdı
kirlisakal: hadi naş
botefal: deneyeceğim
kirlisakal: dene bakalım
botefal: olur
kirlisakal: ee noldu ?=
botefal: pekala
kirlisakal: oğlumu bulan ve getirene tam 100 bin lira para vereceğim
botefal: para insanın elinin kiridir derler.
kirlisakal: bunu sen mi diyon reklamcı düdük
botefal: sorduğunuz soru aşağıdakilerden biri ise lütfen seçiniz.
botefal: merhaba kirlisakal.
tefal ürünleri, yemek tarifleri, püf noktaları, pratik bilgiler... hepsine nasıl ulaşacağınızı öğrenmek için konu yazın.
kirlisakal: selamınaleyküm botefal
botefal: botefal size yemek tarifleri, pratik bilgiler ve tefal ürünlerini tanıtan bir bilgisayar programıdır
kirlisakal: biliyorum olm
botefal: sorduğunuz soru aşağıdakilerden biri ise lütfen seçiniz.
kirlisakal: bunlardan değil
botefal: bir düşüneyim
kirlisakal: nasılsın aabi ?
botefal: iyiyim teşekkür ederim bu arada sitemize üye olup size verdiğimiz şifreyi yazarak çekilişimize katılabilirsiniz. şifreniz: 030f38
kirlisakal: yaa böle reklam ağızları yapma iki dakka delikanlı ol
botefal: sorduğunuz soru aşağıdakilerden biri ise lütfen seçiniz.
kirlisakal: sende iş yok abicim
botefal: bu bana yokluğu çağrıştırdı
kirlisakal: hadi naş
botefal: deneyeceğim
kirlisakal: dene bakalım
botefal: olur
kirlisakal: ee noldu ?=
botefal: pekala
kirlisakal: oğlumu bulan ve getirene tam 100 bin lira para vereceğim
botefal: para insanın elinin kiridir derler.
kirlisakal: bunu sen mi diyon reklamcı düdük
botefal: sorduğunuz soru aşağıdakilerden biri ise lütfen seçiniz.
işin aslı özü yine kaçmış anlaşılan. lakin burada asıl üzerinde durulması gereken, bu topraklarda her gün içiçe olduğumuz dostlarımızı kardeşlerimizi neden ayrıksadığımızdır bence. evet en ciddi problemimiz bu! yoksa ha türbanlı diye ayırmışsın ha laik diye ve dahi başka bir şey... neden böyle davranıyoruz? neden hep bir suçlu kesim bir başkası arıyoruz bunu iyi irdelememiz lazım #674967
veyahutta şu soruyu unutmamamız lazım:
parçalanmamız kime yarayacak ?
veyahutta şu soruyu unutmamamız lazım:
parçalanmamız kime yarayacak ?
aklına güvenip net ve keskin tavırlar sergilediğinden dolayı malum tepkileri aldığını düşündüğüm, tanıştığıma çok sevindiğim yazar. selamlar...
erkek ve kadın için de geçerlidir. daha doğrusu tüm evren için.
allah c.c. en büyük gizdir ve kendisini sürekli saklar bu sebepten resulullah s.a.v sürekli "allah’ım ban eşyanın hakikatini göster" diye dua edermiş), o’nun haricinde bir şey olmamasına rağmen basit yalanlara kandığımız için biz onu farkedemeyiz. bu allah’ın özelliğidir. ve yeryüzünde hilafet ünvanı verilmiş insandan da allah gibi davranması beklenir. yani kendi doğallığına uygun olanı yapması, kapanması...
kapanmakta bâtınî anlamlarından biri : mesela bir ortamdasınız, kendinizi öle ortaya dökmüyorsunuz, saklıyorsunuz, gayet ölçülü bir şekilde duruyorsunuz, hemen herkesin dikkatini çekersiniz ve herkes sizi merak etmeye başlar. değeriniz ve gördüğünüz ilgi artar. hakikatte de insan kendisini çok ortaya koymamalıdır zaten.
zahiri anlamlarından birisi ise giyimde açıklık insanda tiksinme ve alçaklık hisleri uyandırır (hatta erkekler karşısındaki bayanın giyimine göre ona değer verir, eğer çok açık olduğu kadar onu değersiz kabul eder, çünkü ortadadır, ona özel onun sırrı değildir, bu da büyüsünü öldürür). ama onun cezbine kapılıp bu alçaklık farkedilmeyebilir, lakin hakikatte kişi ne kadar örtünürse değeri o kadar artar.
bir diğer yaklaşım ise : evrende herhangi bir güzellik yok ki saklanıp güzelliği artmasın ya da açığa çıkarıldıkça göze sokuldukça güzelliği azalmasın. buna da en güzel örnek heralde erkan oğurdur. o çok yetenekli insan ben kendimce çalan orta halli müzisyenim dedikçe güzelliği artıyor. buradan çıkartıyoruz ki kapanmak mütevaziliktir.
allah c.c. en büyük gizdir ve kendisini sürekli saklar bu sebepten resulullah s.a.v sürekli "allah’ım ban eşyanın hakikatini göster" diye dua edermiş), o’nun haricinde bir şey olmamasına rağmen basit yalanlara kandığımız için biz onu farkedemeyiz. bu allah’ın özelliğidir. ve yeryüzünde hilafet ünvanı verilmiş insandan da allah gibi davranması beklenir. yani kendi doğallığına uygun olanı yapması, kapanması...
kapanmakta bâtınî anlamlarından biri : mesela bir ortamdasınız, kendinizi öle ortaya dökmüyorsunuz, saklıyorsunuz, gayet ölçülü bir şekilde duruyorsunuz, hemen herkesin dikkatini çekersiniz ve herkes sizi merak etmeye başlar. değeriniz ve gördüğünüz ilgi artar. hakikatte de insan kendisini çok ortaya koymamalıdır zaten.
zahiri anlamlarından birisi ise giyimde açıklık insanda tiksinme ve alçaklık hisleri uyandırır (hatta erkekler karşısındaki bayanın giyimine göre ona değer verir, eğer çok açık olduğu kadar onu değersiz kabul eder, çünkü ortadadır, ona özel onun sırrı değildir, bu da büyüsünü öldürür). ama onun cezbine kapılıp bu alçaklık farkedilmeyebilir, lakin hakikatte kişi ne kadar örtünürse değeri o kadar artar.
bir diğer yaklaşım ise : evrende herhangi bir güzellik yok ki saklanıp güzelliği artmasın ya da açığa çıkarıldıkça göze sokuldukça güzelliği azalmasın. buna da en güzel örnek heralde erkan oğurdur. o çok yetenekli insan ben kendimce çalan orta halli müzisyenim dedikçe güzelliği artıyor. buradan çıkartıyoruz ki kapanmak mütevaziliktir.
kendimce bir denemem :
17.01.2007
evrenin kişiliği ve evrensel notlar
bu yazımda gözlemlediğim, okuduğum, öğrendiğim ve çeşitli yerlerden (çevremdeki insanlarla yaptığım tartışmalar, çeşitli filozofların, tarihî insanların öğretileri) yaptığım çıkarımlarımı ve irili ufaklı sentezlerimi paylaşacağım. bazı kalın formatta yazılmış kelimeler yazının ilerleyen yerlerinde başlıklar olacak. ve bir bütünsellik yakalamaya, ya da hayata dair yakaladığım bütünselliği yazıya aktarmaya çalışacağım.
herbir başlık kendi içerisinde çok detaylı ve ayrı bir araştırma konusu olabileceği için sadece temel fikri verip, belki küçük bir örneklendirmeyle açıklamaya çalışacağım. bu yüzden cümleler üzerinde durulması, okuyanın kendi yaşamından örneklendirmeler yapması, yazının anlaşılması açısından faydalı olacaktır.
evrenin zenginliği
insanoğlunun şu ana kadar evrene dair edindiği ve nesilden nesile topladığı bilgi birikimi gerçekten de çok önemli bir boyuttadır. pratik hayatımızda, bir uçağa binip yaklaşık 600 km’lik istanbul-ankara yolunu 2 saatte alıp da bunun aksini iddia etmek pek mümkün değil. yalnız insanlık evrenin tüm bilgisine acaba ulaşabilecek mi? cevabı çok açık ki hayır. bugün hala bütün bilim dallarında yeni verilere ulaşılıyor. ve yeni verilere ulaşıldıkça eski verilerin eksikliği ancak farkediliyor. mesela fizikte kuantum teoremi çıktıktan sonra klasik fizik anlayışı -ki ucu ilk çağ filozoflarına kadar dayanan bir birikimdir- tabiri caizse yerlebir olmuştur. aynı şekilde, matematik gibi en sağlam bilim dalında bile çözülemeyen bir problem yakın bir dönemde, 2006 yılında çözülmüştür. zaten evrenin heryerde kendisini modellemesi kuralından da şöyle bir örnek verilebilinir ki bir insan bazen öyle bir cümleyle, öyle bir veriyle karşılaşıyor ki o ana kadar bütün bildikleri başka bir anlama bürünüyor birden. konumuzdan fazla sapmadan evren bilgisinin zenginliğinin en bariz şekilde yaşandığı bir diğer bilim dalından bahsetmek istiyorum ki o tıp... tıptan da en güncel örnek olarak antibiyotikleri gösterebiliriz. bugüne kadar hastalıklara karşı bir çözüm olarak görülen antibiyotikler bu gün biliniyor ki uzun vadede biyotlara dayanıklılık kazandırıyor ve iyileşmek daha da güç bir hal alıyor. bu gün kök hücre teknolojisinin de keşfedilmesiyle birlikte tıpın genel mantığı, yani “hastalıklarla mücadele etmek”, “hastanın mücadele edebilme yetisini geliştirmek” olarak değişmekte. bu köklü değişim bize sadece evren bilgisinin ne kadar uçsuz bir boyutta olduğunu ispatlıyor. ki açık bir gözle evrene bakan bir insan için ne kadar muazzam bir bilgi denizinin içinde yüzüyor olduğu açıktır.
kabule dayalı bilgi birikimi
yukarıdaki örnekten anlaşılacağı üzere bir evrende herhangi bir zaman-mekan’da doğru olarak bilinen herhangi bir yargı yeni verilerin keşfedilmesiyle “yanlış” hükmünü alabiliyor. bu da bizim bilemeyeceğimizi, sadece bazı gerçeklikleri belli zaman aralığında doğru olarak kabul ettiğimizi açıklar. bu yargı sokratesin “bildiğim tek şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir” fikrinden gelen bir yargıdır. halbuki sokrates kendi zamanında çok bilgili bir insan olarak bilinirdi. lakin evren bilgisinin tümünün yanında kendi bildiklerinin yok denilebilecek kadar az olduğunu fark etti.
evrenin kurallarının heryerde kendisini modellemesi
çok basit bir örnek vereceğim. güneş sistemi ve bir atomun hareketini inceleyecek olursak, temel olarak merkezde göre-büyük ve çekim gücü olan bir yapı ve çevresinde de göre-küçük ve çekilen ve dönen yapıların varlığı söz konusudur. bu hareket modeli, bize göre en küçük ve en büyük yapılarda ne kadar büyük bir benzerlik gösterir dikkatinizi çekmek isterim. bu evrenin kendisini modellemesidir. yani herhangi bir bilim dalından herhangi bir kuralı hareket modelini alın, hayatın birçok farklı yerinde de aynı şekilde işlediğini görebilirsiniz. ayrıca bir ülkeyi ele alacak olursak bir insanın modellemesi olarak görebiliriz. yönetimi insanın karar mekanizması olan kafası, bilimi ve teknolojiyi insanın iskeleti, orduyu yaptırımı en fazla olan eller ve kollar ve işçi kısmını da toplumun genel hareketini sağlayan ayakları olarak düşünebiliriz. bunun gibi sayısızca modelleme yapılabilir. bu bana tasavvufta var olan “insan, kendi başına bir alemdir“ fikrini hatırlatıyor. yani bir vücutta tüm evren olayları modellenmektedir. bunu kuantum fiziğiyle birleştirecek olursak, evrende ele aldığınız herhangi bir birim bütün evrenin oluşlarını, hareketlerini modelleyerek, bütün evren bilgisini içeriyor diyebiliriz.
esnekliğin ve değişimin anlayabilmeyi getirmesi
yine basit bir örnek vereceğim, uzun süre bilgisayar kullanan insanlarda açığa çıkan kronolojik bel ve sırt ağrıları vardır. lakin o kişi belli periyotlarla ara verip sırt ve bel kaslarını gevşetecek egzersizleri yaparsa, kasların uzun süre aynı posizyonda kalmasından dolayı, doğal şeklini kaybetmesi durumunu yaşamaz. yani aslında problem şudur ki o kaslar o kadar çok fazla aynı pozisyonda kalmıştır ki kendi asli yada ideal şeklini kaybetmiştir. bu oluşumu evrenin kurallarının kendini modellesi kuralı gereğince psikolojik boyutta örneklendirirsek eğer şunu görürüz ki fikirsel anlamda değişime uğramayan ya da uzun süre aynı fikirde sabit kalan insanların bir yerden sonra bundan dolayı psikolojik rahatsızlık duymaya başlayacakları gerçeğiyle karşılaşırız. bir diğer anlatımla bel egzersizleri gibi fikirsel anlamda belli aralıklarla değişimler ya da değişik ifadelerle aynı şeyi keşfetmeler yaşanmazsa kişinin anlam dünyası bundan büyük hasar görüyor ya da ihtiyacı olana cevap veremez bir hal alıyor.
değişimin fikir dünyasına kattığı bir diğer şey ise farkındalıktır. bunu da şu örnekle anlatabilirim ki; şu an biz yaklaşık olarak 450 bin km hızla gidiyoruz. yani dünya kendi ekseni etrafında 450 bin km hızla dönmekte. ama bu bir sabit hareket olduğu için yani dünyanın hızında bariz değişimler olmadığı için insanlar öne arkaya ve yana savrulmuyorlar, bu da hareketi algılamamızı engelliyor. aynı şekilde fikir dünyasında da insan sağa sola öne arkaya savruldukça diğer fikirler ve değerler arasında bir görecelik oluşturabiliyor ve bence en kutsal olan şeyi gerçekleştiriyor : algılıyor.
kontrol edilemeyen isteklerin esiri olmak
özgürlük çoğu zaman istediğini yapabilmek olarak tanımlanır. lakin gerçekten ne istediğimizi kimse söyleyemez.
insan fikir dünyasında, islam’da nefs, doğu felsefesinde qi olarak adlandırılan, insanı harekete geçiren istekler ve güdüler barındırır. bu istekler insana yapma gücü verir. bu gücü verdiği için zaten nefes, yani en önemli yaşamsal kaynağımızla aynı kökenli bir kelime tercih edilmiş zannımca. ve bu gücün isteklerin hakimi olabilmek bütün felsefelerin temelinde vardır. çünkü eğer bu hakimiyet yakalanamazsa bu istekler insana hakim oluyor ve insanı yanlış, kendisi ve çevresi için uygun olmayan seçimlere yöneltiyor. bunu da insana yalan söyleterek yapıyorlar. yapıyorlar dediğime bakmayın bu sadece beynin işleyişinin ve bir çeşit savunma mekanizmasının ta kendisi. bu kontrol edilemeyen istekler, “illaki yapılması lazım” a inandırınca insanı, insan da uygun olmayan bir durumda bile olsa onu gerçekleştirmek için gerçekleri değiştiriyor. ama önemli bir nokta var, arkaplanda bunlar olurken insan hiç de farkında olmadan, kendi uydurduğu yalanlara inanmış olarak bu isteklerini gerçekleştiriyor. bu mekanizmanın içinde köle olma durumundan sıyrılmanın da bir yolu var ki o da nefs terbiyesi denilen oruç ya da diğer felsefelerde çeşitlilik gösterebildiği halde mantığı hiç değişmeyen bir yapmama süreci. bu hangi konuda olursa olsun, eğer kendinizi yapmadan tutamıyorsanız ve yerli yersiz onu yapıyorsanız bundan kurtulmanın yolu onu belli bi süreliğine mutlaka ama mutlaka yapmamaktır. böylece o isteğinizin ya da güdünüzün yapıp yapmama kararının kendi elinizde olduğunu hissedeceksiniz ve artık sadece uygun olan koşullarda siz tercih ettiğiniz için yapacaksınız. bu konuda binlerce örnek verilebilir. ama ben kendimden de çok iyi bildiğim sigara örneğini vericem. sigara içmemem gerektiğini biliyorum. bunun çoğu açıdan bana zararlı olduğunu da biliyorum, lakin her yaktığımda bir şekilde içmem gerektiğine inandırıyorum kendimi. mesela istersem bırakırım yalanı... çoğu tiryakiler de bu yalanı söyler. yada bir şekilde oldu bittiye getirip hemen sigarayı yakma durumu. yada sonra bırakacağım diyerek erteleme. evet ben sigara içme isteğinin hükmü altında oldukça, yani bu konuda özgürlüğümü yakalayamadıkça her koşulda bir yalan bulup sigarayı içmeye devam edeceğim. tabiki sigara sadece bir örnek, ve özgürlüğe ancak bu ve bunun gibi isteklere hakim olarak yaklaşılabilir. yoksa gençlik arasında yüzeysel şekilde yaşanan asilik ve anarşistlik iddialarının arkasına saklanıp bütün güdülerinin kölesi olma durumu ve toplumun kurallarına aykırı olma durumu özgürlük değildir. bilakis tam anlamıyla köleliktir. çünkü onlar bu karşı koyamadıkları isteklerini yerine getirebilmek adına, ve toplumsal kurallarla çeliştiği için toplum kurallarına uymak zorunda olmayan bir isim, anarşizm, altında toplandılar (burada pratik hayattaki anarşizmin yerinden bahsediyorum, yoksa anarşizm fikrinin kendisine yaptığım eleştiri değildir, anarşismin kendisine de karşı olduğum halde...).
kader
evrenin sahip olduğu ve tam olarak anlaşılmamış aynı zamanda hiçbir zaman da tam olarak anlaşılamayacak fiziksel kuralları neticesinde her bir ân, bir sonraki ânı doğuruyor. belli ama bilinmeyen kurallar olduğu için bu gelecek ânlar koşulsuz şartsız, evrenin kurallarının neticesinde elde edilenler olacaktır. yani, elimize herhangi bir ânı alalım ve evren makinasina koyalım, onun ürettiği bir sonraki ân hep aynı olur, oluşan ikinci ânı alıp evren makinasına koyduğumuzda yeni oluşacak ân da bellidir. bu da bize sıralı anlar kümesi oluşturur ve bu küme evrenin olacakları, yani kaderidir. tamamen bilimsel bir olaydır bu. ama biz hiç bir zaman tam olarak yani %100 emin olarak bu sıralı anlar kümesinin nereye varacağını bilemeyeceğiz. çünkü biz de bu evrenin içerisinde birimsel ve kısıtlı olarak varlığımızı sürdürüyoruz. tam olarak bilebilmek için evrenin tüm bilgilerini bilip, tüm evreni komple tarayabilmemiz ve verilerini işleyebilmemiz lazım. lakin evrenin zenginliği bizim yetilerimizin çok öresinde. ama bu bizim gelecek ile ilgili tahmin yürütemeyeceğimiz anlamına gelmiyor. mesela cia’in web sayfasında gelecek 30 yıl için dünya güç dengesinin değişim raporları var. elde edilen verilere göre yorum yapıp belli nedensellikler etrafında sadece tahminde bulunmak bu. kesin gelecek değil. çünkü hayat bize sırlı yüzünü gösterip kimsenin hesaba katmadığı bir şey ortaya çıkarabilir ve bu hayatın huyudur. bütün raporların ötesinde bir gerçek gelebilir.
aynı şekilde bir insan birimselliğinin kaderi çok büyük ölçüde insanın kendi seçimleri neticesinde yönlenecektir. en basitinden başarmak için çalışmak gerektiği bariz bir gerçektir. kaderi bahane edip bazı şeyleri yapmaktan kaçmak mazeret olamaz. çünkü bunu yapan sadece kendi geleceğine zarar vermiş olur. ve evren mazeret kabul etmiyor.
kelebek etkisi ve evrensel neden
evrende istisnasız her şey birbiriyle ilişkili ve birbirinin nedeni. kaos teoremini açıklamak için kullanılan kelebek örneğini herkes duymuştur. bir kıtada kanat çırpan bir kelebek diğer bir kıtada kasırgaya neden olabilir. evet bu gerçekten de böyledir. hareketin küçük olması oluşan neden sonuç ilişkileriyle büyük bir şeye dönüşemeyeceği anlamında değildir. ama şu var ki kasırgaya neden olan kelebeğin kanat çırpması gibi kelebeğin kanat çırpmasına da neden olan diğer geçmiş nedenler vardır. ve bu nedensellik birbirinden ayrı değildir. yani herşeyin birbiriyle dolaylı ve dolaysız ilişkili olduğu bir evrende bir şeyi değiştirmek herşeyi değiştirmek anlamına gelir. aynı fikirden bir şeyin sebebi herşeyin sebebidir ve kasırgaya da yol açan, kelebeğe de kanat çırptıran, o kelebeğin oluştuğu kozayada ev sahipliği yapan ağacın üremesini sağlayan, o ağacın üremesini sağlayan toprağı oluşmasına neden olan ve böyle ilk âna, big bang patlamasına kadar giden “bir” evrensel neden vardır. bizim kelebekle anlattığımız neden sonuç ilişkisi ise sadece evrensel nedenin kısıtlanmış halidir. yani kelebekle kasırga arasında bir kesiti anlattık. bu evrensel nedenin sadece bir kesitidir ki bizim de yapabildiğimiz sadece evrenden kesitler almaktır. bu evrensel ilişkiyle, elimde tuttuğum kahve fincanının ta uzaklarda gördüğüm yıldızlarla olan ilişkisinin ve evrendeki her şeyin birbirini etkilemesiyle oluşan bütünselliğinin farkına varmak... aynı fikri canlandıran bir ayet vardır ki; “bir insanın hayatını kurtaran bütün insanlığı kurtarmış gibi olur” ve “bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibi olur”. ayrıca hatanın büyüğü küçüğü olmaz yargısı da aynı fikirden gelmektedir.
görevimiz
insan olarak evrendeki diğer bütün varlıklardan ayırd edici bir özelliğimiz var ki o da bilinçtir, yani farkına varmak, düşünebilmek. o zaman bizim görevimiz farkına varmak düşünmek ve bilinçlenmektir.
perhiz
“tefekkür ibadetin yarısı, az yemekte tamamıdır” dünyanın gelmiş geçmiş en bilge insanı hz. muhammed (s.a.v) tarafından söylenmiş bir sözdür. tefekkür ve az yemek? neden bunlar önemli? bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi düşünmek ve düşünmeyi arttıran derin düşünme hali bizim asli görevimiz. iyi ama az yemek neden? hem yemek bize lazım olan bir şey değil mi?
normalde karnımız doyana kadar yeriz. evet çünkü normalde bunun çok yanlış bir şey olduğunu kimse bize söylememiştir. karnımız tamamen dolana kadar, yani o doygunluğu hissedene kadar yiyip, ondan sonra doydum daha yemeyeceğim deriz. ama bu bize yemekten sonra, uzun bir yorgunluk hissi, bir süre hiçbir şey yapamama ve özellikle hiçbir şey düşünememe halini getirir. insanın potansiyel enerjisinin çoğu bu gibi yemeklerde sadece yemeği sindirmekle harcanır. bu da gün de üç kere olduğunu varsayarsak, günün hemen hemen bütün enerjisini yemekle harcayarak gitmesi demektir. neticesinde düşünsel olarak da fiziksel olarak da dinçliğini kaybediyor insan.
hayatımın yakın döneminde ki iki ayı çok az yiyerek geçirdim. normal bir insanın yediğinin yarısı belki daha da az... bunun bende ki muazzam derecede değişikliklerini deneyimlediğim için rahatça söyleyebiliyorum ki, az yemek kesinlikle düşünsel anlamda insana çok şey katıyor. öğrenmeye ve düşünmeye çok daha açık bir hale getiriyor insanı. ve asli görevimizi daha iyi icra edebilmemizi sağlıyor.
17.01.2007
evrenin kişiliği ve evrensel notlar
bu yazımda gözlemlediğim, okuduğum, öğrendiğim ve çeşitli yerlerden (çevremdeki insanlarla yaptığım tartışmalar, çeşitli filozofların, tarihî insanların öğretileri) yaptığım çıkarımlarımı ve irili ufaklı sentezlerimi paylaşacağım. bazı kalın formatta yazılmış kelimeler yazının ilerleyen yerlerinde başlıklar olacak. ve bir bütünsellik yakalamaya, ya da hayata dair yakaladığım bütünselliği yazıya aktarmaya çalışacağım.
herbir başlık kendi içerisinde çok detaylı ve ayrı bir araştırma konusu olabileceği için sadece temel fikri verip, belki küçük bir örneklendirmeyle açıklamaya çalışacağım. bu yüzden cümleler üzerinde durulması, okuyanın kendi yaşamından örneklendirmeler yapması, yazının anlaşılması açısından faydalı olacaktır.
evrenin zenginliği
insanoğlunun şu ana kadar evrene dair edindiği ve nesilden nesile topladığı bilgi birikimi gerçekten de çok önemli bir boyuttadır. pratik hayatımızda, bir uçağa binip yaklaşık 600 km’lik istanbul-ankara yolunu 2 saatte alıp da bunun aksini iddia etmek pek mümkün değil. yalnız insanlık evrenin tüm bilgisine acaba ulaşabilecek mi? cevabı çok açık ki hayır. bugün hala bütün bilim dallarında yeni verilere ulaşılıyor. ve yeni verilere ulaşıldıkça eski verilerin eksikliği ancak farkediliyor. mesela fizikte kuantum teoremi çıktıktan sonra klasik fizik anlayışı -ki ucu ilk çağ filozoflarına kadar dayanan bir birikimdir- tabiri caizse yerlebir olmuştur. aynı şekilde, matematik gibi en sağlam bilim dalında bile çözülemeyen bir problem yakın bir dönemde, 2006 yılında çözülmüştür. zaten evrenin heryerde kendisini modellemesi kuralından da şöyle bir örnek verilebilinir ki bir insan bazen öyle bir cümleyle, öyle bir veriyle karşılaşıyor ki o ana kadar bütün bildikleri başka bir anlama bürünüyor birden. konumuzdan fazla sapmadan evren bilgisinin zenginliğinin en bariz şekilde yaşandığı bir diğer bilim dalından bahsetmek istiyorum ki o tıp... tıptan da en güncel örnek olarak antibiyotikleri gösterebiliriz. bugüne kadar hastalıklara karşı bir çözüm olarak görülen antibiyotikler bu gün biliniyor ki uzun vadede biyotlara dayanıklılık kazandırıyor ve iyileşmek daha da güç bir hal alıyor. bu gün kök hücre teknolojisinin de keşfedilmesiyle birlikte tıpın genel mantığı, yani “hastalıklarla mücadele etmek”, “hastanın mücadele edebilme yetisini geliştirmek” olarak değişmekte. bu köklü değişim bize sadece evren bilgisinin ne kadar uçsuz bir boyutta olduğunu ispatlıyor. ki açık bir gözle evrene bakan bir insan için ne kadar muazzam bir bilgi denizinin içinde yüzüyor olduğu açıktır.
kabule dayalı bilgi birikimi
yukarıdaki örnekten anlaşılacağı üzere bir evrende herhangi bir zaman-mekan’da doğru olarak bilinen herhangi bir yargı yeni verilerin keşfedilmesiyle “yanlış” hükmünü alabiliyor. bu da bizim bilemeyeceğimizi, sadece bazı gerçeklikleri belli zaman aralığında doğru olarak kabul ettiğimizi açıklar. bu yargı sokratesin “bildiğim tek şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir” fikrinden gelen bir yargıdır. halbuki sokrates kendi zamanında çok bilgili bir insan olarak bilinirdi. lakin evren bilgisinin tümünün yanında kendi bildiklerinin yok denilebilecek kadar az olduğunu fark etti.
evrenin kurallarının heryerde kendisini modellemesi
çok basit bir örnek vereceğim. güneş sistemi ve bir atomun hareketini inceleyecek olursak, temel olarak merkezde göre-büyük ve çekim gücü olan bir yapı ve çevresinde de göre-küçük ve çekilen ve dönen yapıların varlığı söz konusudur. bu hareket modeli, bize göre en küçük ve en büyük yapılarda ne kadar büyük bir benzerlik gösterir dikkatinizi çekmek isterim. bu evrenin kendisini modellemesidir. yani herhangi bir bilim dalından herhangi bir kuralı hareket modelini alın, hayatın birçok farklı yerinde de aynı şekilde işlediğini görebilirsiniz. ayrıca bir ülkeyi ele alacak olursak bir insanın modellemesi olarak görebiliriz. yönetimi insanın karar mekanizması olan kafası, bilimi ve teknolojiyi insanın iskeleti, orduyu yaptırımı en fazla olan eller ve kollar ve işçi kısmını da toplumun genel hareketini sağlayan ayakları olarak düşünebiliriz. bunun gibi sayısızca modelleme yapılabilir. bu bana tasavvufta var olan “insan, kendi başına bir alemdir“ fikrini hatırlatıyor. yani bir vücutta tüm evren olayları modellenmektedir. bunu kuantum fiziğiyle birleştirecek olursak, evrende ele aldığınız herhangi bir birim bütün evrenin oluşlarını, hareketlerini modelleyerek, bütün evren bilgisini içeriyor diyebiliriz.
esnekliğin ve değişimin anlayabilmeyi getirmesi
yine basit bir örnek vereceğim, uzun süre bilgisayar kullanan insanlarda açığa çıkan kronolojik bel ve sırt ağrıları vardır. lakin o kişi belli periyotlarla ara verip sırt ve bel kaslarını gevşetecek egzersizleri yaparsa, kasların uzun süre aynı posizyonda kalmasından dolayı, doğal şeklini kaybetmesi durumunu yaşamaz. yani aslında problem şudur ki o kaslar o kadar çok fazla aynı pozisyonda kalmıştır ki kendi asli yada ideal şeklini kaybetmiştir. bu oluşumu evrenin kurallarının kendini modellesi kuralı gereğince psikolojik boyutta örneklendirirsek eğer şunu görürüz ki fikirsel anlamda değişime uğramayan ya da uzun süre aynı fikirde sabit kalan insanların bir yerden sonra bundan dolayı psikolojik rahatsızlık duymaya başlayacakları gerçeğiyle karşılaşırız. bir diğer anlatımla bel egzersizleri gibi fikirsel anlamda belli aralıklarla değişimler ya da değişik ifadelerle aynı şeyi keşfetmeler yaşanmazsa kişinin anlam dünyası bundan büyük hasar görüyor ya da ihtiyacı olana cevap veremez bir hal alıyor.
değişimin fikir dünyasına kattığı bir diğer şey ise farkındalıktır. bunu da şu örnekle anlatabilirim ki; şu an biz yaklaşık olarak 450 bin km hızla gidiyoruz. yani dünya kendi ekseni etrafında 450 bin km hızla dönmekte. ama bu bir sabit hareket olduğu için yani dünyanın hızında bariz değişimler olmadığı için insanlar öne arkaya ve yana savrulmuyorlar, bu da hareketi algılamamızı engelliyor. aynı şekilde fikir dünyasında da insan sağa sola öne arkaya savruldukça diğer fikirler ve değerler arasında bir görecelik oluşturabiliyor ve bence en kutsal olan şeyi gerçekleştiriyor : algılıyor.
kontrol edilemeyen isteklerin esiri olmak
özgürlük çoğu zaman istediğini yapabilmek olarak tanımlanır. lakin gerçekten ne istediğimizi kimse söyleyemez.
insan fikir dünyasında, islam’da nefs, doğu felsefesinde qi olarak adlandırılan, insanı harekete geçiren istekler ve güdüler barındırır. bu istekler insana yapma gücü verir. bu gücü verdiği için zaten nefes, yani en önemli yaşamsal kaynağımızla aynı kökenli bir kelime tercih edilmiş zannımca. ve bu gücün isteklerin hakimi olabilmek bütün felsefelerin temelinde vardır. çünkü eğer bu hakimiyet yakalanamazsa bu istekler insana hakim oluyor ve insanı yanlış, kendisi ve çevresi için uygun olmayan seçimlere yöneltiyor. bunu da insana yalan söyleterek yapıyorlar. yapıyorlar dediğime bakmayın bu sadece beynin işleyişinin ve bir çeşit savunma mekanizmasının ta kendisi. bu kontrol edilemeyen istekler, “illaki yapılması lazım” a inandırınca insanı, insan da uygun olmayan bir durumda bile olsa onu gerçekleştirmek için gerçekleri değiştiriyor. ama önemli bir nokta var, arkaplanda bunlar olurken insan hiç de farkında olmadan, kendi uydurduğu yalanlara inanmış olarak bu isteklerini gerçekleştiriyor. bu mekanizmanın içinde köle olma durumundan sıyrılmanın da bir yolu var ki o da nefs terbiyesi denilen oruç ya da diğer felsefelerde çeşitlilik gösterebildiği halde mantığı hiç değişmeyen bir yapmama süreci. bu hangi konuda olursa olsun, eğer kendinizi yapmadan tutamıyorsanız ve yerli yersiz onu yapıyorsanız bundan kurtulmanın yolu onu belli bi süreliğine mutlaka ama mutlaka yapmamaktır. böylece o isteğinizin ya da güdünüzün yapıp yapmama kararının kendi elinizde olduğunu hissedeceksiniz ve artık sadece uygun olan koşullarda siz tercih ettiğiniz için yapacaksınız. bu konuda binlerce örnek verilebilir. ama ben kendimden de çok iyi bildiğim sigara örneğini vericem. sigara içmemem gerektiğini biliyorum. bunun çoğu açıdan bana zararlı olduğunu da biliyorum, lakin her yaktığımda bir şekilde içmem gerektiğine inandırıyorum kendimi. mesela istersem bırakırım yalanı... çoğu tiryakiler de bu yalanı söyler. yada bir şekilde oldu bittiye getirip hemen sigarayı yakma durumu. yada sonra bırakacağım diyerek erteleme. evet ben sigara içme isteğinin hükmü altında oldukça, yani bu konuda özgürlüğümü yakalayamadıkça her koşulda bir yalan bulup sigarayı içmeye devam edeceğim. tabiki sigara sadece bir örnek, ve özgürlüğe ancak bu ve bunun gibi isteklere hakim olarak yaklaşılabilir. yoksa gençlik arasında yüzeysel şekilde yaşanan asilik ve anarşistlik iddialarının arkasına saklanıp bütün güdülerinin kölesi olma durumu ve toplumun kurallarına aykırı olma durumu özgürlük değildir. bilakis tam anlamıyla köleliktir. çünkü onlar bu karşı koyamadıkları isteklerini yerine getirebilmek adına, ve toplumsal kurallarla çeliştiği için toplum kurallarına uymak zorunda olmayan bir isim, anarşizm, altında toplandılar (burada pratik hayattaki anarşizmin yerinden bahsediyorum, yoksa anarşizm fikrinin kendisine yaptığım eleştiri değildir, anarşismin kendisine de karşı olduğum halde...).
kader
evrenin sahip olduğu ve tam olarak anlaşılmamış aynı zamanda hiçbir zaman da tam olarak anlaşılamayacak fiziksel kuralları neticesinde her bir ân, bir sonraki ânı doğuruyor. belli ama bilinmeyen kurallar olduğu için bu gelecek ânlar koşulsuz şartsız, evrenin kurallarının neticesinde elde edilenler olacaktır. yani, elimize herhangi bir ânı alalım ve evren makinasina koyalım, onun ürettiği bir sonraki ân hep aynı olur, oluşan ikinci ânı alıp evren makinasına koyduğumuzda yeni oluşacak ân da bellidir. bu da bize sıralı anlar kümesi oluşturur ve bu küme evrenin olacakları, yani kaderidir. tamamen bilimsel bir olaydır bu. ama biz hiç bir zaman tam olarak yani %100 emin olarak bu sıralı anlar kümesinin nereye varacağını bilemeyeceğiz. çünkü biz de bu evrenin içerisinde birimsel ve kısıtlı olarak varlığımızı sürdürüyoruz. tam olarak bilebilmek için evrenin tüm bilgilerini bilip, tüm evreni komple tarayabilmemiz ve verilerini işleyebilmemiz lazım. lakin evrenin zenginliği bizim yetilerimizin çok öresinde. ama bu bizim gelecek ile ilgili tahmin yürütemeyeceğimiz anlamına gelmiyor. mesela cia’in web sayfasında gelecek 30 yıl için dünya güç dengesinin değişim raporları var. elde edilen verilere göre yorum yapıp belli nedensellikler etrafında sadece tahminde bulunmak bu. kesin gelecek değil. çünkü hayat bize sırlı yüzünü gösterip kimsenin hesaba katmadığı bir şey ortaya çıkarabilir ve bu hayatın huyudur. bütün raporların ötesinde bir gerçek gelebilir.
aynı şekilde bir insan birimselliğinin kaderi çok büyük ölçüde insanın kendi seçimleri neticesinde yönlenecektir. en basitinden başarmak için çalışmak gerektiği bariz bir gerçektir. kaderi bahane edip bazı şeyleri yapmaktan kaçmak mazeret olamaz. çünkü bunu yapan sadece kendi geleceğine zarar vermiş olur. ve evren mazeret kabul etmiyor.
kelebek etkisi ve evrensel neden
evrende istisnasız her şey birbiriyle ilişkili ve birbirinin nedeni. kaos teoremini açıklamak için kullanılan kelebek örneğini herkes duymuştur. bir kıtada kanat çırpan bir kelebek diğer bir kıtada kasırgaya neden olabilir. evet bu gerçekten de böyledir. hareketin küçük olması oluşan neden sonuç ilişkileriyle büyük bir şeye dönüşemeyeceği anlamında değildir. ama şu var ki kasırgaya neden olan kelebeğin kanat çırpması gibi kelebeğin kanat çırpmasına da neden olan diğer geçmiş nedenler vardır. ve bu nedensellik birbirinden ayrı değildir. yani herşeyin birbiriyle dolaylı ve dolaysız ilişkili olduğu bir evrende bir şeyi değiştirmek herşeyi değiştirmek anlamına gelir. aynı fikirden bir şeyin sebebi herşeyin sebebidir ve kasırgaya da yol açan, kelebeğe de kanat çırptıran, o kelebeğin oluştuğu kozayada ev sahipliği yapan ağacın üremesini sağlayan, o ağacın üremesini sağlayan toprağı oluşmasına neden olan ve böyle ilk âna, big bang patlamasına kadar giden “bir” evrensel neden vardır. bizim kelebekle anlattığımız neden sonuç ilişkisi ise sadece evrensel nedenin kısıtlanmış halidir. yani kelebekle kasırga arasında bir kesiti anlattık. bu evrensel nedenin sadece bir kesitidir ki bizim de yapabildiğimiz sadece evrenden kesitler almaktır. bu evrensel ilişkiyle, elimde tuttuğum kahve fincanının ta uzaklarda gördüğüm yıldızlarla olan ilişkisinin ve evrendeki her şeyin birbirini etkilemesiyle oluşan bütünselliğinin farkına varmak... aynı fikri canlandıran bir ayet vardır ki; “bir insanın hayatını kurtaran bütün insanlığı kurtarmış gibi olur” ve “bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibi olur”. ayrıca hatanın büyüğü küçüğü olmaz yargısı da aynı fikirden gelmektedir.
görevimiz
insan olarak evrendeki diğer bütün varlıklardan ayırd edici bir özelliğimiz var ki o da bilinçtir, yani farkına varmak, düşünebilmek. o zaman bizim görevimiz farkına varmak düşünmek ve bilinçlenmektir.
perhiz
“tefekkür ibadetin yarısı, az yemekte tamamıdır” dünyanın gelmiş geçmiş en bilge insanı hz. muhammed (s.a.v) tarafından söylenmiş bir sözdür. tefekkür ve az yemek? neden bunlar önemli? bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi düşünmek ve düşünmeyi arttıran derin düşünme hali bizim asli görevimiz. iyi ama az yemek neden? hem yemek bize lazım olan bir şey değil mi?
normalde karnımız doyana kadar yeriz. evet çünkü normalde bunun çok yanlış bir şey olduğunu kimse bize söylememiştir. karnımız tamamen dolana kadar, yani o doygunluğu hissedene kadar yiyip, ondan sonra doydum daha yemeyeceğim deriz. ama bu bize yemekten sonra, uzun bir yorgunluk hissi, bir süre hiçbir şey yapamama ve özellikle hiçbir şey düşünememe halini getirir. insanın potansiyel enerjisinin çoğu bu gibi yemeklerde sadece yemeği sindirmekle harcanır. bu da gün de üç kere olduğunu varsayarsak, günün hemen hemen bütün enerjisini yemekle harcayarak gitmesi demektir. neticesinde düşünsel olarak da fiziksel olarak da dinçliğini kaybediyor insan.
hayatımın yakın döneminde ki iki ayı çok az yiyerek geçirdim. normal bir insanın yediğinin yarısı belki daha da az... bunun bende ki muazzam derecede değişikliklerini deneyimlediğim için rahatça söyleyebiliyorum ki, az yemek kesinlikle düşünsel anlamda insana çok şey katıyor. öğrenmeye ve düşünmeye çok daha açık bir hale getiriyor insanı. ve asli görevimizi daha iyi icra edebilmemizi sağlıyor.
birçok yazarın mağrifetle gösterdiği pipidir, cinliktir. eğer iyi bir yazar olmak istiyorsanız mutlaka bu yeteneğinizi geliştirmeniz gerekir .
bir ahmed hulusi yazısı :
"iman" neye
dostlarım, bu yazımla “iman”ın hakikati, “risâlet”, “nübüvvet” ve “velâyet” hakkındaki bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
konuya, bugüne kadarki “evren içre evrenlerin beş duyuya göre çoğulluğu”na karşın, realitede “tek, som, bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz engin bir dalga okyanusunu açığa çıkaran esmâ mertebesi”nden yani “nokta”dan girelim.
“nokta”, yani “esmâ mertebesi”, “her an yeni bir şanda” olarak algılayabildiğimiz (belki milyar kere milyarda bir’lik) alandakileri ve algılayamadığımız her şeyi gerçekte “çok boyutlu tek kare resim olarak” meydana getirmektedir. açığa çıkanlar ise kurân-ı kerîm’deki anlatımla “irsal” olanlardır.
“irsal” olanlardan kimi, açığa çıkış amacına uygun doğrultuda (sırat-ı müstakim’inde) dışsal bakışa ve değerlendirmelere dayalı bir yaşam içindeyken… “irsal” olanlardan çok çok ender bazıları ise, içsel gerçekliği dillendirmek işlevini yerine getirmektedirler...
içsel gerçeklik, 1985 yılından beri vurguladığımız “b” sırrı olarak veya “nokta” ilmi olarak anlatılan, tüm varlığın hakikatinin “tek”illiğidir. hakiki “ben”dir!.. “bende bir ben var ki o ben değilim” diye anlatılmaya çalışılmış olan…
kişi, “fıtratına-programına-şâkılesine” göre dışsal yaşam içindeyken, içsel (derûnî-esmâ’nın bazıları olan) kuvvelerini farkedip ortaya çıkaramaz. çünkü kendini beden olarak kabullenmekte, bunun ötesindeki şuursal boyutunu ve varlığını kabullenmemekte veya inkâr etmektedir. genetikten intikal eden veriler, şartlanmaları, şartlanmalarına dayalı değer yargıları ve dahi şartlanmalarının oluşturduğu değer yargılarından kaynaklanan duyguları dolayısıyla dışsallık yaşamı içinde, kozasında (hatta cehenneminde) ömrünü sürdürmektedir.
oysa kendi “hakikati”, tüm varlık suretlerinde açığa çıkan esmâ mertebesinden başka bir şey değildir! dolayısıyla, gerek o esmâ mertebesindeki isimlerle işaret edilen özelliklerin varlığını oluşturduğunu ve gerekse de o özelliklerin kuvve (melekî yapı) olarak varlığında açığa çıkabileceğini, hatta açığa çıkmakta olanların nereden nasıl gelmekte olduğunu hiç düşünmeden yaşamaktadır.
eğer kişinin varoluş amacı, varlığındaki derûnunda (içselliğinde) gizli sonsuzluğu yaşamak ve o kuvveleri açığa çıkartarak cennet boyutunun “hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir dilin anlatmadığı”nı yaşamaksa…
işte tam bu aşamada, yaratılış amacına hizmet verecek (şefaat edecek) “rasûlullah”a ihtiyacı vardır.
“rasûlullah” insanlara irsal oluş amacına uygun olarak gerçeği dillendirir, bildirir. uygulama konusunda zorlama işlevi yoktur! “sen onlara tebliğ et. onları zorlayıcı değilsin!”… çünkü bilir ki, nasibi olan, yani o amaçla açığa çıkmış olan “kolaylıkla başaracak”; nasibi olmayana ise zorlamak hiçbir yarar sağlamayacaktır.
işte “allah rasûlü”, insanlara, hakikatleri olan esmâ mertebesine yani allah adıyla işaret edilenin esmâ mertebesine “iman” etmelerini teklif eder.
yani, taklidi olmayan gerçek “iman”, kişinin, geçmişteki anlatımıyla “rabbinin allah olmasına imandır”.
“rab” varlığını, her an, esmâ mertebesinin aldığı şan doğrultusunda terbiye eden yani şekillendiren boyuttur. (rab ve rubûbiyet bahsine bakın. insan ve sirlari,1986).
sınırsız, sonsuz mânâ okyanusunun bir damlası olan birim, varlığının hakikatinin esmâ mertebesi olduğuna “iman” ederse, dışsallıkla kayıt altına girip dıştakilere bağımlı ve dahi sahiplik kavramıyla kayıtlı olmaz! sahibi olmadığı için de kaybetme korkusu olmaz! kaybetmenin ateşiyle de yanmaz!.. “onlar için ne korku söz konusudur, ne de hüzün!”.
“allah rasûlü”nün dillendirip açıkladığı “allah” adıyla işaret edileni anlamayan, veritabanına göre kendi hayalinde tasavvur ettiği tanrısına tapınır, ya da ateist olur!
son elli ya da otuz yılda değil de daha öncelerinde yaşamakta olan, bilimin bulgularından ve bunun doğal sonuçlarından habersiz olan ya da bunları duyup sonuçlarını düşünemeyecek kadar aklı yetersiz insanların, “allah rasûlü”nün açıkladığı “allah” adıyla işaret edileni ve dahi kendi yerini anlaması mümkün olmaz.
işin bilimsel gerçeklerini bir yana bırakırsak…
bu durumda, “allah rasûlü”nün bildirdiği hakikate “iman”dan başka çaremiz kalmaz.
işte bu “iman”, “risâlet” işlevine ve bildirdiğine “iman”dır. bu yüzdendir ki kelime-i şehadet’te risâlete (abduhu ve rasûlühu) “iman”dan, şahit olmaktan söz edilmiştir; “nübüvvet” imandan değil.
“risâlet” bildirisine “iman” edilir; “nübüvvet” bildirimine “teslim olunur”!.. birincisine “mümin”, ikincisine “müslim” denir. “mümin” olmak ayrı şeydir, “müslim” olmak ayrı şeydir.
cennet boyutuna geçecekler de “iman” faktörüne dayalı olarak vurgulanmışlardır. amele yani fiillere dayalı olarak değil!
eğer kişi, “allah rasûlü”nün açıkladığı “sir”a “iman” etmişse, bunun getirisinin varlığında açığa çıkması için otomatik olarak “nübüvvet” işlevinin getirisi ile muhatap olur.
“nübüvvet” işlevi, “risâlet”in açıkladığı “iman” edilenin yaşanabilmesi için uygulanması gereken şeyleri açıklar ve teklif eder.
mesela…
“risâlet” işlevinin açığa çıkardığı hakikate “iman” edilmişse, bu “iman” edilen “hakikat”in yaşanması için bir sistem bildirilmiştir “nübüvvet” işleviyle. bu, “salât”, yani dilimizdeki söylenişi ile “namaz”dır.
“namaz iman etmişin (müminin) "mirâc"ıdır”… yani, iman ettiğini hissedip yaşama hâlidir!.. “salâtın hakikatini yaşamaktan gafil olarak bunu uygulayanlara yazıklar olsun...”, “çok kişi vardır namaz kılar yorgunluktan başka kârı olmaz...”, “namazını hakkıyla yaşamamışsa melekler o namazı yüzüne çarparlar...”, “ey iman edenler!.. sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar…” şeklindeki uyarılar, hep yapılan çalışmanın “iman” edilen “hakikat”in namaz içinde yaşanması amacına dönüktür. bunun için de okunan cümlelerin mânâsı derinlikli olarak düşünülmelidir okunurken.
işte “nübüvvet”, “iman” edilen “hakikat”in, neler yapılarak veya yapılmayarak amaca ulaşılabileceğini bildiren işlevdir.
yeryüzünde açığa çıkmış en muhteşem ilim hz. muhammed (aleyhisselâm), 39 yaşındayken “risâlet hakikatini” “oku”mak suretiyle yaşamış; böylece de “allah rasûlü” olarak “abd”iyetini yerine getirmiş; üç yıl sonra da “nebiyullah” olarak “sünnetullah” esaslarına dayalı bir biçimde bunun gereklerini ortaya koymuştur.
“kurân-ı kerîm” ismiyle “nâzil” olmuş (hakikatinden melekî kuvveyle şuurunda açığa çıkmış) “bilgi kaynaği”nda (ciltli gökten düşmüş kitap değil), kimi bölümlerde “risâlet” hakikatine “iman”a yönlendiren, bu “iman”ın neye nasıl olacağını açıklayan hükümler vardır; kimi bölümlerde de “iman”ın gereğini yaşayabilmek için ne tür uygulamalar yapılmasını veya nelerden kaçınılmasını anlatan âyetler vardır.
insanın yapısı ve özellikleri hiç değişmediği içindir ki insanın “hakikati”ni yaşamasına yönelik “nübüvvet” açıklamaları kıyamete kadar değişmez!. bu yüzden de, o muhteşem zât “son nebî-hatemin nebî”dir.
“risâlet”in ise son bulduğuna dair hiçbir âyet yoktur! “mehdî rasûl” kabulünün temelinde de bu inanış yatmaktadır.
esas itibariyle, “velâyet”, “allah” adıyla işaret edilenin “esmâ mertebesi”ndeki (isimlerle işaret edilen özellikler boyutu) “el velî” isminin özelliğinin birim kapasitesi kadarıyla açığa çıkmasından ibarettir.
“velâyet” ebedîdir… “nübüvvet” işleviyse dünya yaşamıyla sınırlı bir işlevdir!
“rasûl”lük mertebesi “velâyet”in zirvesidir.
1994 yılında yayınlanan, bugün “bilincin arinişi” adıyla okumakta olduğunuz kitabımda “velâyet” konusunda çok önemli bilgiler nakletmiştim. velâyet mertebeleri ve detayları hakkındaki geniş bilgiyi oradan okuyabilirsiniz.
“velâyet” temelde ikiye ayrılır.
1. velâyeti âmme… nübüvvet getirisine hakkıyla uymak suretiyle oluşan arınmanın oluşturduğu, halkın tâbiriyle, zâhir âlimlerinde açığa çıkan velâyet…
2. velâyeti hassa… risâlet kaynağından açığa çıkan “hakikat”e “iman” edip, bunu yaşayarak “yakîn”e erenlerin (ikân); veya bunun da ötesi “kurb” yapılarında açığa çıkanların “velâyet”i...
insanlık bir piramit gibi düşünülürse eğer, o piramidin zirvesindekiler “rasûl”lerdir.
onlar, her devirde, insanlığa kendi “hakikat”lerini bildirmek işlevini açığa çıkaranlardır...
onlardan tüm dünyaya yayılan “hakikat” dalgalarını alabilen beyinler olarak bizler de kapasitemiz kadarıyla bunları değerlendirmeye çalışıp çevremizle paylaşırız. biz olaya tasavvufî yönden yaklaşıp yansıtırken, bir bilim adamı da aynı gerçeği bilim yoluyla dillendirir veya bir başka alandaki kendi alanından… ama sonuçta hep dillendirilen, insanın hakikati ve bunu yaşamayı kolaylaştıracak yollardır.
insanların büyük çoğunluğu, risâlet kaynağından gelene “taklit” yollu ve dahi olayı anlamadan “iman” ettim sanır ve elinden geldiğince “nübüvvet” kaynağından gelene tâbi olurlar. işte bundan dolayıdır ki, “iman ettik derler, onlar iman etmemişlerdir, belki müslüman olmuşlardır” uyarısı yapılmıştır.
bu yüzdendir ki, “mümin” bambaşka bir yaşantının adıdır, “müslim” bambaşka bir yaşantının adıdır.
şimdi bir düşünün, paylaşmaya çalıştığımız gerçekleri, “peygamber” kelimesiyle örtüp geçenlerin oluşturduğu perdeyi!
ne hikmettir ki ömürler, “ulu tanrı, sevgili peygamberimiz, yüce evliya” avuntuları içinde harcanıp gitmekte!..
“risâlet” kaynağından çıkan “iman” edilesi “hakikat”i “tasdik eden” ikinin ikincisi “sıddîk”tan; yeryüzünde açığa çıkan tek muhteşem ilmin kapısı âlî’den; bugüne kadar yaşamış tüm “velî” ismi zuhur eden zevâta kadar hepsi de, “allah rasûlü”nün açıkladığı “hakikat”e “iman” ederek yola çıkmışlar, bunun getirisini yaşamışlar ve sonuçta da “enamte aleyhim” topluluğu arasında yerlerini almışlardır.
kiminde genç yaşlarda bu “iman” edilesi “hakikat” yaşanmış, kiminde de ömrünün son demlerine kalmıştır.
kimi de “taklidi iman” ile “nübüvvet”e tâbi olarak gereken çalışmaları yapmış ve “şirk-i hafî – gizli şirk” olarak kabul edilen anlayış içinde boyut değiştirmiştir.
ne var ki, sünnetullah yani sistem gerçeği kesindir:
“dünyadan â’mâ (basîreti kör) olarak ayrılan ebediyen basîreti kör olarak kalır!”
cennet boyutu ehlinin çoğunluğunun dahi “bühl “olacağını hatırlarsak…
ömrünü dedikodu ve “malayanî” ile harcamakta olanları nasıl bir yaşam beklemektedir boyut değiştirdiklerinde, fıtratınıza göre anlayışınıza bırakırım!
“allah rasûlü”nün dillendirdiği “hakikat”e “iman” ve dahi yaşamı kolaylaştırılmış olanlardan olmamız umuduyla.
http://www.ahmedhulusi.org/yazi/hzmuhammedeiman.htm
ahmed hulûsi
17 temmuz 2007
www.ahmedhulusi.org
"iman" neye
dostlarım, bu yazımla “iman”ın hakikati, “risâlet”, “nübüvvet” ve “velâyet” hakkındaki bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
konuya, bugüne kadarki “evren içre evrenlerin beş duyuya göre çoğulluğu”na karşın, realitede “tek, som, bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz engin bir dalga okyanusunu açığa çıkaran esmâ mertebesi”nden yani “nokta”dan girelim.
“nokta”, yani “esmâ mertebesi”, “her an yeni bir şanda” olarak algılayabildiğimiz (belki milyar kere milyarda bir’lik) alandakileri ve algılayamadığımız her şeyi gerçekte “çok boyutlu tek kare resim olarak” meydana getirmektedir. açığa çıkanlar ise kurân-ı kerîm’deki anlatımla “irsal” olanlardır.
“irsal” olanlardan kimi, açığa çıkış amacına uygun doğrultuda (sırat-ı müstakim’inde) dışsal bakışa ve değerlendirmelere dayalı bir yaşam içindeyken… “irsal” olanlardan çok çok ender bazıları ise, içsel gerçekliği dillendirmek işlevini yerine getirmektedirler...
içsel gerçeklik, 1985 yılından beri vurguladığımız “b” sırrı olarak veya “nokta” ilmi olarak anlatılan, tüm varlığın hakikatinin “tek”illiğidir. hakiki “ben”dir!.. “bende bir ben var ki o ben değilim” diye anlatılmaya çalışılmış olan…
kişi, “fıtratına-programına-şâkılesine” göre dışsal yaşam içindeyken, içsel (derûnî-esmâ’nın bazıları olan) kuvvelerini farkedip ortaya çıkaramaz. çünkü kendini beden olarak kabullenmekte, bunun ötesindeki şuursal boyutunu ve varlığını kabullenmemekte veya inkâr etmektedir. genetikten intikal eden veriler, şartlanmaları, şartlanmalarına dayalı değer yargıları ve dahi şartlanmalarının oluşturduğu değer yargılarından kaynaklanan duyguları dolayısıyla dışsallık yaşamı içinde, kozasında (hatta cehenneminde) ömrünü sürdürmektedir.
oysa kendi “hakikati”, tüm varlık suretlerinde açığa çıkan esmâ mertebesinden başka bir şey değildir! dolayısıyla, gerek o esmâ mertebesindeki isimlerle işaret edilen özelliklerin varlığını oluşturduğunu ve gerekse de o özelliklerin kuvve (melekî yapı) olarak varlığında açığa çıkabileceğini, hatta açığa çıkmakta olanların nereden nasıl gelmekte olduğunu hiç düşünmeden yaşamaktadır.
eğer kişinin varoluş amacı, varlığındaki derûnunda (içselliğinde) gizli sonsuzluğu yaşamak ve o kuvveleri açığa çıkartarak cennet boyutunun “hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir dilin anlatmadığı”nı yaşamaksa…
işte tam bu aşamada, yaratılış amacına hizmet verecek (şefaat edecek) “rasûlullah”a ihtiyacı vardır.
“rasûlullah” insanlara irsal oluş amacına uygun olarak gerçeği dillendirir, bildirir. uygulama konusunda zorlama işlevi yoktur! “sen onlara tebliğ et. onları zorlayıcı değilsin!”… çünkü bilir ki, nasibi olan, yani o amaçla açığa çıkmış olan “kolaylıkla başaracak”; nasibi olmayana ise zorlamak hiçbir yarar sağlamayacaktır.
işte “allah rasûlü”, insanlara, hakikatleri olan esmâ mertebesine yani allah adıyla işaret edilenin esmâ mertebesine “iman” etmelerini teklif eder.
yani, taklidi olmayan gerçek “iman”, kişinin, geçmişteki anlatımıyla “rabbinin allah olmasına imandır”.
“rab” varlığını, her an, esmâ mertebesinin aldığı şan doğrultusunda terbiye eden yani şekillendiren boyuttur. (rab ve rubûbiyet bahsine bakın. insan ve sirlari,1986).
sınırsız, sonsuz mânâ okyanusunun bir damlası olan birim, varlığının hakikatinin esmâ mertebesi olduğuna “iman” ederse, dışsallıkla kayıt altına girip dıştakilere bağımlı ve dahi sahiplik kavramıyla kayıtlı olmaz! sahibi olmadığı için de kaybetme korkusu olmaz! kaybetmenin ateşiyle de yanmaz!.. “onlar için ne korku söz konusudur, ne de hüzün!”.
“allah rasûlü”nün dillendirip açıkladığı “allah” adıyla işaret edileni anlamayan, veritabanına göre kendi hayalinde tasavvur ettiği tanrısına tapınır, ya da ateist olur!
son elli ya da otuz yılda değil de daha öncelerinde yaşamakta olan, bilimin bulgularından ve bunun doğal sonuçlarından habersiz olan ya da bunları duyup sonuçlarını düşünemeyecek kadar aklı yetersiz insanların, “allah rasûlü”nün açıkladığı “allah” adıyla işaret edileni ve dahi kendi yerini anlaması mümkün olmaz.
işin bilimsel gerçeklerini bir yana bırakırsak…
bu durumda, “allah rasûlü”nün bildirdiği hakikate “iman”dan başka çaremiz kalmaz.
işte bu “iman”, “risâlet” işlevine ve bildirdiğine “iman”dır. bu yüzdendir ki kelime-i şehadet’te risâlete (abduhu ve rasûlühu) “iman”dan, şahit olmaktan söz edilmiştir; “nübüvvet” imandan değil.
“risâlet” bildirisine “iman” edilir; “nübüvvet” bildirimine “teslim olunur”!.. birincisine “mümin”, ikincisine “müslim” denir. “mümin” olmak ayrı şeydir, “müslim” olmak ayrı şeydir.
cennet boyutuna geçecekler de “iman” faktörüne dayalı olarak vurgulanmışlardır. amele yani fiillere dayalı olarak değil!
eğer kişi, “allah rasûlü”nün açıkladığı “sir”a “iman” etmişse, bunun getirisinin varlığında açığa çıkması için otomatik olarak “nübüvvet” işlevinin getirisi ile muhatap olur.
“nübüvvet” işlevi, “risâlet”in açıkladığı “iman” edilenin yaşanabilmesi için uygulanması gereken şeyleri açıklar ve teklif eder.
mesela…
“risâlet” işlevinin açığa çıkardığı hakikate “iman” edilmişse, bu “iman” edilen “hakikat”in yaşanması için bir sistem bildirilmiştir “nübüvvet” işleviyle. bu, “salât”, yani dilimizdeki söylenişi ile “namaz”dır.
“namaz iman etmişin (müminin) "mirâc"ıdır”… yani, iman ettiğini hissedip yaşama hâlidir!.. “salâtın hakikatini yaşamaktan gafil olarak bunu uygulayanlara yazıklar olsun...”, “çok kişi vardır namaz kılar yorgunluktan başka kârı olmaz...”, “namazını hakkıyla yaşamamışsa melekler o namazı yüzüne çarparlar...”, “ey iman edenler!.. sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar…” şeklindeki uyarılar, hep yapılan çalışmanın “iman” edilen “hakikat”in namaz içinde yaşanması amacına dönüktür. bunun için de okunan cümlelerin mânâsı derinlikli olarak düşünülmelidir okunurken.
işte “nübüvvet”, “iman” edilen “hakikat”in, neler yapılarak veya yapılmayarak amaca ulaşılabileceğini bildiren işlevdir.
yeryüzünde açığa çıkmış en muhteşem ilim hz. muhammed (aleyhisselâm), 39 yaşındayken “risâlet hakikatini” “oku”mak suretiyle yaşamış; böylece de “allah rasûlü” olarak “abd”iyetini yerine getirmiş; üç yıl sonra da “nebiyullah” olarak “sünnetullah” esaslarına dayalı bir biçimde bunun gereklerini ortaya koymuştur.
“kurân-ı kerîm” ismiyle “nâzil” olmuş (hakikatinden melekî kuvveyle şuurunda açığa çıkmış) “bilgi kaynaği”nda (ciltli gökten düşmüş kitap değil), kimi bölümlerde “risâlet” hakikatine “iman”a yönlendiren, bu “iman”ın neye nasıl olacağını açıklayan hükümler vardır; kimi bölümlerde de “iman”ın gereğini yaşayabilmek için ne tür uygulamalar yapılmasını veya nelerden kaçınılmasını anlatan âyetler vardır.
insanın yapısı ve özellikleri hiç değişmediği içindir ki insanın “hakikati”ni yaşamasına yönelik “nübüvvet” açıklamaları kıyamete kadar değişmez!. bu yüzden de, o muhteşem zât “son nebî-hatemin nebî”dir.
“risâlet”in ise son bulduğuna dair hiçbir âyet yoktur! “mehdî rasûl” kabulünün temelinde de bu inanış yatmaktadır.
esas itibariyle, “velâyet”, “allah” adıyla işaret edilenin “esmâ mertebesi”ndeki (isimlerle işaret edilen özellikler boyutu) “el velî” isminin özelliğinin birim kapasitesi kadarıyla açığa çıkmasından ibarettir.
“velâyet” ebedîdir… “nübüvvet” işleviyse dünya yaşamıyla sınırlı bir işlevdir!
“rasûl”lük mertebesi “velâyet”in zirvesidir.
1994 yılında yayınlanan, bugün “bilincin arinişi” adıyla okumakta olduğunuz kitabımda “velâyet” konusunda çok önemli bilgiler nakletmiştim. velâyet mertebeleri ve detayları hakkındaki geniş bilgiyi oradan okuyabilirsiniz.
“velâyet” temelde ikiye ayrılır.
1. velâyeti âmme… nübüvvet getirisine hakkıyla uymak suretiyle oluşan arınmanın oluşturduğu, halkın tâbiriyle, zâhir âlimlerinde açığa çıkan velâyet…
2. velâyeti hassa… risâlet kaynağından açığa çıkan “hakikat”e “iman” edip, bunu yaşayarak “yakîn”e erenlerin (ikân); veya bunun da ötesi “kurb” yapılarında açığa çıkanların “velâyet”i...
insanlık bir piramit gibi düşünülürse eğer, o piramidin zirvesindekiler “rasûl”lerdir.
onlar, her devirde, insanlığa kendi “hakikat”lerini bildirmek işlevini açığa çıkaranlardır...
onlardan tüm dünyaya yayılan “hakikat” dalgalarını alabilen beyinler olarak bizler de kapasitemiz kadarıyla bunları değerlendirmeye çalışıp çevremizle paylaşırız. biz olaya tasavvufî yönden yaklaşıp yansıtırken, bir bilim adamı da aynı gerçeği bilim yoluyla dillendirir veya bir başka alandaki kendi alanından… ama sonuçta hep dillendirilen, insanın hakikati ve bunu yaşamayı kolaylaştıracak yollardır.
insanların büyük çoğunluğu, risâlet kaynağından gelene “taklit” yollu ve dahi olayı anlamadan “iman” ettim sanır ve elinden geldiğince “nübüvvet” kaynağından gelene tâbi olurlar. işte bundan dolayıdır ki, “iman ettik derler, onlar iman etmemişlerdir, belki müslüman olmuşlardır” uyarısı yapılmıştır.
bu yüzdendir ki, “mümin” bambaşka bir yaşantının adıdır, “müslim” bambaşka bir yaşantının adıdır.
şimdi bir düşünün, paylaşmaya çalıştığımız gerçekleri, “peygamber” kelimesiyle örtüp geçenlerin oluşturduğu perdeyi!
ne hikmettir ki ömürler, “ulu tanrı, sevgili peygamberimiz, yüce evliya” avuntuları içinde harcanıp gitmekte!..
“risâlet” kaynağından çıkan “iman” edilesi “hakikat”i “tasdik eden” ikinin ikincisi “sıddîk”tan; yeryüzünde açığa çıkan tek muhteşem ilmin kapısı âlî’den; bugüne kadar yaşamış tüm “velî” ismi zuhur eden zevâta kadar hepsi de, “allah rasûlü”nün açıkladığı “hakikat”e “iman” ederek yola çıkmışlar, bunun getirisini yaşamışlar ve sonuçta da “enamte aleyhim” topluluğu arasında yerlerini almışlardır.
kiminde genç yaşlarda bu “iman” edilesi “hakikat” yaşanmış, kiminde de ömrünün son demlerine kalmıştır.
kimi de “taklidi iman” ile “nübüvvet”e tâbi olarak gereken çalışmaları yapmış ve “şirk-i hafî – gizli şirk” olarak kabul edilen anlayış içinde boyut değiştirmiştir.
ne var ki, sünnetullah yani sistem gerçeği kesindir:
“dünyadan â’mâ (basîreti kör) olarak ayrılan ebediyen basîreti kör olarak kalır!”
cennet boyutu ehlinin çoğunluğunun dahi “bühl “olacağını hatırlarsak…
ömrünü dedikodu ve “malayanî” ile harcamakta olanları nasıl bir yaşam beklemektedir boyut değiştirdiklerinde, fıtratınıza göre anlayışınıza bırakırım!
“allah rasûlü”nün dillendirdiği “hakikat”e “iman” ve dahi yaşamı kolaylaştırılmış olanlardan olmamız umuduyla.
http://www.ahmedhulusi.org/yazi/hzmuhammedeiman.htm
ahmed hulûsi
17 temmuz 2007
www.ahmedhulusi.org
ileride türkiyenin fikir dalgalanmaları, felsefi hareketleri incelenecekken, yapılacak olan istatistiki verilerde ve araştırmalarda muhakkak mihenk taşı olarak kullanılacak olan bu klip bir saçmalayıp popüler olma zihniyetinin ilk örneklerindendir. bugün ajdara kadar uzanan uzuuun bir işkence, salgın hastalık ve zarar ziyan zincirinin ilk halkalarıdır. nedense bu gibi üretimlerin kendilerine önem yükleyecek bir noktası her zaman için çıkıyor.
insanı bi yığın hesaplamadan kurtarır, ki bence de insan zekasını böyle kullanmalı, mantığı çözerse hesabını küçük bi makine de yapar. onunla vakit harcamasına gerek yok.
kürdistan tekmeyi yiyeceğim yerdir le aynı manaya gelecek olan cümledir. yanlış anlaşılma olmasın. türkiyenin iki parça olması sonunu hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz.
kirlisakal, kişisel ileti : "herhangi bir ipi aşağıya sarkıtırsan allah a düşer." ve dialog başlar.
chorome:
-selam hajı naber ?
kirlisakal:
-eyw iyiyim. sen nasılsın?
c-ben de iyiyim.
c-ya bu ip olayı ne anlamadım ??
k-abi şimdi bu bir hadis. ben de tam olarak bilmiyorum ama anladığım kadarıyla herhangi bir konuda çok derinleşince allah a yakınlaşıyorsun.
c-hmmm
c-yaa hajı sen kimsin ?
k-ben erhan. sen ?
c-ben de murat.
k-nerden tanıştık biz yaa.. neyse memnun oldum :)
chorome:
-selam hajı naber ?
kirlisakal:
-eyw iyiyim. sen nasılsın?
c-ben de iyiyim.
c-ya bu ip olayı ne anlamadım ??
k-abi şimdi bu bir hadis. ben de tam olarak bilmiyorum ama anladığım kadarıyla herhangi bir konuda çok derinleşince allah a yakınlaşıyorsun.
c-hmmm
c-yaa hajı sen kimsin ?
k-ben erhan. sen ?
c-ben de murat.
k-nerden tanıştık biz yaa.. neyse memnun oldum :)
"yüksekliği istedim, onu alçak gönüllülükte buldum." demiştir.
deneyimlerimden anladığım şu ki sarhoş eden içki değil muhabbet, ve hatta progressive çalışmalarımda gördüm ki sadece muhabbet le bile sarhoş olunabiliyor. hiç içmeden. ve en güzel sarhoşluk da o nazarımda..
bu bir titreşim gibidir. akla gelen yüzlerce fikir o titreşimi güçlendirir ve sonunda muazzam bir kızgınlık hali ortaya çıkar. genelde temelinde korkuyla birlikte kendisini var eden bir hadisedir. bu yapıda olan insanların kendilerini tutmak konusunda problemi olabilir. ve kendini tutamadığında genelde kötü şeylere yol açar. bunu aşmanın bir çok yolu var. zor olanı korkularınla yüzleşip kendinle daha barışık bir hale geçmek. celallenme anındaki anlık çözümler ise:
* başka tarafa bakmak
* ayaktaysan oturmak oturuyorsan yatmak
* gitmek, olay mevkiinden uzaklaşmak
* su ile haşır neşir olmak (bkz:abdest almak)
* sadece durmak ve bir şey düşünmemek geçeceğini bilmek
* başka tarafa bakmak
* ayaktaysan oturmak oturuyorsan yatmak
* gitmek, olay mevkiinden uzaklaşmak
* su ile haşır neşir olmak (bkz:abdest almak)
* sadece durmak ve bir şey düşünmemek geçeceğini bilmek
(not: hayyam için önceden yazdığım bir yazı vardı. buraya da ekleyeyim dedim)
hayyam’ın rubailerini okurken, onu tanımaya çalışırken aklımda bir söylenti vardı... "kimi ona deli diyor, kimi veli"
bir insan nasıl bu kadar ayrık sıfatları alabilir ki? anlaşılmazsa alır :)
yani söylediklerini tamamen sembolize edip, bunu mükemmel bir şekilde popülerleştirirse (şarap, keyif adamı gibi), herkesce okunur fakat herkesce anlaşılmaz... herkesce okunması onu gerçekten anlayacaklara gitmesini ve yaygınlaşmasını sağlar. ayrıca birisi hiçbir şey anlamadan okusa dahi bilinç altı çok şey anlamıştır(öyle olduğu varsayımındayım). ayrıca bu sembolize etme ve alttan saklayarak öze dair, evrensel gerçekliklere dair bir şeyler verme durumu hayyam’a has değildir. bunu yunus emre, pir sultan abdal hatta mevlana gibi herkesin bildiği ve benimsediği diğer önemli kişilerde yapmıştır. bu kişilerin bir diğer ortak özelliği de bağnazlığa çok sert karşı çıkışlarıdır***.
hayyamı okurken kitabın nerdeyse yarısına gelmiştim ki hâla kafamda hayyam’a dair soru işaretleri vardı. kim bu adam!? bir yerden sonra farkettim ki aslında hayyamın şarapla anlattığı, keyif ve zevk almanın çok ötesinde...
mesela :
"gül verme istersen, diken yeter bize.
işık da vermezsen, ateş yeter bize.
hırka, tekke, post most olasa da olur,
kilise çanları bile yeter bize."
dörtlüğü bana yunus emrenin;
"alimler ulemalar medresede buldusa
ben harabat içinde buldum ise ne oldu"
burada hayyam’ın "kilisenin çanları dahi yeter, nerede nasıl olduğun önemli değil her yerde o (hu) vardır" fikri yunus’un harabat içinde rastladığı, bulduğu çünkü "onun her yerde olduğu" fikriyle birebir örtüşmüyor mu ?
sizce bu bir tesadüf mü ?
bana göre bu değerli insanlar hayata dair samimice can baş ortaya koyarak yaptıkları derin araştırmalar neticesinde elde ettiklerini insanlarla paylaştılar. ama bunu tabi ki evrenin kendi özelliğine kişiliğine uygun olarak, "saklayarak" yaptılar..
netice itibariyle böyle insanları anlamakta doğal dengeler gereği çoğunluk zorlanacaktır. bazı kesim ise bilerek yanlış tarif edebilir. ama kısaca hayyam ın hayatına baktığım da bir bilim adamı olduğunu ve bir çok alan da çok "iş" yaptığını görüyorum. bu da bu insanın zevk düşkünü, kadın ve şarap müptelası olmadığını ispatlamak için yeterli bence. şu da bariz ki herhangi bir bağımlılığı olan insan ancak bir yere kadar gelebilir. bağımlılığı her daim onu zorla esiri altına alıp istediğini yapmasını engeller...
lakin! yaşamaktan mutlaka çok zevk alan birisi olduğu da belli. yani yaşadığından zevk almakla zevk "düşkün"ü olmak farklı şeyler..
"dünyada akla değer veren yok madem,
aklı az olanın parası çok madem,
getir şu şarabı, alsın aklımızı:
belki böyle beğenir bizi el alem!"
hayyam’ın rubailerini okurken, onu tanımaya çalışırken aklımda bir söylenti vardı... "kimi ona deli diyor, kimi veli"
bir insan nasıl bu kadar ayrık sıfatları alabilir ki? anlaşılmazsa alır :)
yani söylediklerini tamamen sembolize edip, bunu mükemmel bir şekilde popülerleştirirse (şarap, keyif adamı gibi), herkesce okunur fakat herkesce anlaşılmaz... herkesce okunması onu gerçekten anlayacaklara gitmesini ve yaygınlaşmasını sağlar. ayrıca birisi hiçbir şey anlamadan okusa dahi bilinç altı çok şey anlamıştır(öyle olduğu varsayımındayım). ayrıca bu sembolize etme ve alttan saklayarak öze dair, evrensel gerçekliklere dair bir şeyler verme durumu hayyam’a has değildir. bunu yunus emre, pir sultan abdal hatta mevlana gibi herkesin bildiği ve benimsediği diğer önemli kişilerde yapmıştır. bu kişilerin bir diğer ortak özelliği de bağnazlığa çok sert karşı çıkışlarıdır***.
hayyamı okurken kitabın nerdeyse yarısına gelmiştim ki hâla kafamda hayyam’a dair soru işaretleri vardı. kim bu adam!? bir yerden sonra farkettim ki aslında hayyamın şarapla anlattığı, keyif ve zevk almanın çok ötesinde...
mesela :
"gül verme istersen, diken yeter bize.
işık da vermezsen, ateş yeter bize.
hırka, tekke, post most olasa da olur,
kilise çanları bile yeter bize."
dörtlüğü bana yunus emrenin;
"alimler ulemalar medresede buldusa
ben harabat içinde buldum ise ne oldu"
burada hayyam’ın "kilisenin çanları dahi yeter, nerede nasıl olduğun önemli değil her yerde o (hu) vardır" fikri yunus’un harabat içinde rastladığı, bulduğu çünkü "onun her yerde olduğu" fikriyle birebir örtüşmüyor mu ?
sizce bu bir tesadüf mü ?
bana göre bu değerli insanlar hayata dair samimice can baş ortaya koyarak yaptıkları derin araştırmalar neticesinde elde ettiklerini insanlarla paylaştılar. ama bunu tabi ki evrenin kendi özelliğine kişiliğine uygun olarak, "saklayarak" yaptılar..
netice itibariyle böyle insanları anlamakta doğal dengeler gereği çoğunluk zorlanacaktır. bazı kesim ise bilerek yanlış tarif edebilir. ama kısaca hayyam ın hayatına baktığım da bir bilim adamı olduğunu ve bir çok alan da çok "iş" yaptığını görüyorum. bu da bu insanın zevk düşkünü, kadın ve şarap müptelası olmadığını ispatlamak için yeterli bence. şu da bariz ki herhangi bir bağımlılığı olan insan ancak bir yere kadar gelebilir. bağımlılığı her daim onu zorla esiri altına alıp istediğini yapmasını engeller...
lakin! yaşamaktan mutlaka çok zevk alan birisi olduğu da belli. yani yaşadığından zevk almakla zevk "düşkün"ü olmak farklı şeyler..
"dünyada akla değer veren yok madem,
aklı az olanın parası çok madem,
getir şu şarabı, alsın aklımızı:
belki böyle beğenir bizi el alem!"
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?