böldürtmekle ilgili fikrine ben de katılmakla beraber tc başlığı altında öyle pipisel fiilli bir entrynin fazlaca göze çarpması şeysine gönlüm elvermediğinden_
amaan sikerim. vercem muhteşemini lan!
#980982
bir, iki, üç, beş ve yedi neyse de kitap yazmaya başlamamla 5 sene önceki siyah mini dar elbisemin içine girebilmiş olmamın konuyla alakalı olduğunu bilmiyordum sözlük. öğrenmenin ve aldatılmanın yaşı yokmuş meğer.
bir, iki, üç, beş ve yedi neyse de kitap yazmaya başlamamla 5 sene önceki siyah mini dar elbisemin içine girebilmiş olmamın konuyla alakalı olduğunu bilmiyordum sözlük. öğrenmenin ve aldatılmanın yaşı yokmuş meğer.
evdeki kızkardeş kedilerimden biri, kısırlaştırma ameliyatına dayanamadı ve öldü.
geçen hafta sokakta tahmini 3 gün önce araba çarpmış ve terk edilmiş olarak bulunan orta boy dişi bir sokak köpeğinin ileri derecede yaralı ayağını ampute ettirdik. şu anda bir evin bahçesindeki odunlukta bakılmakta ama ona kalıcı bir yer arıyoruz.
geçtiğimiz hafta sonu evde kapalı ama bakacak birilerine emanet ederek bıraktığım tülü kuyruklu sarı beyaz erkek kedim 4 gündür can çekişerek ettiğim tüm müdahalelere rağmen, şehirdeki kedi ve köpekten anlayan tek veterinerin de olmamasından mütevellit; dün 17.45 itibariyle akşam ezanı okunurken can çekişti ve öldü.
sonra akşam eve gittiğimde "saw" filmi serisinin ilk filminin sonu gibi evdeki arap kedimin de kustuğunu görerek ve ölen sarı kedinin semptomlarının ilk kusma ile başladığını hatırlayarak; şaka mı lan bu narası attım evde. kediyi sabah şehre gelmiş bulunan veterinere teslim ettim. dedim "ya ölür, gömeriz, ya onur severiz."
yoruldum, üzüldüm, ağladım. çocuğuma bir şey olmadığı için şükrettim. dün bu sevme hissini benden alsın diye tanrıya dua ettim. gökten melek falan inmedi. maalesef ben sevmeye, onlar yaralanmaya ve bakıma muhtaç kalmaya devam.
pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
(bkz: yar bana bir eğlence medet)
geçen hafta sokakta tahmini 3 gün önce araba çarpmış ve terk edilmiş olarak bulunan orta boy dişi bir sokak köpeğinin ileri derecede yaralı ayağını ampute ettirdik. şu anda bir evin bahçesindeki odunlukta bakılmakta ama ona kalıcı bir yer arıyoruz.
geçtiğimiz hafta sonu evde kapalı ama bakacak birilerine emanet ederek bıraktığım tülü kuyruklu sarı beyaz erkek kedim 4 gündür can çekişerek ettiğim tüm müdahalelere rağmen, şehirdeki kedi ve köpekten anlayan tek veterinerin de olmamasından mütevellit; dün 17.45 itibariyle akşam ezanı okunurken can çekişti ve öldü.
sonra akşam eve gittiğimde "saw" filmi serisinin ilk filminin sonu gibi evdeki arap kedimin de kustuğunu görerek ve ölen sarı kedinin semptomlarının ilk kusma ile başladığını hatırlayarak; şaka mı lan bu narası attım evde. kediyi sabah şehre gelmiş bulunan veterinere teslim ettim. dedim "ya ölür, gömeriz, ya onur severiz."
yoruldum, üzüldüm, ağladım. çocuğuma bir şey olmadığı için şükrettim. dün bu sevme hissini benden alsın diye tanrıya dua ettim. gökten melek falan inmedi. maalesef ben sevmeye, onlar yaralanmaya ve bakıma muhtaç kalmaya devam.
pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
(bkz: yar bana bir eğlence medet)
duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini sözlük.. acırım heder olan o en güzel entrylerime..
kirpiklerin ok ok eyle vur sineme öldür beni sözlük.. bıktım dünyanın halinden.. gözyaşım düşer gözümden.. sevdiklerimi elimden.. bir bir alma alma sözlük..
kapat gözlerini kimse görmesin sözlük.. yalnız benim için bak yeşil yeşil.. gözlerin kimseye muhteşem vermesin.. yalnız beni oku beni bil sözlük..
gözlerinin içine başka bilgiç girmesin.. bana ait entryler dikkat et silinmesin sözlük..
senin en güzel yerin kahverengi gözlerin sözlük.. ruhuma neşe sunar muhteşemlerin sözlük..
bunu sana yazdığımı bilmezsin sözlük.. bir yabancı entry gibi dinlersin.. benim için önce blogum sonra sensin.. bir tek dileğim var mutlu ol sözlük..
kirpiklerin ok ok eyle vur sineme öldür beni sözlük.. bıktım dünyanın halinden.. gözyaşım düşer gözümden.. sevdiklerimi elimden.. bir bir alma alma sözlük..
kapat gözlerini kimse görmesin sözlük.. yalnız benim için bak yeşil yeşil.. gözlerin kimseye muhteşem vermesin.. yalnız beni oku beni bil sözlük..
gözlerinin içine başka bilgiç girmesin.. bana ait entryler dikkat et silinmesin sözlük..
senin en güzel yerin kahverengi gözlerin sözlük.. ruhuma neşe sunar muhteşemlerin sözlük..
bunu sana yazdığımı bilmezsin sözlük.. bir yabancı entry gibi dinlersin.. benim için önce blogum sonra sensin.. bir tek dileğim var mutlu ol sözlük..
#981334
biz kendisine ne yaptırmış olabiliriz ki? merak ettim ben.
biz kendisine ne yaptırmış olabiliriz ki? merak ettim ben.
(bkz: seninki kaç santim)
güzel temellere dayanıyor olsa da kimsenin kimsenin başına, hele 2 ciltlik tdk sözlüğünü çalmaması gerekirken, bir kızgınlık anında söylenmiş olması muhtemel, hoşnutsuzluk belirtir cümle.
(bkz: ukdelerden ukde beğenmek)
(bkz: ukdelerden ukde beğenmek)
hazreti adem in iki oğlunun isimleri.
:--------------------------------------------------beş minareli film ve av mevsimi eleştiri spoylersi------------------------------------------------:
mahzun kırmızıgül’ün şanssızlığı onu yavuz turgul’la karşılaştıracak olmam. bu, ilkokul ikiye giden oğlumun resimlerini picasso’nun guernica’sı ile karşılaştırmak gibi. allah’tan bizim çocuk ressam olacağım diye tutturmuyor da biz de ona milyon dolarlık bütçelerle amerika’larda eğitim falan aldırmaya kalkışmıyoruz.
her şeyden önce polisiye filmlerdeki kovalamaca, kaçış vs sahnelerini biz amerikan filmlerinde gördük ilk. o yüzden dilimizde ‘amerikan filmi gibi’ diye bir tanım var. ama nedir, her şeyin aslı iyidir. ‘gibi’ olabilmek için çok çaba ve para sarf edilse de ‘gibi’ olmaktan öteye geçemezsiniz işte.
bizim memleketimizde amerika’daki gibi virajsız otobanlar, üç şeritli dümdüz ve birbirini dik kesen geometrik caddeler yoktur. en uzun kovalamaca sahnesi, önünüze bakracıyla yoğurt satan bir amca, sırtında çuvalı ile ağır ağır ilerleyen bir hamal çıkana kadar sürer. nitekim yavuz turgul da kovalamacayı tam tadında türk işi bir durumla kesiyor.
ayrıca filmlerdeki polis karakterlerinden öğrendiğimiz bazı taktikler ve ayrıntılar vardır. gizli görevdeki bir polis hemen o görevin akabinde deşifre edilmez. gizli olarak yurtdışına çıkacak bir polis cep telefonundan ailesini veya memleketini arayıp nereye gittiğini açık açık söyleyemez. beş minareli filmde tüm bunlar göz ardı edilerek senaryo yazıldığı için, bol bol csi serisi izlemekten izleyiciden çok eleştirmen haline gelmiş bir kitleyi kendinize güldürdünüz. ayrıca yabancı dil bilmeyen bir polis dilini konuşamadığı bir ülkeye göreve gönderilmez. gönderilirse mahzun’un canlandır(ama)dığı polis karakteri gibi ikide bir ne diyor bu? diye sorar durur.
gelelim iyi yönetmen / iyi senaryo / iyi oyuncu üçlemesine. çok iyi bir golcüyü takıma alırsınız ama iyi orta yapan olmazsa, ligin yarısına gelindiğinde golcünün hala gol atamadığı görülür. haluk bilginer güzel iş çıkarmış ama tek başına filmi kurtaramaz.
gelin aktörleri değiş tokuş edelim: new york’ta beş minare’de şener şen dini bütün müslümanı, av mevsimi’nde haluk bilginer avcı lakaplı cinayet masası dedektifini oynasın. oynarlar. kendi tarzlarıyla çok da güzel oynarlar. ama bu sefer şener şen için filmi kurtaramaz diyeceğim. çünkü dini bütün müslüman ve sütten çıkmış ak kaşık gibi pür i pak o adamı neden bir uyuşturucu mafyası liderini hapisten kaçırır gibi patlamalarla, maske giymiş adamlarla falan kaçırdılar? bir de nasıl? hepsi hepsi new york’ta bir iş sahibi olmuş, boş zamanlarında namaz kılıp kendi yerel giysileriyle gezen üç beş müslüman adamın eline o kadar teçhizat ve özel eğitimli adam nasıl geçti?
bilginer’in canlandırdığı hacı karakterinin karısı neden çok yakışıksız duruyor? neymiş hristiyanmış! olsun! ama dallas dizisinden fırlamış da filme konuk oyuncu olarak gelmiş gibi, ne hacı’ya sarılışında, ne onu öpüşünde, ne dokunuşunda samimi olabilen, yunan kadınlarına benzeyen güzel ama soğuk bir kadın! sinemada görsellik önemlidir tamam ama çiftler arasında da boy pos uyumu olmalıdır. olmayınca ancak o kadar inandırıcı oluyor işte.
sonra mahzun’un canlandırdığı polis karakterinin filmin bir yerinde gayet ihtişamlı yeminler eden türk polis teşkilatını kimlik değiştirerek kandırmış olması? yahu hiç mi araştırma yapılmaz bu memlekette teşkilata polis alınırken?
ülkücülerin yemini, en baştaki gazeteci cinayeti, sonraki hücre evi çatışması, zikir töreni, mevlevilerin semahı hep görüntü ve ses olarak mükemmel ama filmin içine parça atılmış gibi yabani kalmış sahneler. başı, sonu, devamı yok hiçbirinin.
hele türkçe dublaj seçenekli seansların olması? çizgi film mi bu da 0-7 yaş grubu seyrederken okuyamaz kaygısı taşınsın? madem yaptınız bir iş alt yazılı verin kardeşim. bilginer ve sandal’ın başka bir dilde sergiledikleri oyunculuklarını görebilelim.
mustafa sandal tamamen ayrı bir kimlikte, popçu tarzından uzak çıkıyor karşımıza ama o ukala amerikan dedektifiyle türkler hakkında şöyle ateşli bir ingilizce tartışma götürebilseydi hepimizin gözüne girerdi eminim. cem yılmaz, o şımarık, belden aşağı espri yapmadan duramayan adam ise popçuya adeta müzik dersi verircesine türkü çığırıyor av mevsimi’nde. buna değinmişken av mevsiminin genel olarak müziklerinin kayda değer olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
av mevsimi’nde, hani yardımcı erkek oyuncu oscar’ı verilecek aday olsa çetin tekindor usta bu ödüle hakkıyla layık olurdu. cem yılmaz ile bir ağız dalaşı sahneleri var ki bence ustanın ustalığı ile çırağını bir üst seviyeye taşımasını başka türlü örnekleyemezlerdi. demek ki neymiş? yönetmen usta, diğer oyuncular usta olunca acemi orta saha oyuncusu bile röveşata ile gol atabiliyormuş.
mahzun’u ‘abi senden sıkı yönetmen olur, gel bir de polisiye çek, hem de amerikan filmi gibi action olsun, ulan var mısın sen de polis ol, hem de filmin yarısını amerika’da çekelim, ee adı ne olsun, ne olacak bitlis’in beş minaresini new york’a dikeriz olur biter!’ diye dolduruşa getirenler sözüm size. bir dahaki sefere amerikan başkanı yapmaya veya titanik’i sudan çıkarmaya falan kalkarsınız aman diyim!
mahzun önce gitsin yavuz abisinden ders alsın. türk filmlerini tekrar tekrar seyretsin. ne diye sordu ferman tezcan av mevsimi’nde: ‘katilin belli olmadığı bir cinayet romanı okumak ister miydin?’
beş minareli filmde bütün film boyunca aranılan kişinin, hiç de inandırıcı olmayan bir şekilde yakalanması, filmin sonunu bağlamıyor. tabiri caizse seyirciyi doruk noktasına ulaştırmak lazım. ondan sonra bırak isteyen düşer, isteyen atlar, isteyen orda kalır.
keşke filmin sonunda ‘ben kimim biliyor musun?’ dediğinde bir flash-back ler silsilesi eşliğinde ‘deccal benim!’ diyeydi mahzun! dadından yinmez idi!
:--------------------------------------------------beş minareli film ve av mevsimi eleştiri spoylersi------------------------------------------------:
mahzun kırmızıgül’ün şanssızlığı onu yavuz turgul’la karşılaştıracak olmam. bu, ilkokul ikiye giden oğlumun resimlerini picasso’nun guernica’sı ile karşılaştırmak gibi. allah’tan bizim çocuk ressam olacağım diye tutturmuyor da biz de ona milyon dolarlık bütçelerle amerika’larda eğitim falan aldırmaya kalkışmıyoruz.
her şeyden önce polisiye filmlerdeki kovalamaca, kaçış vs sahnelerini biz amerikan filmlerinde gördük ilk. o yüzden dilimizde ‘amerikan filmi gibi’ diye bir tanım var. ama nedir, her şeyin aslı iyidir. ‘gibi’ olabilmek için çok çaba ve para sarf edilse de ‘gibi’ olmaktan öteye geçemezsiniz işte.
bizim memleketimizde amerika’daki gibi virajsız otobanlar, üç şeritli dümdüz ve birbirini dik kesen geometrik caddeler yoktur. en uzun kovalamaca sahnesi, önünüze bakracıyla yoğurt satan bir amca, sırtında çuvalı ile ağır ağır ilerleyen bir hamal çıkana kadar sürer. nitekim yavuz turgul da kovalamacayı tam tadında türk işi bir durumla kesiyor.
ayrıca filmlerdeki polis karakterlerinden öğrendiğimiz bazı taktikler ve ayrıntılar vardır. gizli görevdeki bir polis hemen o görevin akabinde deşifre edilmez. gizli olarak yurtdışına çıkacak bir polis cep telefonundan ailesini veya memleketini arayıp nereye gittiğini açık açık söyleyemez. beş minareli filmde tüm bunlar göz ardı edilerek senaryo yazıldığı için, bol bol csi serisi izlemekten izleyiciden çok eleştirmen haline gelmiş bir kitleyi kendinize güldürdünüz. ayrıca yabancı dil bilmeyen bir polis dilini konuşamadığı bir ülkeye göreve gönderilmez. gönderilirse mahzun’un canlandır(ama)dığı polis karakteri gibi ikide bir ne diyor bu? diye sorar durur.
gelelim iyi yönetmen / iyi senaryo / iyi oyuncu üçlemesine. çok iyi bir golcüyü takıma alırsınız ama iyi orta yapan olmazsa, ligin yarısına gelindiğinde golcünün hala gol atamadığı görülür. haluk bilginer güzel iş çıkarmış ama tek başına filmi kurtaramaz.
gelin aktörleri değiş tokuş edelim: new york’ta beş minare’de şener şen dini bütün müslümanı, av mevsimi’nde haluk bilginer avcı lakaplı cinayet masası dedektifini oynasın. oynarlar. kendi tarzlarıyla çok da güzel oynarlar. ama bu sefer şener şen için filmi kurtaramaz diyeceğim. çünkü dini bütün müslüman ve sütten çıkmış ak kaşık gibi pür i pak o adamı neden bir uyuşturucu mafyası liderini hapisten kaçırır gibi patlamalarla, maske giymiş adamlarla falan kaçırdılar? bir de nasıl? hepsi hepsi new york’ta bir iş sahibi olmuş, boş zamanlarında namaz kılıp kendi yerel giysileriyle gezen üç beş müslüman adamın eline o kadar teçhizat ve özel eğitimli adam nasıl geçti?
bilginer’in canlandırdığı hacı karakterinin karısı neden çok yakışıksız duruyor? neymiş hristiyanmış! olsun! ama dallas dizisinden fırlamış da filme konuk oyuncu olarak gelmiş gibi, ne hacı’ya sarılışında, ne onu öpüşünde, ne dokunuşunda samimi olabilen, yunan kadınlarına benzeyen güzel ama soğuk bir kadın! sinemada görsellik önemlidir tamam ama çiftler arasında da boy pos uyumu olmalıdır. olmayınca ancak o kadar inandırıcı oluyor işte.
sonra mahzun’un canlandırdığı polis karakterinin filmin bir yerinde gayet ihtişamlı yeminler eden türk polis teşkilatını kimlik değiştirerek kandırmış olması? yahu hiç mi araştırma yapılmaz bu memlekette teşkilata polis alınırken?
ülkücülerin yemini, en baştaki gazeteci cinayeti, sonraki hücre evi çatışması, zikir töreni, mevlevilerin semahı hep görüntü ve ses olarak mükemmel ama filmin içine parça atılmış gibi yabani kalmış sahneler. başı, sonu, devamı yok hiçbirinin.
hele türkçe dublaj seçenekli seansların olması? çizgi film mi bu da 0-7 yaş grubu seyrederken okuyamaz kaygısı taşınsın? madem yaptınız bir iş alt yazılı verin kardeşim. bilginer ve sandal’ın başka bir dilde sergiledikleri oyunculuklarını görebilelim.
mustafa sandal tamamen ayrı bir kimlikte, popçu tarzından uzak çıkıyor karşımıza ama o ukala amerikan dedektifiyle türkler hakkında şöyle ateşli bir ingilizce tartışma götürebilseydi hepimizin gözüne girerdi eminim. cem yılmaz, o şımarık, belden aşağı espri yapmadan duramayan adam ise popçuya adeta müzik dersi verircesine türkü çığırıyor av mevsimi’nde. buna değinmişken av mevsiminin genel olarak müziklerinin kayda değer olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
av mevsimi’nde, hani yardımcı erkek oyuncu oscar’ı verilecek aday olsa çetin tekindor usta bu ödüle hakkıyla layık olurdu. cem yılmaz ile bir ağız dalaşı sahneleri var ki bence ustanın ustalığı ile çırağını bir üst seviyeye taşımasını başka türlü örnekleyemezlerdi. demek ki neymiş? yönetmen usta, diğer oyuncular usta olunca acemi orta saha oyuncusu bile röveşata ile gol atabiliyormuş.
mahzun’u ‘abi senden sıkı yönetmen olur, gel bir de polisiye çek, hem de amerikan filmi gibi action olsun, ulan var mısın sen de polis ol, hem de filmin yarısını amerika’da çekelim, ee adı ne olsun, ne olacak bitlis’in beş minaresini new york’a dikeriz olur biter!’ diye dolduruşa getirenler sözüm size. bir dahaki sefere amerikan başkanı yapmaya veya titanik’i sudan çıkarmaya falan kalkarsınız aman diyim!
mahzun önce gitsin yavuz abisinden ders alsın. türk filmlerini tekrar tekrar seyretsin. ne diye sordu ferman tezcan av mevsimi’nde: ‘katilin belli olmadığı bir cinayet romanı okumak ister miydin?’
beş minareli filmde bütün film boyunca aranılan kişinin, hiç de inandırıcı olmayan bir şekilde yakalanması, filmin sonunu bağlamıyor. tabiri caizse seyirciyi doruk noktasına ulaştırmak lazım. ondan sonra bırak isteyen düşer, isteyen atlar, isteyen orda kalır.
keşke filmin sonunda ‘ben kimim biliyor musun?’ dediğinde bir flash-back ler silsilesi eşliğinde ‘deccal benim!’ diyeydi mahzun! dadından yinmez idi!
:--------------------------------------------------beş minareli film ve av mevsimi eleştiri spoylersi------------------------------------------------:
liman güzel. liman cici. ama özgür ruhlar ilk fırtınada demir alıp gidici.
çünkü özgürlük doğasına çağırır insanı. doğa ise yalnız olmayı gerektirir. yalnızken korkuyla karışık bir heyecan duyulur doğada. kalp atışları hızlanır, adrenalin salgılanır. fakat insan doğası, her nedense, aşkı, özgürlüğüyle takas etmeye her an hazırdır.
aşk asla pişman olmamaktır demiş adam. hayır, aşk pişman olmaktır. aşk acıdır, acı çekmektir. travmadır, travma yaşamaktır.
aşık oluyorum, demez kimse. aşık oldum, der. aşkta sevgi yoktur. sevgi zamanla meydana gelir. sevgide alışmak, irdelemek, karar vermek vardır. aşkta irdelemek olmaz. aşka karar verilmez, aşk kendisi karar verir.
aşk tek kişiliktir. ‘biz birbirimizi seviyoruz’ denebilir. öpüşmek, sevişmek, koklaşmak hep iki kişilik eylemlerdir. ama asla ‘biz birbirimize aşıkız’ denmez. aşk bir yönden diğerine akan bir nehirdir. ve nehrin suları asla kaynağına dönmez.
aşkın di’li zaman kipinde pişmanlık vardır. keşke daha çok görebilseydim, keşke aradığında gitseydim, keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim, der, barda oturmuş muhtemelen bir eli alnıyla saçlarının arasında hoyratça gidip gelen, diğer eli de bardağı kırıp kendini yaralamak istercesine sıkıştırıp duran bir aşık. kırar bardağı çünkü acı çekiyordur içten ve bunun dışa vurmasını ister. içi kanar, dışı da kanasın ister. damla damla akarken kanı tezgaha, aşkın kendisini düşürdüğü tezgahtan bihaber uzayıp gider muhabbeti barmenle.
aşka cesaret işlemez. barmenin bir bardak içki daha dolduruşu ile açılan telefon pişmanlığın sıcacık kucağına beş bin metreden sky-diving yaptırır aşık’a. çünkü aşıkken konuşmalar hep yarım kalır.
sevgi cümlesinin yarısında iken konuşma, bir telefon şarjının azizliğine uğrayacaktır. bir dahaki sefere aradığınız kişiye hiç ulaşılamayacaktır. beş dakikası bir kontörden aşklar yaşanacaktır kontörünüz elverdiğince. o da hep ikibuçukuncu dakikada başka bir ‘incoming call’ ile sekteye uğrayacaktır.
konuşmanın sonunda, dudağımı kızgın mumla mühürleselerdi de diyemediklerim çıkmasaydı ağzımdan, dedirtir. hep o konuşsa hep ben dinleseydim, söyledikleri, söyleyeceklerime tekabül edebilseydi kelime borsasında. ama kırılmış ikinci el bir telefon ve kanayan ikinci bir el arta kalır gecenin karanlığında.
aşkla dolmak gerekir, bedenden eksilen kanı aşkın kilometresine bakmadan başka bir bedenden tamamlamak gerekir. aşık’ın bedeni, kendi ruhunu en yakın fosseptik çukuruna tahliye ederken, maşuk’la dolar. artık yer gök o, aklı o, fikri o’dur. bir imparator penguen ülkesindeki aşık penguen gibi nereye baksa onu görür artık göz.
aşk hiçbir zaman tamam olmamaktır. onlar ermiş muradına olmaz aşkta, çünkü onlar yoktur. bedenin yarısı dolarken yarısı boşalır:
sen hep bana az hep bana yarım kalp yarım adım yarım bakış yarım iki kere iki ediyor yarım aklımın yarısı var kalan yarısı yarım yıkılmadan ikiye bölünmüş bir duvar bir olayım derken yarıma inmiş bir dünyada bir artı bir eşittir yarım benim yarım sende senin yarın burada benim yarım yaralı orda buradaki yaralarım yarım her şey hep akılda akıllar hep yarım
bir artı bir, iki edemez, etmeyecek bu denklemde. artı işareti uzaktan artı gibi dursa da aslında bir çizginin altında ve üstünde noktalardan ibaret olan bölü işaretidir o. biri bire bölüyor. biri kılıçla ikiye bölüyor. bir birin üstüne o kadar ağırlığıyla düşüyor ki alttaki bir de dayanamıyor ikiye bölünüyor, yarım kalıyor. geriye kalan: iki tane bir ama ikisi de yarım.
aşk naiftir, kırılgandır. çok fazla ellenmeye, dillenmeye gelmez. ‘neden başınızı öne eğdiniz?’ cümlesindeki ‘z’ harfleri ve ikinci tekil şahsa yakıştırılmış ikinci çoğul şahıs zamiri kadar zariftir. el üstünde tutulmalıdır, öte yandan hayatın ışıksız bir kuyusunda yaşanır ki buradaki kuyunun ‘u’ harfindeki gibi bir içi, bir dibi, bir sonu da yoktur. dipsizdeki ‘z’ harfi de aşkın sahibine ettiği zulme ve zorba kadere işaret eder, zariflikle ne kadar da çelişerek.
sırf bu yüzden o kuyunun dipsizliğinde yaşanan aşk ile acı’nın baş harfi aynı a’dır.
aşk sonsuza kadar sürmez, bir ömrü vardır. aşkın ömrünü tamamladığı an, peşinden koşuldukça omuzlarını silkerek narsisizmin bahçesinden bir türlü dışarı çıkmak bilmeyen maşuk’un, aşık’ını mazoşizmle doygun noktaya getirdiği andır. geldiği gibi gitmez aşk bedenden, en yakın kıyıdan denize dökmek gerekir. ne yazık ki bedenin bir yarısını da kendisi ile alır götürür. zaten aşk şiirlerini kalıcı dövme yaptırdığı yarısını çoktan ateşe vermiştir beden, kurtulmak için kendisinden.
ateşler gökyüzüne doğru yükselirken, bir yerlerde aşkından ölmüş bir kalbin daha cenaze namazı kılınmaktadır: nasil bilirdiniz?...
özgürlüğün aşkla takas edildiği yerde emanetin süresi dolmuştur. insan doğası aşkı iade edip özgürlüğünü giyer. yanık yaraları içindeki bedenini tekrar açık denizin iyodu ile pansuman eder. güneşli bir günde sığınılan limandan akıl ikmali yapılır. özgür ruh ilk fırtınada demir almaya hazırdır.
çünkü özgürlük doğasına çağırır insanı. doğa ise yalnız olmayı gerektirir. yalnızken korkuyla karışık bir heyecan duyulur doğada. kalp atışları hızlanır, adrenalin salgılanır. fakat insan doğası, her nedense, aşkı, özgürlüğüyle takas etmeye her an hazırdır.
aşk asla pişman olmamaktır demiş adam. hayır, aşk pişman olmaktır. aşk acıdır, acı çekmektir. travmadır, travma yaşamaktır.
aşık oluyorum, demez kimse. aşık oldum, der. aşkta sevgi yoktur. sevgi zamanla meydana gelir. sevgide alışmak, irdelemek, karar vermek vardır. aşkta irdelemek olmaz. aşka karar verilmez, aşk kendisi karar verir.
aşk tek kişiliktir. ‘biz birbirimizi seviyoruz’ denebilir. öpüşmek, sevişmek, koklaşmak hep iki kişilik eylemlerdir. ama asla ‘biz birbirimize aşıkız’ denmez. aşk bir yönden diğerine akan bir nehirdir. ve nehrin suları asla kaynağına dönmez.
aşkın di’li zaman kipinde pişmanlık vardır. keşke daha çok görebilseydim, keşke aradığında gitseydim, keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim, der, barda oturmuş muhtemelen bir eli alnıyla saçlarının arasında hoyratça gidip gelen, diğer eli de bardağı kırıp kendini yaralamak istercesine sıkıştırıp duran bir aşık. kırar bardağı çünkü acı çekiyordur içten ve bunun dışa vurmasını ister. içi kanar, dışı da kanasın ister. damla damla akarken kanı tezgaha, aşkın kendisini düşürdüğü tezgahtan bihaber uzayıp gider muhabbeti barmenle.
aşka cesaret işlemez. barmenin bir bardak içki daha dolduruşu ile açılan telefon pişmanlığın sıcacık kucağına beş bin metreden sky-diving yaptırır aşık’a. çünkü aşıkken konuşmalar hep yarım kalır.
sevgi cümlesinin yarısında iken konuşma, bir telefon şarjının azizliğine uğrayacaktır. bir dahaki sefere aradığınız kişiye hiç ulaşılamayacaktır. beş dakikası bir kontörden aşklar yaşanacaktır kontörünüz elverdiğince. o da hep ikibuçukuncu dakikada başka bir ‘incoming call’ ile sekteye uğrayacaktır.
konuşmanın sonunda, dudağımı kızgın mumla mühürleselerdi de diyemediklerim çıkmasaydı ağzımdan, dedirtir. hep o konuşsa hep ben dinleseydim, söyledikleri, söyleyeceklerime tekabül edebilseydi kelime borsasında. ama kırılmış ikinci el bir telefon ve kanayan ikinci bir el arta kalır gecenin karanlığında.
aşkla dolmak gerekir, bedenden eksilen kanı aşkın kilometresine bakmadan başka bir bedenden tamamlamak gerekir. aşık’ın bedeni, kendi ruhunu en yakın fosseptik çukuruna tahliye ederken, maşuk’la dolar. artık yer gök o, aklı o, fikri o’dur. bir imparator penguen ülkesindeki aşık penguen gibi nereye baksa onu görür artık göz.
aşk hiçbir zaman tamam olmamaktır. onlar ermiş muradına olmaz aşkta, çünkü onlar yoktur. bedenin yarısı dolarken yarısı boşalır:
sen hep bana az hep bana yarım kalp yarım adım yarım bakış yarım iki kere iki ediyor yarım aklımın yarısı var kalan yarısı yarım yıkılmadan ikiye bölünmüş bir duvar bir olayım derken yarıma inmiş bir dünyada bir artı bir eşittir yarım benim yarım sende senin yarın burada benim yarım yaralı orda buradaki yaralarım yarım her şey hep akılda akıllar hep yarım
bir artı bir, iki edemez, etmeyecek bu denklemde. artı işareti uzaktan artı gibi dursa da aslında bir çizginin altında ve üstünde noktalardan ibaret olan bölü işaretidir o. biri bire bölüyor. biri kılıçla ikiye bölüyor. bir birin üstüne o kadar ağırlığıyla düşüyor ki alttaki bir de dayanamıyor ikiye bölünüyor, yarım kalıyor. geriye kalan: iki tane bir ama ikisi de yarım.
aşk naiftir, kırılgandır. çok fazla ellenmeye, dillenmeye gelmez. ‘neden başınızı öne eğdiniz?’ cümlesindeki ‘z’ harfleri ve ikinci tekil şahsa yakıştırılmış ikinci çoğul şahıs zamiri kadar zariftir. el üstünde tutulmalıdır, öte yandan hayatın ışıksız bir kuyusunda yaşanır ki buradaki kuyunun ‘u’ harfindeki gibi bir içi, bir dibi, bir sonu da yoktur. dipsizdeki ‘z’ harfi de aşkın sahibine ettiği zulme ve zorba kadere işaret eder, zariflikle ne kadar da çelişerek.
sırf bu yüzden o kuyunun dipsizliğinde yaşanan aşk ile acı’nın baş harfi aynı a’dır.
aşk sonsuza kadar sürmez, bir ömrü vardır. aşkın ömrünü tamamladığı an, peşinden koşuldukça omuzlarını silkerek narsisizmin bahçesinden bir türlü dışarı çıkmak bilmeyen maşuk’un, aşık’ını mazoşizmle doygun noktaya getirdiği andır. geldiği gibi gitmez aşk bedenden, en yakın kıyıdan denize dökmek gerekir. ne yazık ki bedenin bir yarısını da kendisi ile alır götürür. zaten aşk şiirlerini kalıcı dövme yaptırdığı yarısını çoktan ateşe vermiştir beden, kurtulmak için kendisinden.
ateşler gökyüzüne doğru yükselirken, bir yerlerde aşkından ölmüş bir kalbin daha cenaze namazı kılınmaktadır: nasil bilirdiniz?...
özgürlüğün aşkla takas edildiği yerde emanetin süresi dolmuştur. insan doğası aşkı iade edip özgürlüğünü giyer. yanık yaraları içindeki bedenini tekrar açık denizin iyodu ile pansuman eder. güneşli bir günde sığınılan limandan akıl ikmali yapılır. özgür ruh ilk fırtınada demir almaya hazırdır.
demet akalın gelsin kaydolsun, ben onu takip eden 24000. insan olmazsam neyim.
ing.; milyonda bir tanesin. mecazi olarak, senin gibisini asla bir daha bulamam manasında kullanılır.
(bkz: one in a million)
(bkz: one in a million)
#980680
parfümü sürüp de dışarı çıktığım zaman şu sözü duymadığım gecem olmadı:
(bkz: you are one in a million)
parfümü sürüp de dışarı çıktığım zaman şu sözü duymadığım gecem olmadı:
(bkz: you are one in a million)
bvlgari nin reklamlarını clive owen ile çekme azizliğini gösterdiği parfüm markası.
masculine ve charisma deyince seçtikleri adamı nokta vuruşu ile başarmışlar demekten başka bir şey gelmiyor elden. bir de beyefendiye bakıp bakıp yalanmak tabii.
masculine ve charisma deyince seçtikleri adamı nokta vuruşu ile başarmışlar demekten başka bir şey gelmiyor elden. bir de beyefendiye bakıp bakıp yalanmak tabii.
(bkz: bvlgari man)
online uyeler
independence (jedi) [msg] [kim]
laughter (5. nesil bilgic) [msg] [kim]
mmkurabiye (5. nesil bilgic) [msg] [kim]
lethe (5. nesil bilgic) [msg] [kim]
atacamadesert (5. nesil bilgic) [msg] [kim]
coco (5. nesil bilgic) [msg] [kim]
melun (5. nesil bilgic) [msg] [kim]
$u anda yonetimden
1 jedi,
0 moderator,
1 bot(genelde gorunmez bu),
uyelerden ise
0 gammaz,
6 bilgic,
0 comez,
uyelerden toplam 7 ki$i sozlukte at ko$turuyorlar.
ayrica
$u anda bilgi sozluku 15 ki$i okuyor.
independence (jedi) [msg] [kim]
laughter (5. nesil bilgic) [msg] [kim]
mmkurabiye (5. nesil bilgic) [msg] [kim]
lethe (5. nesil bilgic) [msg] [kim]
atacamadesert (5. nesil bilgic) [msg] [kim]
coco (5. nesil bilgic) [msg] [kim]
melun (5. nesil bilgic) [msg] [kim]
$u anda yonetimden
1 jedi,
0 moderator,
1 bot(genelde gorunmez bu),
uyelerden ise
0 gammaz,
6 bilgic,
0 comez,
uyelerden toplam 7 ki$i sozlukte at ko$turuyorlar.
ayrica
$u anda bilgi sozluku 15 ki$i okuyor.
hiç okumadım ama sanal seks yapmak gibi bir şeydir sanırım. bittiği zaman bitirdiğinize eminsinizdir ama yine de hiçbir şey okumamışsınız hissinden kurtulamayacaksınız..
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?