shakespeare gerçekten ilginç bir tarihi kişilik. henüz, yaşayıp yaşamadığı bile kesinlik kazanmış değil! shakespeare’ye ait olduğu kabul edilen oyunların, aslında başka bir ingiliz’e ait olduğu iddiaları ciddi biçimde günümüz edebiyat tarihçilerini meşgul ediyor. şahsen buradan yeni bir da vinci şifresi çıkma olasılığını yüksek görüyorum. her an tetikte olmakta fayda var! bu oyunların yazarı her kimse, belki de oyunların içinde künyesini gizlemiş olabilir! neden olmasın?
iki düşman ailenin birbirini seven çocuklarının ölümle sonuçlanan mutsuz aşklarını konu alan “romeo ve jüliet”, shakespeare’in belki de en meşhur oyunu. dünyada bu oyunun adını duymayan insan sanırım pek azdır.
her ne kadar, konusunu ana hatlarıyla bilmiş olsam da, pazar sabahını ve öğleden sonrasını bu oyunu okumakla geçirmekten büyük zevk aldım. birden çok versiyonunu onlarca kez ekrandan izlemiş de olsak, değişik kitaplarda ve yazılarda oyuna yapılmış atıfları okumuş da olsak, bizzat kitaptan oyunu okumanın tadı bambaşka. eser hakkında birinci elden fikir sahibi olabilmek, birinci elden eserin ruhunu hissedebilmek için “kitabı” okumak gerekli ve önemli. özetle, iyi ki okumuşum.
***
oyunu okurken, kendimce güzel ya da önemli bulduğum satırların altını çizip durdum. içlerinden epeyce birkaçını buraya almak istiyorum:
“romeo – nefretten neler doğuyor, ama daha çoktur sevgiden doğan.”
“benvolio – adam sen de, bir ateş başka bir ateşi söndürür,
bir ağrı başka bir acıyla hafifler;
başın döndü mü, tersine çevir onu;
umutsuz bir keder başka bir kaygıyla giderilir;
yeni bir zehir bul gözlerine,
öncekinin öldürücü zehri yok olur.”
“romeo – gözlerimin sarsılmaz inancı,
böyle bir vefasızlık ederse, ateş olsun yaşlar.”
“mercutio – aşk sana hoyrat davranırsa,
sen de hoyrat davran ona; diken gibi batarsa,
sen de diken gibi batıp yeniver aşkı.”
“mercutio – erdemimiz bir kez zekamızdaysa,
beş kez niyetimizdedir.”
“romeo – işte dudaklarım arındı günahından,
senin dudaklarınla.”
“koro – ama tutku güç sağlar onlara, zaman da imkan,
büyük güçlüklerde bulur büyük hazzı insan.”
“romeo – yarayla alay eder hiç yara almayan.”
“rahip lawrence – yeryüzünde yaşayan en kötü şeyin bile
özel bir iyiliği dokunur yeryüzüne.
en iyi şey bile güzel kullanıştan yoksunsa,
gerçek sonuçtan kaçıp ulaşır kötülüğe
kötü kullanılırsa erdem kusura döner;
kusurda bazen bir eylemle yükselir.”
“rahip lawrence – şiddetli hazlar şiddetle son bulur,
ölümleri olur zaferleri, öpüşürken yok olan
ateşle barut gibi. en tatlı bal bile
tadıla tadıla bıkkınlık verir,
aynı lezzet iştahı köreltir. onun için
ölçülü sev de, uzun sürsün sevgin.
hedefe hızlı giden, yavaş kadar geç varır.”
“juliet – gel gece, gel romeo, gel ey gecedeki gündüz,
çünkü sen gecenin kanatları üstünde
kuzgunun sırtındaki kardan ak görünürsün.
gel ey tatlı gece, gel sevimli, kara alınlı gece,
ver bana romeo’mu, sonra, öldüğü zaman,
al da küçük küçük yıldızlara böl onu;
göğün yüzünü öyle bir süsler ki,
bütün dünya geceye gönül verir de,
tapmaz olur artık pırıltılı güneşe.”
“romeo – benimle tanışmak için elini uzatan,
henüz bilmediğim dert hangisidir?”
“rahip lawrence – görüyorum ki kulak yok delilerde.
romeo – nasıl olsun, akıllılarda göz olmadıktan sonra.”
“romeo – kanımızı içiyor keder.”
“lady capulet – ölçülü keder sevgiyi gösterir,
ama ölçüsüz keder akılsızlığa işarettir.”
“capulet – hayat çoktan ayrılmış bu dudaklardan;
bütün kırların en güzel çiçeği üstüne
vakitsiz yağan kırağı gibi ölüm onun üzerinde.”
“rahip lawrance – uzun süre evli duran değil,
evlenip genç ölendir mutlu olan.”
“romeo – aşkın gölgeleri bile sevinçle dolu olursa böyle,
kimbilir aşkın kendisine kavuşmak ne tatlıdır.”
“romeo – juliet’im nasıl? bir daha soruyorum bunu, çünkü o iyiyse hiçbir şey kötü olamaz.”
“balthasar – bir felaketi haber veriyor, çılgın bakışlarınız.”
“paris – öç almayı ölümden öteye vardırmak olur mu?”
“montague – ah görgüsüz! edebe sığar mı bu,
babandan önce nasıl girersin mezara?”
“prens – daha acıklı öykü duyulmamıştır, bilin,
bu öyküsünden romeo’yla jüliet’in.”
her ne kadar, konusunu ana hatlarıyla bilmiş olsam da, pazar sabahını ve öğleden sonrasını bu oyunu okumakla geçirmekten büyük zevk aldım. birden çok versiyonunu onlarca kez ekrandan izlemiş de olsak, değişik kitaplarda ve yazılarda oyuna yapılmış atıfları okumuş da olsak, bizzat kitaptan oyunu okumanın tadı bambaşka. eser hakkında birinci elden fikir sahibi olabilmek, birinci elden eserin ruhunu hissedebilmek için “kitabı” okumak gerekli ve önemli. özetle, iyi ki okumuşum.
***
oyunu okurken, kendimce güzel ya da önemli bulduğum satırların altını çizip durdum. içlerinden epeyce birkaçını buraya almak istiyorum:
“romeo – nefretten neler doğuyor, ama daha çoktur sevgiden doğan.”
“benvolio – adam sen de, bir ateş başka bir ateşi söndürür,
bir ağrı başka bir acıyla hafifler;
başın döndü mü, tersine çevir onu;
umutsuz bir keder başka bir kaygıyla giderilir;
yeni bir zehir bul gözlerine,
öncekinin öldürücü zehri yok olur.”
“romeo – gözlerimin sarsılmaz inancı,
böyle bir vefasızlık ederse, ateş olsun yaşlar.”
“mercutio – aşk sana hoyrat davranırsa,
sen de hoyrat davran ona; diken gibi batarsa,
sen de diken gibi batıp yeniver aşkı.”
“mercutio – erdemimiz bir kez zekamızdaysa,
beş kez niyetimizdedir.”
“romeo – işte dudaklarım arındı günahından,
senin dudaklarınla.”
“koro – ama tutku güç sağlar onlara, zaman da imkan,
büyük güçlüklerde bulur büyük hazzı insan.”
“romeo – yarayla alay eder hiç yara almayan.”
“rahip lawrence – yeryüzünde yaşayan en kötü şeyin bile
özel bir iyiliği dokunur yeryüzüne.
en iyi şey bile güzel kullanıştan yoksunsa,
gerçek sonuçtan kaçıp ulaşır kötülüğe
kötü kullanılırsa erdem kusura döner;
kusurda bazen bir eylemle yükselir.”
“rahip lawrence – şiddetli hazlar şiddetle son bulur,
ölümleri olur zaferleri, öpüşürken yok olan
ateşle barut gibi. en tatlı bal bile
tadıla tadıla bıkkınlık verir,
aynı lezzet iştahı köreltir. onun için
ölçülü sev de, uzun sürsün sevgin.
hedefe hızlı giden, yavaş kadar geç varır.”
“juliet – gel gece, gel romeo, gel ey gecedeki gündüz,
çünkü sen gecenin kanatları üstünde
kuzgunun sırtındaki kardan ak görünürsün.
gel ey tatlı gece, gel sevimli, kara alınlı gece,
ver bana romeo’mu, sonra, öldüğü zaman,
al da küçük küçük yıldızlara böl onu;
göğün yüzünü öyle bir süsler ki,
bütün dünya geceye gönül verir de,
tapmaz olur artık pırıltılı güneşe.”
“romeo – benimle tanışmak için elini uzatan,
henüz bilmediğim dert hangisidir?”
“rahip lawrence – görüyorum ki kulak yok delilerde.
romeo – nasıl olsun, akıllılarda göz olmadıktan sonra.”
“romeo – kanımızı içiyor keder.”
“lady capulet – ölçülü keder sevgiyi gösterir,
ama ölçüsüz keder akılsızlığa işarettir.”
“capulet – hayat çoktan ayrılmış bu dudaklardan;
bütün kırların en güzel çiçeği üstüne
vakitsiz yağan kırağı gibi ölüm onun üzerinde.”
“rahip lawrance – uzun süre evli duran değil,
evlenip genç ölendir mutlu olan.”
“romeo – aşkın gölgeleri bile sevinçle dolu olursa böyle,
kimbilir aşkın kendisine kavuşmak ne tatlıdır.”
“romeo – juliet’im nasıl? bir daha soruyorum bunu, çünkü o iyiyse hiçbir şey kötü olamaz.”
“balthasar – bir felaketi haber veriyor, çılgın bakışlarınız.”
“paris – öç almayı ölümden öteye vardırmak olur mu?”
“montague – ah görgüsüz! edebe sığar mı bu,
babandan önce nasıl girersin mezara?”
“prens – daha acıklı öykü duyulmamıştır, bilin,
bu öyküsünden romeo’yla jüliet’in.”
“gittiğin o gün” klasik bir şarkıcı filmi. ertuğrul polat isimli arabesk-fantazi söyleyen sanatçının “promosyonu” için prestij müzik-star tv işbirliğiyle çekilen bir televizyon filmi bu. çekim tarihi 2000. yani, star tv ile prestij müzik’in donla göt gibi olduğu yıl. sonra köprünün altından çok sular akacak. ortada ne star tv kalacak, ne de prestij müzik… ne oldum dememeli, ne olacağım demeli!..
ertuğrul polat, 68 tarihli muş-bulanık doğumlu bir sanatçı. hayat hikayesini netten okudum. kayda değer verilerle karşılaştım. polat, istanbul üniversitesi nükleer tıp bölümünü kazanmış, fakat iki sene okuduktan sonra bırakmış. sonra ağrı’da edebiyat bölümü’nde okumuş, bir sene de oraya devam etmiş ve oradan da ayrılmış. daha sonra da istanbul’a gelip gece kulüplerinde türkü söyleyerek bu alemin içine girmiş. demek ki, şarkıcı ya da sanatçı veya ünlü (ne derseniz deyin) olma damarı, bir kere insanı sarmaya görsün! bu virüs bir kere insana bulaşmışsa, ki ertuğrul polat’a bulaşmış gibi, mutlaka kendine bir yol buluyor ve insan oraya kanalize oluyor. polat, ünlü isimlere, müslüm gürses’e, mahsun kırmızıgül’e, sibel can’a beste vererek bu alemde bir yere geliyor. sonunda, prestij müzik’le anlaşarak “gittiğin o gün” isimli kaset çıkarıyor. aynı isimle çekilen bu film, klasik bir şarkıcı promosyon filmi sonuçta. polat, filmde alt tabakadan ezik bir kapıcıyı canlandırıyor. sevdiği kız, üst tabakadan ve zengin. sevdiği kızın sevgilisi kötü adam rolünde. kötü adam, türlü kötülükler yapıyor ve filmin sonunda belasını buluyor. polat’ta sevdiğine kavuşuyor. mutlu son yani. polat, arada birkaç türkü söylüyor ama pek öyle gümbür gümbür değil.
üniversitede okurken kilisli bir arkadaşım vardı. birlikte üç yıl aynı yurtta kalmıştık. ertuğrul polat; yüz hatlarıyla, yürüyüşüyle, davranışıyla, konuşmasıyla, tavrıyla aynı bu arkadaşıma benziyor. ancak iki insan bu kadar birbirine benzer! hatta, o arkadaşımın da, türkiye’nin en eski ve en prestijli fakültelerinden birinde okumamıza rağmen, şarkıcı olmak gibi hayalleri vardı. doğunun eğitimsiz gençlerinin ibrahim tatlıses’e, emrah’a özenmelerini anlayabiliyorum da, eğitimli olanların özenmelerini anlayamıyorum doğrusu.
bildiğim kadarıyla ertuğrul polat, bu filme rağmen istediği üne kavuşamadı. çünkü o tarihten sonra, kendisini medyada hiç görmedim. belki yine besteciliğe geri döndü.
polat’ın müzisyenliği hakkında iyi-kötü bir şey söylemem söz konusu değil. engin müzik bilgisine ve ince müzik zevkine sahip biri değilim. kulağıma hoş gelen her tür müziği dinleyen biriyim. arabesk de dinlerim, pop da, hatta rock da. rafine bir müzik zevkim yok kısaca. polat’ın müzisyenliği hakkında bir şey söylememekle birlikte, oyunculuğunun berbat olduğunu söylemekten çekinmem. o ne kardeşim baston yutmuş gibi yürümeler, film boyunca hiç değişmeyen aynı yüz ifadesi! oylum öktem olmasa çekilir gibi değildi hani!
evet oylum öktem olmasa, bu filmi asla izlemezdim. oylum öktem, sevimli yüz hatlarıyla hep ilgimi çekmiştir. fakat, bu filmle birlikte oyunculuk kariyerine son verdi, evlendi ve eğitimini aldığı alanda, moda tasarımcısı olarak çalışmaya başladı. geçtiğimiz mayıs ayında da “palyaçolar” adında bir heykel sergisi açmış öğrendiğime göre.
***
bu film için bu kadar uzun bir yazı yazdığıma inanamıyorum!
ertuğrul polat, 68 tarihli muş-bulanık doğumlu bir sanatçı. hayat hikayesini netten okudum. kayda değer verilerle karşılaştım. polat, istanbul üniversitesi nükleer tıp bölümünü kazanmış, fakat iki sene okuduktan sonra bırakmış. sonra ağrı’da edebiyat bölümü’nde okumuş, bir sene de oraya devam etmiş ve oradan da ayrılmış. daha sonra da istanbul’a gelip gece kulüplerinde türkü söyleyerek bu alemin içine girmiş. demek ki, şarkıcı ya da sanatçı veya ünlü (ne derseniz deyin) olma damarı, bir kere insanı sarmaya görsün! bu virüs bir kere insana bulaşmışsa, ki ertuğrul polat’a bulaşmış gibi, mutlaka kendine bir yol buluyor ve insan oraya kanalize oluyor. polat, ünlü isimlere, müslüm gürses’e, mahsun kırmızıgül’e, sibel can’a beste vererek bu alemde bir yere geliyor. sonunda, prestij müzik’le anlaşarak “gittiğin o gün” isimli kaset çıkarıyor. aynı isimle çekilen bu film, klasik bir şarkıcı promosyon filmi sonuçta. polat, filmde alt tabakadan ezik bir kapıcıyı canlandırıyor. sevdiği kız, üst tabakadan ve zengin. sevdiği kızın sevgilisi kötü adam rolünde. kötü adam, türlü kötülükler yapıyor ve filmin sonunda belasını buluyor. polat’ta sevdiğine kavuşuyor. mutlu son yani. polat, arada birkaç türkü söylüyor ama pek öyle gümbür gümbür değil.
üniversitede okurken kilisli bir arkadaşım vardı. birlikte üç yıl aynı yurtta kalmıştık. ertuğrul polat; yüz hatlarıyla, yürüyüşüyle, davranışıyla, konuşmasıyla, tavrıyla aynı bu arkadaşıma benziyor. ancak iki insan bu kadar birbirine benzer! hatta, o arkadaşımın da, türkiye’nin en eski ve en prestijli fakültelerinden birinde okumamıza rağmen, şarkıcı olmak gibi hayalleri vardı. doğunun eğitimsiz gençlerinin ibrahim tatlıses’e, emrah’a özenmelerini anlayabiliyorum da, eğitimli olanların özenmelerini anlayamıyorum doğrusu.
bildiğim kadarıyla ertuğrul polat, bu filme rağmen istediği üne kavuşamadı. çünkü o tarihten sonra, kendisini medyada hiç görmedim. belki yine besteciliğe geri döndü.
polat’ın müzisyenliği hakkında iyi-kötü bir şey söylemem söz konusu değil. engin müzik bilgisine ve ince müzik zevkine sahip biri değilim. kulağıma hoş gelen her tür müziği dinleyen biriyim. arabesk de dinlerim, pop da, hatta rock da. rafine bir müzik zevkim yok kısaca. polat’ın müzisyenliği hakkında bir şey söylememekle birlikte, oyunculuğunun berbat olduğunu söylemekten çekinmem. o ne kardeşim baston yutmuş gibi yürümeler, film boyunca hiç değişmeyen aynı yüz ifadesi! oylum öktem olmasa çekilir gibi değildi hani!
evet oylum öktem olmasa, bu filmi asla izlemezdim. oylum öktem, sevimli yüz hatlarıyla hep ilgimi çekmiştir. fakat, bu filmle birlikte oyunculuk kariyerine son verdi, evlendi ve eğitimini aldığı alanda, moda tasarımcısı olarak çalışmaya başladı. geçtiğimiz mayıs ayında da “palyaçolar” adında bir heykel sergisi açmış öğrendiğime göre.
***
bu film için bu kadar uzun bir yazı yazdığıma inanamıyorum!
konuşmayan nadir çizgilerdendi. yolda yürüken kuyruğunu eline alır sallaya sallaya giderdi. genellikle dedektif kılıklı tipik bir adamla kapışırdı. hatırladığım kadarıyla daha sonraları pembe panter ve oğulları isimli bir çizgi film çıkmış, bizim panter kılıbık bir kedicik olmuş, maceraya kendisini değil çocuklarını gönderir olmuştu. hey gidi pembe hey..
türk gençliğine basketbolu sevdiren dizi olarak bilinir. gerçektende öyledir. koç reevs, kuliç, salami, gomez, thorp, jackson ve diğerleri. bu dizi yayına başladıktan sonra her duvara, ağaca yada direğe bir çember takılmış pota niyetine kullanılmaya başlanmıştı. türk basketbolunun başarısında katkıları olan bazı oyuncuların ağzından bu dizinin sayesinde basketbola başladıklarını duymuştum. 1996 yılında efes pilsenin koraç kupasını kazanan kadrosunda bulunan tamer, ufuk, volkan, mirsad, murat evliyaoğlu bu dizi zamanında çocuktular. aynı kadroda bulunan petar naumoski ve conrad mcrae seyretmişlermidir bilmiyorum. söz bu oyunculardan açılmışken basketbolumuza yaptıkları katkıyı unutmamız mümkün değildir. özellikle naumoski efeste oynadığı zamanlarda bir çok çocuğun idolü olmuştur. mcrae ise oyunun şov kısmını ön plana çıkaran bir oyuncuydu. bir çok maçta seyirciyi ve takımı ateşleyen isim olurdu. bir trafik kazasında öldüğünü duyduğumda çok üzülmüştüm.
daha sonraları bu dizinin türk versiyonu olan koçum benim çekildi. beyaz gölgenin yerini pek tutmadı ama olsun. bu diziler sayesinde gençlerin spora yöneldiklerini kabul etmek gerekir.
daha sonraları bu dizinin türk versiyonu olan koçum benim çekildi. beyaz gölgenin yerini pek tutmadı ama olsun. bu diziler sayesinde gençlerin spora yöneldiklerini kabul etmek gerekir.
maddie ve david, mavi ay dedektiflik bürosunun iki ortağı, biri aklı başında, sakin, diğeri serseri tipli hayatı umursamayan. david genellikle içki içer, ofiste sızıp kalırdı. sabah maddienin odaya sinirli bir şekilde girmesiyle uyanırdı. sürekli atışırlar, laf ebeliği yaparlardı. bir de bunların sekreteri bayan topesto vardı. telefonu her açısında şimdi ne saçmalayacak diye beklerdik. dizinin son bölümünde iflas edip büroyu kapattıklarını hatırlıyorum.
üç aya yakın bir süredir blog aleminde gezinmekteyim. artık “blog nedir, blogculuk nasıl bir şeydir, blog türleri nelerdir, blogcu kimdir, nasıl bir şeydir, neye benzer” eksiksiz bellemiş durumdayım. acemiliğim kalmadı çok şükür.
içeriklerine baktığımda üç tür blog olduğunu görmekteyim:
birincisi; kendi duygu ve düşüncelerini kendi yazdığı şiir, hikaye, düzyazı vs. ile anlatma yoluna giden blogcuların blogları. elişi, fotoğraf, yemek hobilerinin sergilendiği blogları da buraya dahil ediyorum. kısaca, tasarımıyla olmasa da, içeriğindeki yazı ve resimlerle “özgün” diyebileceğim bloglar bunlar.
ikincisi ise birincisinin tam aksi. başkalarının yazdığı şiir, hikaye ve düz yazıların copy-paste yapıldığı bloglar bunlar. kimisi ibretlik hikayelerle, kimisi güzel sözler ve şiirlerle, kimisi ilginç haber ve resimlerle dolu. her şey var bu tür bloglarda. olmayan tek şey blogcunun klavyesinden çıkmış birkaç cümle.
üçüncüsü; birinci ve ikinci tür blogların karması. hem blogcunun bizzat kendisinin yazdığı özgün yazıların; hem de “alıntı” yazıların yer aldığı karma bloglar.
içeriklerine baktığımda üç tür blog olduğunu görmekteyim:
birincisi; kendi duygu ve düşüncelerini kendi yazdığı şiir, hikaye, düzyazı vs. ile anlatma yoluna giden blogcuların blogları. elişi, fotoğraf, yemek hobilerinin sergilendiği blogları da buraya dahil ediyorum. kısaca, tasarımıyla olmasa da, içeriğindeki yazı ve resimlerle “özgün” diyebileceğim bloglar bunlar.
ikincisi ise birincisinin tam aksi. başkalarının yazdığı şiir, hikaye ve düz yazıların copy-paste yapıldığı bloglar bunlar. kimisi ibretlik hikayelerle, kimisi güzel sözler ve şiirlerle, kimisi ilginç haber ve resimlerle dolu. her şey var bu tür bloglarda. olmayan tek şey blogcunun klavyesinden çıkmış birkaç cümle.
üçüncüsü; birinci ve ikinci tür blogların karması. hem blogcunun bizzat kendisinin yazdığı özgün yazıların; hem de “alıntı” yazıların yer aldığı karma bloglar.
subliminal reklamcılık bazı ses, imge ve sloganlarla tüketicinin bilinçaltına mesaj gönderilmesi, subliminal reklamcılık olarak tanımlanıyor ve 1950’li yıllardan beri dünyada tartışma yaratıyor. tüketicinin özgür algısı dışında, pazarlama alanında gizli bir beyin yıkama taktiği olarak görülen subliminal reklamcılık henüz bilimsel olarak kanıtlanmış değil. bu nedenle de örneğin ingiltere’de resmen yasaklanmadı.
abd’de de federal iletişim komisyonu 1974 yılında subliminal reklamcılığın kamu yararına olmadığı görüşüyle bu yöntemi kullanan yayıncıların cezaya çarptırılması kararı aldı. ancak reklamcılık sektörüne yasak getirilmedi. abd’de yıllardır bu yöntemin ne kadar etkili olduğu tartışılıyor. uzmanların çoğu subliminal mesajların zorlayıcı olmadığı görüşünde. bu nedenle de abd’de reklamlar özel olarak subliminal mesaj gözetimine tabi tutulmuyor.
subliminal mesajlar bir film seansında saliselik görüntüler halinde verilebildiği gibi afişlere de gizlenebiliyor. ayrıca müzik de etkili bir araç. hızlı müziğin insanları alışverişe yönlendirdiği söyleniyor. hatta psikologların yaptığı bir deneyde çalan müziğin milliyetinin şarap alışverişinde ülke tercihini değiştirebildiği tespit edilmiş. asda marketlerinden birinde yapılan deneyde alman müziği çaldığı zaman alman şaraplarının satışı artmış, paris’ten akerdeon nağmeleri duyulduğunda ise fransız şarapları daha çok satmaya başlamış.
rusya’da yaşanan bir olayda ise klinskoye marka biranın reklamıyla bağlantılı olarak pepsi satışlarının arttığı tespit edilmiş. bu iddiaya karşın bira reklamına nasıl bir pepsi mesajı gizlendiği henüz bilinmiyor.
abd’de de federal iletişim komisyonu 1974 yılında subliminal reklamcılığın kamu yararına olmadığı görüşüyle bu yöntemi kullanan yayıncıların cezaya çarptırılması kararı aldı. ancak reklamcılık sektörüne yasak getirilmedi. abd’de yıllardır bu yöntemin ne kadar etkili olduğu tartışılıyor. uzmanların çoğu subliminal mesajların zorlayıcı olmadığı görüşünde. bu nedenle de abd’de reklamlar özel olarak subliminal mesaj gözetimine tabi tutulmuyor.
subliminal mesajlar bir film seansında saliselik görüntüler halinde verilebildiği gibi afişlere de gizlenebiliyor. ayrıca müzik de etkili bir araç. hızlı müziğin insanları alışverişe yönlendirdiği söyleniyor. hatta psikologların yaptığı bir deneyde çalan müziğin milliyetinin şarap alışverişinde ülke tercihini değiştirebildiği tespit edilmiş. asda marketlerinden birinde yapılan deneyde alman müziği çaldığı zaman alman şaraplarının satışı artmış, paris’ten akerdeon nağmeleri duyulduğunda ise fransız şarapları daha çok satmaya başlamış.
rusya’da yaşanan bir olayda ise klinskoye marka biranın reklamıyla bağlantılı olarak pepsi satışlarının arttığı tespit edilmiş. bu iddiaya karşın bira reklamına nasıl bir pepsi mesajı gizlendiği henüz bilinmiyor.
kitapla arası iyi olanların, dünya klasikleriyle yolları bir vakit mutlaka kesişmiştir. klasikleşen yazarların belki tüm eserlerini okumak gerekmez ama klasikler vadisini tanımak açısından, belli başlı yazarların herkesçe önem atfedilen birkaç eserini okumak elzemdir. fakat, kimi zaman herkesin önem atfettiği yazarın, herkesin önem atfettiği kitabını okurken fena halde şaşırabilirsiniz. “bu muymuş yani?” dersiniz, sayfalar dolusu size göre içi boş, faydasız malumatla boğuşurken. sonuç tam bir hayal kırıklığıdır ama sonuçta klasikler hakkında “birinci elden” görüş sahibi olmuşsunuzdur. evet, bazı klasikler fena halde sıkıcıdır ve okunmayı hak etmezler. bunu size kimse söylemez, ancak siz “okudukça” keşfedebilirsiniz. “okudukça” bazı klasiklerin de, “mutlaka” okunması gerektiğini keşfedersiniz. hatta, başucu kitaplarınızın bir kısmı bu klasiklerden oluşur ve zaman zaman sevdiğiniz klasikleri yeniden yeniden okursunuz yeni tatlar keşfedebilmek için. sözün kısası, klasikler hakkında fikir sahibi olmak için, başkalarından duyulan ikinci el fikirler (bu yazı dahil) asla yeterli değildir ve büyük ölçüde aldatıcıdır. iş, her zaman ve her yerde olduğu yine sizin omuzlarınızdadır.
viktor hugonun bir sözü. hayat tamamlanmamış bir cümledir.
yılmaz zafer deyince aklıma gelen ilk şey “bebeksi” bir yüz, yürekten gelen samimi bir gülüş. bebeksi lafını kullanırken içim titredi. çünkü, geçirdiği iki kalp krizinden sonra beyni hasar görmüş, hafızasını büyük ölçüde kaybetmiş, adeta çocuklaşmış, “bebekleşmişti”. eşi perihan savaş’ın yılmaz zafer’i eski normal haline döndürme çabaları da sonuç vermemiş ve 56 doğumlu oyuncu, beyin kanamsı sonucu 95 yılında aramızdan ayrılmıştı. son filimlerinden biri iskilipli atıf hoca davasının peşine düşen bir avukatı canlandırdığı “kelebekler sonsuza uçar” idi. 93’de çekilen bu filmden sonra, hayatından aksilik eksik olmadı, kalp krizleri, beyin kanamaları, hafıza kaybı derken 39 yaşında "hayal oldu, uçtu gitti.”
yıldırım önal karakteristik tondaki konuşmasıyla, bakışıyla, yaşlı gözleriyle, aksak yürüyüşüyle, hüzün kokan yüzüyle, tavrıyla izleyeni etkisi altına alan oyunculuğuyla nevi şahsına münhasır bir isim. genelde zayıf, aciz, yokluk içindeki “baba” rolleri ile belleğimde yer etmiş. fakat, çok küçükken izlediğim bir rolü yüzünden, bana epey bir zaman “korku” vermişti gözleri, konuşması. ne zaman o’nu görecek ya da konuşmasını duyacak olsam, mıh gibi olurdum. hiç unutmam, ankara küçük tiyatro’da oyun izlediğim bir gün, oyun arasında salonda dolaşırken, birden duvarda o’nun büyükçe bir fotoğrafına rast gelmiş ve halka halka olmuş gözlerini görür görmez içim “ürpertiyle” dolmuştu. yıldırım önal’ın şahsımda, hem korku verici, hem de saygı ve sevgi uyandırıcı bir iz bırakmış olması izahı zor bir çelişkidir. emanetindeki parayı bir kadına kaptıran veznedar rolündeki “şehvet kurbanı” filmi unutamadığım filmlerinin başında gelir.
sanatçıların, dahası tüm insanların alkolde ne bulduklarını bilmiyorum. alkol, insana cesaret mi veriyor, güç mü? bir nevi arkadaş mı alkol? bilmiyorum. alkol bağımlılığı yüzünden önce bir gözünü feda eden yıldırım önal, erken denilebilecek yaşta aramızdan ayrılmış. 31 doğumlu oyuncu, 82 yılının sonbaharında bu dünyayı terk eylemiş. allah rahmet eylesin.
sanatçıların, dahası tüm insanların alkolde ne bulduklarını bilmiyorum. alkol, insana cesaret mi veriyor, güç mü? bir nevi arkadaş mı alkol? bilmiyorum. alkol bağımlılığı yüzünden önce bir gözünü feda eden yıldırım önal, erken denilebilecek yaşta aramızdan ayrılmış. 31 doğumlu oyuncu, 82 yılının sonbaharında bu dünyayı terk eylemiş. allah rahmet eylesin.
elif şafak ismini sadece bir yıldır duymaktayım. o’nun adına ilk defa zaman gazetesinin hafta sonları verdiği ilavede rastlamıştım. açıkçası pek dikkatimi çekmemişti yazdıkları.
elif şafak’ın dikkatimi çekmesi, hürriyet gazetesindeki bir röportajını okumamla gerçekleşti. geçen yaz, bir günlüğüne, edirne’ye gitmiştim. (neden gittiğimi belki bir gün yazarım.) yolda okumak için, terminalden hürriyet gazetesi almıştım. yine gazetenin ekinde, elif şafak’la yapılmış bir röportaj vardı. itiraf etmeliyim ki, beni ilk önce etkisi altına alan, elif şafak’ın yüz hatları oldu. sayfanın üçte birini kapatan bir fotoğrafı vardı elif şafak’ın ve o etkiyle röportajını okudum. fikirleri de yüzü kadar ilginçti.
sonraki günler, elif şafak’ı birkaç kez televizyonda izledim. “dürüst bir aydın” portresi çiziyordu. bir yönüyle gelenekçi-muhafazakar, bir yönüyle de modern bir kadındı. bu iki zıt çizgiyi, sanki bünyesinde meczetmişti. bir “araf” insanı gibiydi. heyecansız hatta renksiz bir ses tonuyla, aynı şeyleri tekrarlıyordu her röportajında. daha sonra zaman gazetesinde yazdığı tüm yazılara, internetten göz gezdirdim. böylece, kafamdaki elif şafak portresi biraz daha aydınlanır gibi oldu.
elif şafak ismini önemsiyorum. birincisi, fikirleri bana yakın. ben de kutuplarda yaşamıyorum ve düşünmüyorum. ikincisi, üslubu da bana yakın. benim okuyabileceğim, okumaktan zevk alacağım bir üslubu var. “yaşayan” kelimeler kullanıyor yazılarında. üçüncüsü, güzel bir kadın. yüzünü, duruşunu çok beğeniyorum.
bir yıldır elif şafak ismi zihnimde yer etmesine rağmen, henüz tek bir kitabını dahi okumadım. birkaç defa almaya niyetlendim kitaplarını fakat biraz tuzlu buldum fiyatlarını. elif şafak, önceki aylarda da “baba ve piç” adlı son romanını yayınladı. bildiğim kadarıyla, şu an 8 kitabı var şafak’ın. niyetim “araf”la başlamak o’nu okumaya ama bakalım.
yazarları hemen tüketmek de hoş değil. okunacak birileri de kalmalı. henüz okunmamış ama okunacak birileri de olmalı.
elif şafak’ın dikkatimi çekmesi, hürriyet gazetesindeki bir röportajını okumamla gerçekleşti. geçen yaz, bir günlüğüne, edirne’ye gitmiştim. (neden gittiğimi belki bir gün yazarım.) yolda okumak için, terminalden hürriyet gazetesi almıştım. yine gazetenin ekinde, elif şafak’la yapılmış bir röportaj vardı. itiraf etmeliyim ki, beni ilk önce etkisi altına alan, elif şafak’ın yüz hatları oldu. sayfanın üçte birini kapatan bir fotoğrafı vardı elif şafak’ın ve o etkiyle röportajını okudum. fikirleri de yüzü kadar ilginçti.
sonraki günler, elif şafak’ı birkaç kez televizyonda izledim. “dürüst bir aydın” portresi çiziyordu. bir yönüyle gelenekçi-muhafazakar, bir yönüyle de modern bir kadındı. bu iki zıt çizgiyi, sanki bünyesinde meczetmişti. bir “araf” insanı gibiydi. heyecansız hatta renksiz bir ses tonuyla, aynı şeyleri tekrarlıyordu her röportajında. daha sonra zaman gazetesinde yazdığı tüm yazılara, internetten göz gezdirdim. böylece, kafamdaki elif şafak portresi biraz daha aydınlanır gibi oldu.
elif şafak ismini önemsiyorum. birincisi, fikirleri bana yakın. ben de kutuplarda yaşamıyorum ve düşünmüyorum. ikincisi, üslubu da bana yakın. benim okuyabileceğim, okumaktan zevk alacağım bir üslubu var. “yaşayan” kelimeler kullanıyor yazılarında. üçüncüsü, güzel bir kadın. yüzünü, duruşunu çok beğeniyorum.
bir yıldır elif şafak ismi zihnimde yer etmesine rağmen, henüz tek bir kitabını dahi okumadım. birkaç defa almaya niyetlendim kitaplarını fakat biraz tuzlu buldum fiyatlarını. elif şafak, önceki aylarda da “baba ve piç” adlı son romanını yayınladı. bildiğim kadarıyla, şu an 8 kitabı var şafak’ın. niyetim “araf”la başlamak o’nu okumaya ama bakalım.
yazarları hemen tüketmek de hoş değil. okunacak birileri de kalmalı. henüz okunmamış ama okunacak birileri de olmalı.
ferhunde hanımlar kadrosunun çektiği trt dizilerinden biri. şu an sanırım binyüzüncü bölüm oynanıyor.
yılmaz erdoğanın sevdiğim bir şiirindeki çok anlamlı mısra.
"katil asansör" bir gerilim filmi. filmin konusunu anlatmaya gerek yok. katil bir "asansör" işte. hollywood, benim çocukluğumda balıkları, arıları, karıncaları "katil" yapmıştı. o seri bitti sıra kullandığımız araçlara geldi anlaşılan. yakında "katil buzdolabı", "katil kanepe" ya da "katil mikser" filmlerine tanık olursam hiç şaşmam.
film gerilimliydi ama sonuçta tüm klişeler yerli yerindeydi işte. iyiler kazandı, kötüler kaybetti. iyilerin burnu kanadı, elbiseleri parçalandı tabi ama zaten bunlar da klişelerin bir parçası değil mi?
onca gerilimi ben yaşasaydım, belki bir daha asansöre binemezdim ama gel gör ki biri tamirci diğeri gazeteci olan kahramanlarımız filmi "asansörde sevişerek" noktaladılar! gülesim geldi.
başrolde oynayan kız, ki adı naomi watts imiş, geçen sene yeniden çekilen king kong filminde de başrol oynamış öğrendiğime göre. filmi izlemedim ama yakışmıştır mutlaka. bir gorilin aşık olabileceği niteliklere fazlasıyla sahip çünkü.
katil asansör (the shaft)
yönetmen : dick maas
oyuncular : james marshall, naomi watts, eric thal
yapım : 2001-abd
tür : gerilim
film gerilimliydi ama sonuçta tüm klişeler yerli yerindeydi işte. iyiler kazandı, kötüler kaybetti. iyilerin burnu kanadı, elbiseleri parçalandı tabi ama zaten bunlar da klişelerin bir parçası değil mi?
onca gerilimi ben yaşasaydım, belki bir daha asansöre binemezdim ama gel gör ki biri tamirci diğeri gazeteci olan kahramanlarımız filmi "asansörde sevişerek" noktaladılar! gülesim geldi.
başrolde oynayan kız, ki adı naomi watts imiş, geçen sene yeniden çekilen king kong filminde de başrol oynamış öğrendiğime göre. filmi izlemedim ama yakışmıştır mutlaka. bir gorilin aşık olabileceği niteliklere fazlasıyla sahip çünkü.
katil asansör (the shaft)
yönetmen : dick maas
oyuncular : james marshall, naomi watts, eric thal
yapım : 2001-abd
tür : gerilim
“kazaklar” tolstoy’un ilk romanı. roman kahramanı genç olenin, tolstoy’un bizzat kendisi anladığım kadarıyla. zengin, maddi kaygısı olmayan ve “arayiş” içinde bir genç olenin. otobiyografik kitaplarına göz attığım ve itiraflarım’ı büyük bir ilgiyle okuduğum için, tolstoy’un ölene dek süren hayatın anlamını bulma ve hayata anlam katma çabasına yabancı değilim. bu nedenle, roman kahramanı olenin’in gençliği ile tolstoy’un gençliği arasındaki bariz benzerlikleri görmek zor olmadı benim açımdan.
roman, özel çerçevede olenin’in arayışını konu ediyor. genel çerçevede ise olenin’in bir müddet içlerinde yaşadığı kazaklar yer alıyor. kazaklar, civardaki müslüman toplulukların dillerinden ve ananelerinden etkilenmekle birlikte rusluğunu koruyan ama ruslarla da aralarında epey fark olan “dağlı” bir halk. deyim yerindeyse “arafta” yaşayan bir halk. ne tam rus, ne de rus değil işte.
romanı biraz zoraki okuduğumu itiraf etmeliyim. uzun doğa tasvirleri okuru romanın dünyasından uzaklaştırıyor. tolstoy’un doğa tasvirlerinin az olduğu, diyalogların ve olayların çok olduğu romanlarını ve öykülerini daha çok seviyorum. “ivan ilyiç’in ölümü”, “şeytan”, “kreutzer sonat” gibi.
roman, özel çerçevede olenin’in arayışını konu ediyor. genel çerçevede ise olenin’in bir müddet içlerinde yaşadığı kazaklar yer alıyor. kazaklar, civardaki müslüman toplulukların dillerinden ve ananelerinden etkilenmekle birlikte rusluğunu koruyan ama ruslarla da aralarında epey fark olan “dağlı” bir halk. deyim yerindeyse “arafta” yaşayan bir halk. ne tam rus, ne de rus değil işte.
romanı biraz zoraki okuduğumu itiraf etmeliyim. uzun doğa tasvirleri okuru romanın dünyasından uzaklaştırıyor. tolstoy’un doğa tasvirlerinin az olduğu, diyalogların ve olayların çok olduğu romanlarını ve öykülerini daha çok seviyorum. “ivan ilyiç’in ölümü”, “şeytan”, “kreutzer sonat” gibi.
metin anın tüm zamanlar yayıncılıktan çıkan kitabının adı.
kitapta savunulan görüşler şöyle özetlenebilir:
- osmanlı devleti, bilinenin aksine türk devleti değildir. osmanlı devleti’ni kuran osman bey’in ve aşiretinin oğuzlar’ın kayı boyu’ndan geldiği kesindir. fakat, osmanlı padişahlarının ilk ikisi dışında tamamının annesi türk değildir. padişah anaları çok çeşitli milletlere mensuptur. kimi rus, kimi ermeni, kimi rum, kimi italyan, kimi fransızdır. en meşhurlarından hürrem sultan rustur ve asıl adı roksalandır. yine kendi oğlunu bile öldürmekten çekinmeyen kösem sultan da rumdur ve asıl adı anastasya’dır. zorla cariye yapılan bu kadınlar, asla türkleşmemiş ve müslümanlaşmamışlar, zorla cariye yapılmanın verdiği intikam hırsıyla saray içinde çeşitli entrikalar çevirerek osmanlı devleti’nin gücünü kaybetmesinde ana etkenlerden biri olmuşlardır.
- osmanlı devletini idarecileri de, türk değildir. osmanlı devleti’ni türkler değil, devşirme yoluyla toplanan ve yetiştirilen sırp, bulgar, rum, arnavut asıllı sadrazam ve vezirler yönetmiştir. devşirme yöntemiyle toplanan çocukların büyük bir kısmı padişahların sapık emellerine maruz kaldıktan sonra idareci olabilmişlerdir. kimileri de hadım edildikten sonra idareci yapılmışlardır.
- osmanlı padişahlarının hemen hemen tamamı, fatih, selim, kanuni gibi en meşhurları dahil olmak üzere, oğlancıdır, yani aktif eşcinseldir. yine büyük bir kısmı içki (şarap) ve uyuşturucu (afyon) bağımlısıdır. bazıları akıl hastasıdır. hepsi kadın düşkünüdür. saray, çeşitli milletlere mensup binlerce cariyeyle doludur. osmanlı hazinesi, sadece saray masraflarını karşılamaktadır. bu anlamda, yapılan savaşların asıl nedeninin sarayın masraflarını karşılamak, padişahların cinsel ve midesel ihtiyaçlarını karşılamak olduğu, “cihadın” anadolu türklerini savaştırmak için kullanılan bir paravan olduğu görülmektedir.
- osmanlı devleti, yine bilinenin aksine islam devleti de değildir. çünkü, islam’ın yasakladığı pek çok eylem (eşcinsel ilişki, sübyancılık, içki, uyuşturucu, tecavüz, adam öldürme, yağma vs.), osmanlı padişahları ve idarecileri tarafından rahatlıkla işlenebilmiştir. şeyhülislamlar, padişahların islam’a aykırı eylemlerini kitaba uydurarak fetvalar vermekle vazifeli kişilerdir. osmanlı devletinde, halkın bilip yaşadığı islam’la, sarayda uygulanan islam birbirinden çok farklıdır. halk, sürekli baskı altında tutulmuş, örneğin tütün yasaklanmış ve yasağa uymayan on binlerce insan öldürülmüş, ancak sarayda bu tür gayrı-meşru eylemler sürekli yapılagelmiştir.
- osmanlı devleti’nin altı asır boyunca sahip oldukları topraklara adaletle hükmettiği de propagandadan öte bir şey değildir. zorla din değiştirme dışında fethedilen topraklarda adalet sağlandığı iddiası gerçek değildir. devşirme yöntemi gereğince ailelerin yetişmekte olan çocuklarına el konmuş, kızları cariye olarak saraya alınmış ya da esir pazarında satılmış ve ağır vergiler salınmıştır.
- osmanlı devleti’nin fetih yaparak topraklarını genişletmesinin asil nedeni, ne dünyaya barış ve adalet götürmek, ne de dini yaymaktır. bunlar, anadolu türk halkının cihad aşkıyla savaşmasını temin için söylenen yaldızlı laflardır. fetihlerin asıl nedeni, sadece osmanlı hazinesini doldurmaktır. hazine ise, büyük ölçüde sarayın masraflarını karşılamaktadır. saray, neredeyse bir köyü andıran özel bir geneleve benzemektedir. osmanlı devletinde savaşlarda kazanılan ganimetler, amiyane tabirle karıya-kıza yedirilmektedir. hazinedeki paranın yaptırılan birkaç cami, kervansaray, hamam dışında halka yararı olmadığı görülmektedir. esasen osmanlı devleti halkın yararını üstün tutan, insana değer veren bir idare anlayışına hiç sahip olmamıştır. devşirme yöntemi, siyaseten katl müessesesi bunlara bir örnektir.
- osmanlı devleti, anadolu türk halkından sadece savaşlarda asker olarak yararlanmıştır. türk halkından sarayda idareci olabilen çok azdır. devlete hakim olan aslen türk olmayan sadrazam ve vezirler, asırlarca anadolu türk halkını ihmal etmiş hatta bununla da kalmayarak vergi ve yağma yoluyla eziyet etmiştir.
***
savunulan bu görüşlerin sağlıklı bir biçimde değerlendirilmesi ve analiz edilebilmesi için karşıt görüşlerin de incelenmesi gerekli mutlaka. osmanlı tarihi konusunda yetkin kalemlerden biri olan ahmet akgündüz hoca’nın “bilinmeyen osmanlı” ve “harem” kitaplarını yazdığını biliyorum. bu kitapları okumadım ama öyle sanıyorum ki, ahmet hoca, osmanlı padişahlarının işlediği islam’a aykırı eylemlere, örfi hukuk açısından ve şeyhülislam mantığıyla yaklaşacak ve cevaz verecek. farkındayım, benimki bir önyargı ama kuvvetli bir tahmin aynı zamanda.
bir de yine son tahlilde osmanlıcı denilebilecek ilim adamlarımızdan ilber ortaylı’nın bu konularda kanaatinin ne olduğunu merak ediyorum. belki o da “tevil” yoluna başvuracak.
kitapta savunulan görüşler şöyle özetlenebilir:
- osmanlı devleti, bilinenin aksine türk devleti değildir. osmanlı devleti’ni kuran osman bey’in ve aşiretinin oğuzlar’ın kayı boyu’ndan geldiği kesindir. fakat, osmanlı padişahlarının ilk ikisi dışında tamamının annesi türk değildir. padişah anaları çok çeşitli milletlere mensuptur. kimi rus, kimi ermeni, kimi rum, kimi italyan, kimi fransızdır. en meşhurlarından hürrem sultan rustur ve asıl adı roksalandır. yine kendi oğlunu bile öldürmekten çekinmeyen kösem sultan da rumdur ve asıl adı anastasya’dır. zorla cariye yapılan bu kadınlar, asla türkleşmemiş ve müslümanlaşmamışlar, zorla cariye yapılmanın verdiği intikam hırsıyla saray içinde çeşitli entrikalar çevirerek osmanlı devleti’nin gücünü kaybetmesinde ana etkenlerden biri olmuşlardır.
- osmanlı devletini idarecileri de, türk değildir. osmanlı devleti’ni türkler değil, devşirme yoluyla toplanan ve yetiştirilen sırp, bulgar, rum, arnavut asıllı sadrazam ve vezirler yönetmiştir. devşirme yöntemiyle toplanan çocukların büyük bir kısmı padişahların sapık emellerine maruz kaldıktan sonra idareci olabilmişlerdir. kimileri de hadım edildikten sonra idareci yapılmışlardır.
- osmanlı padişahlarının hemen hemen tamamı, fatih, selim, kanuni gibi en meşhurları dahil olmak üzere, oğlancıdır, yani aktif eşcinseldir. yine büyük bir kısmı içki (şarap) ve uyuşturucu (afyon) bağımlısıdır. bazıları akıl hastasıdır. hepsi kadın düşkünüdür. saray, çeşitli milletlere mensup binlerce cariyeyle doludur. osmanlı hazinesi, sadece saray masraflarını karşılamaktadır. bu anlamda, yapılan savaşların asıl nedeninin sarayın masraflarını karşılamak, padişahların cinsel ve midesel ihtiyaçlarını karşılamak olduğu, “cihadın” anadolu türklerini savaştırmak için kullanılan bir paravan olduğu görülmektedir.
- osmanlı devleti, yine bilinenin aksine islam devleti de değildir. çünkü, islam’ın yasakladığı pek çok eylem (eşcinsel ilişki, sübyancılık, içki, uyuşturucu, tecavüz, adam öldürme, yağma vs.), osmanlı padişahları ve idarecileri tarafından rahatlıkla işlenebilmiştir. şeyhülislamlar, padişahların islam’a aykırı eylemlerini kitaba uydurarak fetvalar vermekle vazifeli kişilerdir. osmanlı devletinde, halkın bilip yaşadığı islam’la, sarayda uygulanan islam birbirinden çok farklıdır. halk, sürekli baskı altında tutulmuş, örneğin tütün yasaklanmış ve yasağa uymayan on binlerce insan öldürülmüş, ancak sarayda bu tür gayrı-meşru eylemler sürekli yapılagelmiştir.
- osmanlı devleti’nin altı asır boyunca sahip oldukları topraklara adaletle hükmettiği de propagandadan öte bir şey değildir. zorla din değiştirme dışında fethedilen topraklarda adalet sağlandığı iddiası gerçek değildir. devşirme yöntemi gereğince ailelerin yetişmekte olan çocuklarına el konmuş, kızları cariye olarak saraya alınmış ya da esir pazarında satılmış ve ağır vergiler salınmıştır.
- osmanlı devleti’nin fetih yaparak topraklarını genişletmesinin asil nedeni, ne dünyaya barış ve adalet götürmek, ne de dini yaymaktır. bunlar, anadolu türk halkının cihad aşkıyla savaşmasını temin için söylenen yaldızlı laflardır. fetihlerin asıl nedeni, sadece osmanlı hazinesini doldurmaktır. hazine ise, büyük ölçüde sarayın masraflarını karşılamaktadır. saray, neredeyse bir köyü andıran özel bir geneleve benzemektedir. osmanlı devletinde savaşlarda kazanılan ganimetler, amiyane tabirle karıya-kıza yedirilmektedir. hazinedeki paranın yaptırılan birkaç cami, kervansaray, hamam dışında halka yararı olmadığı görülmektedir. esasen osmanlı devleti halkın yararını üstün tutan, insana değer veren bir idare anlayışına hiç sahip olmamıştır. devşirme yöntemi, siyaseten katl müessesesi bunlara bir örnektir.
- osmanlı devleti, anadolu türk halkından sadece savaşlarda asker olarak yararlanmıştır. türk halkından sarayda idareci olabilen çok azdır. devlete hakim olan aslen türk olmayan sadrazam ve vezirler, asırlarca anadolu türk halkını ihmal etmiş hatta bununla da kalmayarak vergi ve yağma yoluyla eziyet etmiştir.
***
savunulan bu görüşlerin sağlıklı bir biçimde değerlendirilmesi ve analiz edilebilmesi için karşıt görüşlerin de incelenmesi gerekli mutlaka. osmanlı tarihi konusunda yetkin kalemlerden biri olan ahmet akgündüz hoca’nın “bilinmeyen osmanlı” ve “harem” kitaplarını yazdığını biliyorum. bu kitapları okumadım ama öyle sanıyorum ki, ahmet hoca, osmanlı padişahlarının işlediği islam’a aykırı eylemlere, örfi hukuk açısından ve şeyhülislam mantığıyla yaklaşacak ve cevaz verecek. farkındayım, benimki bir önyargı ama kuvvetli bir tahmin aynı zamanda.
bir de yine son tahlilde osmanlıcı denilebilecek ilim adamlarımızdan ilber ortaylı’nın bu konularda kanaatinin ne olduğunu merak ediyorum. belki o da “tevil” yoluna başvuracak.
ezoterizm, asıl gerçeklerin yalnızca anlayabilecek yetenek ve bilgide olanlara bildirilebileceği görüşü üzerine temellenen bir öğreti sistemidir.
ezoterizm özünde, bilgi ve görgülerin kapalı bir topluluk içinde ve aşamalı olarak verildiği bir çalışma ve öğreti sistemi olarak tanımlanabilir. .
ezoterik sıfatının tanımı gereği, bir öğreti sistemi olarak ezoterizmin üç temel özelliği vardır:
* öğretiyi alacak kişilerin özenle seçilmelerinden sonra, "inisiyasyon" yöntemiyle topluluğa kabul edilip yine aynı yöntemle ilerletilmeleri;
* öğretilerin, inisiyasyon yöntemi uyarınca bir dereceler silsilesi içinde verilmesi;
* öğretilerin kapsamında öncelikle simgelerin, allegorilerin ve özdeyişlerin kullanılmasıyla, bireye kendi gerçeklerini bulma yolunun açılması.
ezoterik öğreti sisteminin doğusu, insanoğlunun doğa yasaları üzerinde düşünmeye koyulması ve doğanın ve evrenin gerçeklerini arayıp bulmaya başlaması kadar eskidir. ulaşılan gerçekleri, insanların büyük çoğunlugu ya anlayamamış, ya tepkiyle karşılamış, ya da bunları kendi çıkarları için kötüye kullanmaya kalkışmışlardır. bu durum, gerçeklerin araştırılıp doğruların aktarılmasında, kapalılığın insanlar ve insanlık için daha yararlı sonuçlar sağlayacağı düşüncesini yaratmış ve böylece ezoterizm ortaya çıkmıştır. ezoterizmde, herkese duyurulması sakıncalı görülen bilgilerin, yalnızca belirli bir kültür düzeyine erişen kişilerce anlaşılabileceği gerekçesi kapalılığı, zorunlu kılmıştır. bu anlamda aristoteles öğretisi de ezoterik sayılmalıdır; aristoteles sabahları seçkin öğrencilerine ders verirken, akşamları halka ders verirmiş ve öğrettikleri de ayrı ayrı bilgilermiş.
ezoterizm uygulayan toplulukların büyük çoğunluğu, ulaştıkları gerçeklere ilişkin bilgi ve bulgulardan yalnızca kendi üyelerinin yararlanmalarını öngörmez; kendi dışlarındaki toplumu ve tüm insanlığı da gözetirler. ne var ki, yeterince uyumlu bir ortam sağlanmadıkça, gerçeklerin gelişigüzel bir biçimde ortaya dökülmemesini ve saklı tutulmasını yararlı ve hatta gerekli bulurlar. bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, gerçeklerin topluluk dışına yayılması, insanlığa maledilmesi geçikebilir.
ezoterizmin kapalılık gerekçesi hermesçiliğin su sözleri ile daha iyi anlaşilabilir : "her us büyük gerçekleri kavrayamaz. çoğunluk ya aptal, ya kötüdür. aptalsalar, gerçek karşısında akıllarını büsbütün yitirirler. kötüyseler, bu gerçeği kötüye kullanarak, büsbütün kötülük ederler. gerçeği gizlemekten başka yol yoktur. bulmak, bilmek, susmak gerek...". benzer bir yaklaşımı seyh bedreddin de de bulmak olanaklıdır : "her bilgi kendi mertebesinde haktır. gerçekler halka daha işin başında söylenirse, ya yollarını saptırırlar, ya da gerçeği söyleyeni suçlarlar. halk ve hak, orta bir yolla ve ayrı ayrı gözetilerek birbirine alıştırılabilir. ama herhalde halk, hak ve hakikate alıştırılmalıdır..."
ezoterizmin işlevi, bazılarınca bilinen bir takım gerçeklerin, bilemeyenlere aktarılmasından ibaret değildir. ezoterizmin işlevleri arasında, topluluk üyeleri arasında uyumlu bir iletişim sağlamak olgusu da vardır. bu iletişim sayesinde, bilgileri geliştirmek, derinleştirmek, yenilemek, genişletmek ve olgunlaştırmak için olumlu bir yapı sağlanır.
ezoterizmin temel kuralı gereği, bilgiler yalnızca yeterli düzeyde anlayış yeteneği olan ve bu yolda ilerleme özelliği gösterebilen kişilere aktarılmalıdır. ezoterik sistemde çalışan bir topluluğa katılan kişiye bilgilerin tümü bir anda yüklenmez, kişi belli düzeylerde sınanarak daha ileriye gitme yeteneğinin olup olmadığı anlaşılmalıdır. özellikle dinsel ve töresel nitelikte olan bilgiler açık ve belirgin bir kesinlikle verilmemeli, böylece öğretiyi alacak kişilerin kendilerine öğretilenleri putlaştırmaları önlenmelidir. ezoterik sistem içinde bilgileri öğrenmeye başlayan kişi, yalnızca kendisi için öğrenmekle yetinmemeli, bilgilerini birleştirip olgunlaştırarak başkalarına da yararlı olmaya çalışmalıdır.
ezoterizmi benimseyen topluluklar, kendilerine özgü bir çalışma yöntemi ve öğretisi olan, üyesi olmayan kişileri çalışmalarına almadığı gibi, öğretilerini kendi üyelerinden başkasına açmayan örgütlenmelerdir. bir ezoterik topluluğun bu özelliği, onun bir "gizli örgüt" olmasını gerektirmez. zira ezoterik bir topluluğun ya da kurumun varlığı, amaçları, ilkeleri, üyelerinin kimler olduğu, çalışmalarının nerede yapıldığı, nasıl çalıştığı herkesçe bilinebilir. bir ezoterik topluluğun gizli olarak nitelendirilebilecek tek yönü, üyelerinin kendi aralarında yaptıkları toplantı ve çalışmaların içeriğidir.
ezoterizm özünde, bilgi ve görgülerin kapalı bir topluluk içinde ve aşamalı olarak verildiği bir çalışma ve öğreti sistemi olarak tanımlanabilir. .
ezoterik sıfatının tanımı gereği, bir öğreti sistemi olarak ezoterizmin üç temel özelliği vardır:
* öğretiyi alacak kişilerin özenle seçilmelerinden sonra, "inisiyasyon" yöntemiyle topluluğa kabul edilip yine aynı yöntemle ilerletilmeleri;
* öğretilerin, inisiyasyon yöntemi uyarınca bir dereceler silsilesi içinde verilmesi;
* öğretilerin kapsamında öncelikle simgelerin, allegorilerin ve özdeyişlerin kullanılmasıyla, bireye kendi gerçeklerini bulma yolunun açılması.
ezoterik öğreti sisteminin doğusu, insanoğlunun doğa yasaları üzerinde düşünmeye koyulması ve doğanın ve evrenin gerçeklerini arayıp bulmaya başlaması kadar eskidir. ulaşılan gerçekleri, insanların büyük çoğunlugu ya anlayamamış, ya tepkiyle karşılamış, ya da bunları kendi çıkarları için kötüye kullanmaya kalkışmışlardır. bu durum, gerçeklerin araştırılıp doğruların aktarılmasında, kapalılığın insanlar ve insanlık için daha yararlı sonuçlar sağlayacağı düşüncesini yaratmış ve böylece ezoterizm ortaya çıkmıştır. ezoterizmde, herkese duyurulması sakıncalı görülen bilgilerin, yalnızca belirli bir kültür düzeyine erişen kişilerce anlaşılabileceği gerekçesi kapalılığı, zorunlu kılmıştır. bu anlamda aristoteles öğretisi de ezoterik sayılmalıdır; aristoteles sabahları seçkin öğrencilerine ders verirken, akşamları halka ders verirmiş ve öğrettikleri de ayrı ayrı bilgilermiş.
ezoterizm uygulayan toplulukların büyük çoğunluğu, ulaştıkları gerçeklere ilişkin bilgi ve bulgulardan yalnızca kendi üyelerinin yararlanmalarını öngörmez; kendi dışlarındaki toplumu ve tüm insanlığı da gözetirler. ne var ki, yeterince uyumlu bir ortam sağlanmadıkça, gerçeklerin gelişigüzel bir biçimde ortaya dökülmemesini ve saklı tutulmasını yararlı ve hatta gerekli bulurlar. bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, gerçeklerin topluluk dışına yayılması, insanlığa maledilmesi geçikebilir.
ezoterizmin kapalılık gerekçesi hermesçiliğin su sözleri ile daha iyi anlaşilabilir : "her us büyük gerçekleri kavrayamaz. çoğunluk ya aptal, ya kötüdür. aptalsalar, gerçek karşısında akıllarını büsbütün yitirirler. kötüyseler, bu gerçeği kötüye kullanarak, büsbütün kötülük ederler. gerçeği gizlemekten başka yol yoktur. bulmak, bilmek, susmak gerek...". benzer bir yaklaşımı seyh bedreddin de de bulmak olanaklıdır : "her bilgi kendi mertebesinde haktır. gerçekler halka daha işin başında söylenirse, ya yollarını saptırırlar, ya da gerçeği söyleyeni suçlarlar. halk ve hak, orta bir yolla ve ayrı ayrı gözetilerek birbirine alıştırılabilir. ama herhalde halk, hak ve hakikate alıştırılmalıdır..."
ezoterizmin işlevi, bazılarınca bilinen bir takım gerçeklerin, bilemeyenlere aktarılmasından ibaret değildir. ezoterizmin işlevleri arasında, topluluk üyeleri arasında uyumlu bir iletişim sağlamak olgusu da vardır. bu iletişim sayesinde, bilgileri geliştirmek, derinleştirmek, yenilemek, genişletmek ve olgunlaştırmak için olumlu bir yapı sağlanır.
ezoterizmin temel kuralı gereği, bilgiler yalnızca yeterli düzeyde anlayış yeteneği olan ve bu yolda ilerleme özelliği gösterebilen kişilere aktarılmalıdır. ezoterik sistemde çalışan bir topluluğa katılan kişiye bilgilerin tümü bir anda yüklenmez, kişi belli düzeylerde sınanarak daha ileriye gitme yeteneğinin olup olmadığı anlaşılmalıdır. özellikle dinsel ve töresel nitelikte olan bilgiler açık ve belirgin bir kesinlikle verilmemeli, böylece öğretiyi alacak kişilerin kendilerine öğretilenleri putlaştırmaları önlenmelidir. ezoterik sistem içinde bilgileri öğrenmeye başlayan kişi, yalnızca kendisi için öğrenmekle yetinmemeli, bilgilerini birleştirip olgunlaştırarak başkalarına da yararlı olmaya çalışmalıdır.
ezoterizmi benimseyen topluluklar, kendilerine özgü bir çalışma yöntemi ve öğretisi olan, üyesi olmayan kişileri çalışmalarına almadığı gibi, öğretilerini kendi üyelerinden başkasına açmayan örgütlenmelerdir. bir ezoterik topluluğun bu özelliği, onun bir "gizli örgüt" olmasını gerektirmez. zira ezoterik bir topluluğun ya da kurumun varlığı, amaçları, ilkeleri, üyelerinin kimler olduğu, çalışmalarının nerede yapıldığı, nasıl çalıştığı herkesçe bilinebilir. bir ezoterik topluluğun gizli olarak nitelendirilebilecek tek yönü, üyelerinin kendi aralarında yaptıkları toplantı ve çalışmaların içeriğidir.
ortaçağ italyan yazarlarından boccaccio’nun 1339-1353 yılları arasında yazdığı decameron 100 öyküden oluşan bir külliyat. kurguya göre, yedi kadın ve üç erkek, veba salgınından kaçmak için bir şatoda yerleşirler. zaman geçirmek için her gece her biri bir öykü anlatır. böylece, on gün boyunca birbirlerine 100 öykü anlatmış olurlar. esasen yunanca bir kelime olan decameron da “10 gün” anlamına geliyor.
decameron öyküleri, cinselliği tabu sayan anlayışı şiddetle eleştiren bir içeriğe sahip. tuhaf fanteziler, yasak ilişkiler öykülerin ana teması. insanoğlunun en temel gereksinimini birtakım tabularla boğmanın acı sonuçlarını ortaya seren bir kitap bu. kitaba göre iki acı sonucu var cinselliği tabulaştırmanın : birincisi, ahlaksız davranışları yok etmek yerine çoğaltması. ikincisi ise insanları temel ihtiyaçlarını gidermek için “ikiyüzlü” davranışlarda bulunmaya zorlaması.
decameron salt cinsellik övgüsü yapan bir kitap değil kuşkusuz. bundan başka din adamlarının (katolik papazların) ikiyüzlülüğünü ve kişisel çıkarlarına olan düşkünlüğünü şiddetle eleştiren, böylece hümanizm ve aydınlanma akımına öncülük eden bir başyapıt.
decameron öyküleri, cinselliği tabu sayan anlayışı şiddetle eleştiren bir içeriğe sahip. tuhaf fanteziler, yasak ilişkiler öykülerin ana teması. insanoğlunun en temel gereksinimini birtakım tabularla boğmanın acı sonuçlarını ortaya seren bir kitap bu. kitaba göre iki acı sonucu var cinselliği tabulaştırmanın : birincisi, ahlaksız davranışları yok etmek yerine çoğaltması. ikincisi ise insanları temel ihtiyaçlarını gidermek için “ikiyüzlü” davranışlarda bulunmaya zorlaması.
decameron salt cinsellik övgüsü yapan bir kitap değil kuşkusuz. bundan başka din adamlarının (katolik papazların) ikiyüzlülüğünü ve kişisel çıkarlarına olan düşkünlüğünü şiddetle eleştiren, böylece hümanizm ve aydınlanma akımına öncülük eden bir başyapıt.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?