cevat fehmi başkut, pek az tanınmasına rağmen, yazdığı 23 oyunla, türk tiyatrosuna büyük emeği geçmiş çok değerli bir yazardır. övünülecek bir şey mi bilmem ama ben bu 23 oyunun tamamını okudum. hatta bu 23 oyundan 15’i kitaplığımda mevcut. pek güçlüklerle temin ettiğim bu oyunların her biri benim için paha biçilmez değerde.
“paydos” başkut’un en çok bilinen eserlerinden biri. benim de çok beğendiğim bir oyundur ayrıca. birkaç kez okumuştum. mesleğine aşık bir ilkokul mualliminin, etrafındaki para-mal düşkünü kişilerle olan mücadelesidir, oyunun konusu.
dün gece, ege tv’de, başkut’un paydos oyununun sinemaya uyarlanan filmini izledim. muallim murtaza rolünde sadri alışık oynuyor. hani bir rol, oyuncuya ancak bu kadar yakışır. sadri alışık, hüzünlü ve samimi yüzüne yakışan bu rolü, gerçekten hakkını vererek oynamış. diğer oyuncular da, en az onun kadar başarılı. kötüyü oynayan vahi öz, ali şen, mualla sürer oyunculuklarının zirvesinde. vahi öz’ün karısı rolündeki mualla sürer’e “hanım sen sus!...” diye ünlenişi, onun da “sustum hacı bey!...” diye yaltaklanışı hala yüzümde hafif tebessümlere sebep oluyor. hepsi rahmetlik olmuş bu oyuncuları izlerken, dudaklarımın ucuna geliveren fatihayı okumadan edemedim. cenab-ı allah, mimikleriyle, sözleriyle kalbimizi ışıtan bu oyuncuların kusurlarını affetsin ve mekanlarını cennet eylesin!
film ile oyun arasında farklılıklar da var. oyunun sonunda muallim murtaza, hacı-muhtar ikilisine yenilir ve öğretmenlikten istifa edip bakkallık yapmaya başlar. filmde ise mutlu son var. hacı-muhtar ikilisinin düzenbazlıkları ortaya çıkar ve muallim murtaza yeniden okula döner. bana kalırsa “oyunun” finali, “filmin” finalinden daha etkileyicidir. ilk kez okuyormuşum gibi hala ruhumda tatlı ürpertiler uyandıran, muallim murtaza’nın oyunun sonundaki duygusal tiradı şöyle:
: kağıt kalem alın çocuklar... yazdıracağım parçanın adı mektep... fatma... yine burnun akıyor. al, sil bakayım, minimini yaramaz... sonra sana pis çocuk derler, ayıptır. evet, yazdıracağım parçanın adı mektep... çocuklar mektebi sevin, okumayı sevin... hayatta en temiz yer burası, en güzel şey okumak.... sonra ikisini de çok, pek çok arayacaksınız... dışarısı karanlık, gürültülü, korkunç... oh, buranın havasında bile bir başka koku var. sükun ve huzur kokuyor. ağrıdan sızlayan başım dinleniyor. mektebinizi sevin, mualliminizi sevin çocuklar…
paydos
yönetmen : ülkü erakalın
oyuncular : sadri alışık, vahi öz, mualla sürer, ali şen, gülistan güzey, nubar terziyan
yapım : 1968-türkiye
tür : dram
oyun
herkes oyun oynar
çoban koyunlarıyla oynar
ve yıldızlarıyla.
kral korkularıyla oynar,
keşiş günahlarıyla
bilgin sorularıyla
cahil tanrılarıyla
yoksul umutlarıyla oynar,
aşık da yaralarıyla..
ve şair hepsiyle birden oynar.
bütün oyunları,
bütün oyuncaklarıyla..
ama yalnızlık da onunla oynar,
fıskiyenin havada hoplattığı
ping pong topu gibi..
cahit koytak
herkes oyun oynar
çoban koyunlarıyla oynar
ve yıldızlarıyla.
kral korkularıyla oynar,
keşiş günahlarıyla
bilgin sorularıyla
cahil tanrılarıyla
yoksul umutlarıyla oynar,
aşık da yaralarıyla..
ve şair hepsiyle birden oynar.
bütün oyunları,
bütün oyuncaklarıyla..
ama yalnızlık da onunla oynar,
fıskiyenin havada hoplattığı
ping pong topu gibi..
cahit koytak
umut = yaşama isteği.
umut olmayınca insanı hayata bağlayan ana damar kopuyor sanki.
umut olmayınca insanı hayata bağlayan ana damar kopuyor sanki.
2-1 olunca televizyonu kapattığım maç.
radikal gazetesi 1997 yılında yayınlanmaya başlamıştı. reklam sloganı da hala hafızam da. “radikal” sözcüğünün tanımı yapılıyordu ve “o bir radikal” sloganıyla reklam bitiyordu. bildiğim kadarıyla bu gazete, doğan grubu tarafından, dinç bilgin’in yeni yüzyıl (sonra yeni binyıl) gazetelerine rakip olsun diye çıkarılmıştı. gazetenin sol ağırlıklı liberal bir siyasi duruşu vardı. sol-liberal duruş, anlatması ve anlaşılması hayli zor bir terkip. ama bu gazeteyi başka türlü ifade etmek de mümkün değil gibi. belki bu niteleme yeni yüzyıl (ve yeni binyıl) için daha doğru. radikal’in ise liberalliği kısıtlı ama sol hatta sosyalist sol yanı daha baskın gibi.
(ara not : doğan grubu sol okura hitap eden radikal’i çıkardıktan sonra, sağ okuru da küstürmemiş ve onlar için de bir sonraki yıl yeni ufuk gazetesini çıkarmıştı. bu gazete bir ay kadar yayın hayatına devam ettikten sonra kapanmıştı. ahmet turan alkan, beşir ayvazoğlu, iskender pala bu gazetenin yazarlarındandı. doğan grubu’nun tavrı dikkat çekici. bir tane solcu okurlar için gazete (radikal), bir tane de sağcı okurlar için gazete (yeni ufuk). iki tarafı da küstürmemek için ideal bir çözüm.)
radikal gazetesini çıktıktan sonra sanırım bir yıl boyunca düzenli olarak satın aldım. solcu olduğum için değil (ki kim sağcı, kim solcu bunu pek anlamam ve hatta kayda değer de bulmam) ama gazeteyi “okunabilir” nitelikte gördüğüm için satın alıyordum. hatta babamın şiddetli muhalefetine rağmen. o vakitler babamın verdiği harçlıkla gezip dolaşıyordum ve haliyle adamcağız verdiği paranın yaban ellere (!) gitmesine razı olmuyordu.
aradan neredeyse 10 yıl geçmiş. o ilk sayılardan aklımda kalan üç şey var: birincisi, televizyon eleştirileri. çok neşeli, çok eğlendirici ve zeka yüklü yazılardı onlar. orijinal de bir ismi vardı ama unuttum. sıfır noktası mıydı, zifiri karanlık mı neydi? başlıkta bir büyüteç vardı galiba. ikincisi de, hafta sonu tam sayfa bulmaca yayınlanırdı. her hafta, bu kez çözeceğim diye bulmacanın başına çökerdim ama karelerin onda birini ancak doldurduktan sonra masadan yılgın yılgın kalkardım. ve üçüncüsü de, piyale madra’nın, ramize erer’in o hınzır karikatürleri.
yıllar sonra bugün bir radikal gazetesi satın aldım. yazar kadrosu daha bir renklenmiş gibi. bir yanda hasan celal güzel, diğer yanda murat belge; öbür yanda nuray mert, diğer yanda türker alkan. sanki biraz dümen “ortaya doğru” kaymış gibi. piyale madra’nın, ramize erer’in karikatürleri yine insanı gazetenin neşe kaynağı.
radikal’i eski bir arkadaşla yıllar sonra yeniden buluşmanın verdiği sevinç ve şaşkınlıkla okudum. “daha bir güzelleşmiş” ile “hiç değişmemiş” arası belirsiz bir duygunun arasında kaldım.
(ara not : doğan grubu sol okura hitap eden radikal’i çıkardıktan sonra, sağ okuru da küstürmemiş ve onlar için de bir sonraki yıl yeni ufuk gazetesini çıkarmıştı. bu gazete bir ay kadar yayın hayatına devam ettikten sonra kapanmıştı. ahmet turan alkan, beşir ayvazoğlu, iskender pala bu gazetenin yazarlarındandı. doğan grubu’nun tavrı dikkat çekici. bir tane solcu okurlar için gazete (radikal), bir tane de sağcı okurlar için gazete (yeni ufuk). iki tarafı da küstürmemek için ideal bir çözüm.)
radikal gazetesini çıktıktan sonra sanırım bir yıl boyunca düzenli olarak satın aldım. solcu olduğum için değil (ki kim sağcı, kim solcu bunu pek anlamam ve hatta kayda değer de bulmam) ama gazeteyi “okunabilir” nitelikte gördüğüm için satın alıyordum. hatta babamın şiddetli muhalefetine rağmen. o vakitler babamın verdiği harçlıkla gezip dolaşıyordum ve haliyle adamcağız verdiği paranın yaban ellere (!) gitmesine razı olmuyordu.
aradan neredeyse 10 yıl geçmiş. o ilk sayılardan aklımda kalan üç şey var: birincisi, televizyon eleştirileri. çok neşeli, çok eğlendirici ve zeka yüklü yazılardı onlar. orijinal de bir ismi vardı ama unuttum. sıfır noktası mıydı, zifiri karanlık mı neydi? başlıkta bir büyüteç vardı galiba. ikincisi de, hafta sonu tam sayfa bulmaca yayınlanırdı. her hafta, bu kez çözeceğim diye bulmacanın başına çökerdim ama karelerin onda birini ancak doldurduktan sonra masadan yılgın yılgın kalkardım. ve üçüncüsü de, piyale madra’nın, ramize erer’in o hınzır karikatürleri.
yıllar sonra bugün bir radikal gazetesi satın aldım. yazar kadrosu daha bir renklenmiş gibi. bir yanda hasan celal güzel, diğer yanda murat belge; öbür yanda nuray mert, diğer yanda türker alkan. sanki biraz dümen “ortaya doğru” kaymış gibi. piyale madra’nın, ramize erer’in karikatürleri yine insanı gazetenin neşe kaynağı.
radikal’i eski bir arkadaşla yıllar sonra yeniden buluşmanın verdiği sevinç ve şaşkınlıkla okudum. “daha bir güzelleşmiş” ile “hiç değişmemiş” arası belirsiz bir duygunun arasında kaldım.
kör albay rolüyle ilk defa oscar kazanan al pacino gerçekten muhteşem bir iş çıkarmış. kendisine bir kez daha hayran oldum.
filmde beni büyüleyen, etkisi altına alan o kadar çok sahne, o kadar çok konuşma var ki. hangisini yazacağımı bilemiyorum. tango sahnesi, ferrari’yle tur atmaları, albayın intihara teşebbüs ettiği an… hepsi etkileyici ve muhteşemdi. ama sanırım en etkili sahne finalde, albayın okulda yaptığı konuşmaydı. bu konuşmanın bir kısmını (maalesef ingilizce) bloguma alacağım. ama önce, albayın, beni çok güldüren uçaktaki konuşması... cennetin anahtarına dikkat!...
lt. col. frank slade: women! what can you say? who made em? god must have been a fuckin genius. the hair... they say the hair is everything, you know. have you ever buried your nose in a mountain of curls... just wanted to go to sleep forever? or lips... and when they touched, yours were like... that first swallow of wine... after you just crossed the desert. tits. hoo-ah! big ones, little ones, nipples staring right out at ya, like secret searchlights. mmm. legs. i dont care if theyre greek columns... or secondhand steinways. whats between em... passport to heaven. i need a drink. yes, mr sims, theres only two syllables in this whole wide world worth hearing: pussy. hah! are you listenin to me, son? im givin ya pearls here.
lt. col. frank slade: i dont know if charlies silence here today is right or wrong; im not a judge or jury. but i can tell you this: he wont sell anybody out to buy his future!
lt. col. frank slade: out of order, i show you out of order. you dont know what out of order is, mr. trask. id show you, but im too old, im too tired, im too fuckin blind. if i were the man i was five years ago, id take a flamethrower to this place! out of order? who the hell do you think youre talkin to? ive been around, you know? there was a time i could see. and i have seen. boys like these, younger than these, their arms torn out, their legs ripped off. but there isnt nothin like the sight of an amputated spirit. there is no prosthetic for that. you think youre merely sending this splendid foot soldier back home to oregon with his tail between his legs, but i say you are... executin his soul! and why? because hes not a bairdman. bairdmen. you hurt this boy, youre gonna be baird bums, the lot of ya. and harry, jimmy, trent, wherever you are out there, fuck you too!
kadin kokusu (scent of a woman)
yönetmen :martin brest
oyuncular : al pacino, chris odonnell, james rebhorn, gabrielle anwar, philip seymour hoffman, richard venture, bradley whitford
yapım : 1992-abd
tür : dram
filmde beni büyüleyen, etkisi altına alan o kadar çok sahne, o kadar çok konuşma var ki. hangisini yazacağımı bilemiyorum. tango sahnesi, ferrari’yle tur atmaları, albayın intihara teşebbüs ettiği an… hepsi etkileyici ve muhteşemdi. ama sanırım en etkili sahne finalde, albayın okulda yaptığı konuşmaydı. bu konuşmanın bir kısmını (maalesef ingilizce) bloguma alacağım. ama önce, albayın, beni çok güldüren uçaktaki konuşması... cennetin anahtarına dikkat!...
lt. col. frank slade: women! what can you say? who made em? god must have been a fuckin genius. the hair... they say the hair is everything, you know. have you ever buried your nose in a mountain of curls... just wanted to go to sleep forever? or lips... and when they touched, yours were like... that first swallow of wine... after you just crossed the desert. tits. hoo-ah! big ones, little ones, nipples staring right out at ya, like secret searchlights. mmm. legs. i dont care if theyre greek columns... or secondhand steinways. whats between em... passport to heaven. i need a drink. yes, mr sims, theres only two syllables in this whole wide world worth hearing: pussy. hah! are you listenin to me, son? im givin ya pearls here.
lt. col. frank slade: i dont know if charlies silence here today is right or wrong; im not a judge or jury. but i can tell you this: he wont sell anybody out to buy his future!
lt. col. frank slade: out of order, i show you out of order. you dont know what out of order is, mr. trask. id show you, but im too old, im too tired, im too fuckin blind. if i were the man i was five years ago, id take a flamethrower to this place! out of order? who the hell do you think youre talkin to? ive been around, you know? there was a time i could see. and i have seen. boys like these, younger than these, their arms torn out, their legs ripped off. but there isnt nothin like the sight of an amputated spirit. there is no prosthetic for that. you think youre merely sending this splendid foot soldier back home to oregon with his tail between his legs, but i say you are... executin his soul! and why? because hes not a bairdman. bairdmen. you hurt this boy, youre gonna be baird bums, the lot of ya. and harry, jimmy, trent, wherever you are out there, fuck you too!
kadin kokusu (scent of a woman)
yönetmen :martin brest
oyuncular : al pacino, chris odonnell, james rebhorn, gabrielle anwar, philip seymour hoffman, richard venture, bradley whitford
yapım : 1992-abd
tür : dram
fransızca bir müzik terimi olan cacophonie, "kakışma, geleneksel armoni kurallarına göre uyumsuz sayılan nota bileşimi" anlamına geliyormuş. biz bu kelimeyi "kakafoni" biçiminde söylüyoruz.
ankara, bilhassa istanbul, izmir, antalya gibi denize kıyısı olan şehirlerde yaşayanlar için hiç de cazip değildir, kabul. denizsiz olmasından başka, ankara “sıkıcı” bir şehirdir, çünkü “resmi” bir havası vardır. belki bu yüzden şairlerin ankara’ya yakıştırdıkları renk “gri”dir. pek öyle gezilecek-görülecek mekanları da yoktur. eski-yeni meclis, anıtkabir, atakule, müzeler… başka? başka yok!... ankara’ya genelde bir “iş” için gelinir ve bu işin görülmesi sırasında çekilen eza ve sıkıntı, “şehre” mal edilir. kimisinin hastası vardır, ankara’daki hastanelere sevk yaptırmıştır. kimisi “memur” olma umudunun peşinde ankara’ya uzanmıştır, kimisi memurdur ama terfi ya da tayin peşindedir. kimisi sınav telaşesindedir. sözün özü, ankara, bir an önce iş halledilip apar-topar gidilecek bir şehirdir. “mecbur olunmasa” yüzüne bile bakılmaz bu şehrin...
yaşar kaplanın bir öykü kitabı.
yaşar kaplan, öykülerine yabancı olmadığım bir yazar. öğrencilik yıllarımda “ikinci kitap” isimli öykü kitabını okumuştum. bu kitaptaki kimi öyküleri gerçekten beğenmiş, kimilerini de pek tatsız-yavan bulmuştum.
“canhıraş”ta 8 öykü var. en çok “kesathane” hikayesini sevdim. hikayenin konusu, kahverengi saatler satan aksi tabiatlı yaşlı saatçinin müşterileriyle olan yarı komik, yarı dramatik ilişkileri. (hikayeyi böyle özetlemekle, belki de hikayeden hiçbirşey anlamadığmı ifşa etmiş oldum.) “yaşamak istiyorum” hikayesi de, başörtülü ve hidayete ermiş (!) kadınların hayatındaki sorunlara kapı aralıyor. hidayete ermekle, örtünmekle sorunsuz bir dünyaya kucak açılmış olunmuyor yani. “(ler)” hikayesi de, kadını ancak anne olduğunda yücelten bir algılamanın ürünü.
genel olarak bakıldığında, hikayelerde modern hayatın tenkidi ve alternatif olarak islami bir hayat tarzının ikame edilmesi gayesi güdüldüğü görülmekte.
yaşar kaplan’ın, açık yazmak gerekirse, “sevimsiz bir türkçesi” var. hikayelerin düşünsel yanına ağırlık vermiş daha çok. hikayelerini okurken, türkçe tadı almak nerdeyse imkansız. aynı kategoride anılabilecek iki isimden, mustafa kutlu’dan ve rasim özdenören’den, bu anlamda hayli zayıf bir üslubu var yaşar kaplan’ın.
kitabı trende okumama rağmen, bazı satırların altını çizmeyi nasılsa başardım:
"sonra insanlar vardı.
herkes kendi hayatını yaşıyordu.”
“… günlerden bir gün, nasılsa kendini bir fotoğrafçının önünde buldu. girdi, oturdu poz sandalyesine ve bir anlığına gülümseyip gitti. gülüşünün resmini çektirip gitti. ‘hatıra resmidir” diyerek bir an gülümsedi ve gitti; somurtarak.”
“gelin bana yeniden, gelin ilk öğrendiklerim. ilk öğrendiklerim, ama kadrini asla bilemediklerim. ilk öğrendiklerim, ama kimselere diyemediklerim.”
“demek insanın cennette alacağı hurilerin ilki buradaki zevcesi! (…) insan azıp yanılıp evleniyor, sonunda evlendiği kadın dünyada en çok nefret ettiği bir mahluk haline geliyor ve ölüp gittikten sonra da tutuyorlar bu mahluku adama yeniden yamıyorlar!” (bu satırları okurken amiyane tabirle koptum ve satırların yanındaki boşluğa büyükçe bir smile işareti koydum.)
“müminlerin mahzun olmasını istemiyor kitap. hüzün yok. sevinç var. sevinçle çalışmak var. sevinçle sürdürmek var bu ölüm-dirim kavgasını.”
“…iyi bir seçim, iyi bir hayattır.”
yaşar kaplan – “canhıraş” , hikaye, eksen yayıncılık, istanbul, 1991, 85 s.
yaşar kaplan, öykülerine yabancı olmadığım bir yazar. öğrencilik yıllarımda “ikinci kitap” isimli öykü kitabını okumuştum. bu kitaptaki kimi öyküleri gerçekten beğenmiş, kimilerini de pek tatsız-yavan bulmuştum.
“canhıraş”ta 8 öykü var. en çok “kesathane” hikayesini sevdim. hikayenin konusu, kahverengi saatler satan aksi tabiatlı yaşlı saatçinin müşterileriyle olan yarı komik, yarı dramatik ilişkileri. (hikayeyi böyle özetlemekle, belki de hikayeden hiçbirşey anlamadığmı ifşa etmiş oldum.) “yaşamak istiyorum” hikayesi de, başörtülü ve hidayete ermiş (!) kadınların hayatındaki sorunlara kapı aralıyor. hidayete ermekle, örtünmekle sorunsuz bir dünyaya kucak açılmış olunmuyor yani. “(ler)” hikayesi de, kadını ancak anne olduğunda yücelten bir algılamanın ürünü.
genel olarak bakıldığında, hikayelerde modern hayatın tenkidi ve alternatif olarak islami bir hayat tarzının ikame edilmesi gayesi güdüldüğü görülmekte.
yaşar kaplan’ın, açık yazmak gerekirse, “sevimsiz bir türkçesi” var. hikayelerin düşünsel yanına ağırlık vermiş daha çok. hikayelerini okurken, türkçe tadı almak nerdeyse imkansız. aynı kategoride anılabilecek iki isimden, mustafa kutlu’dan ve rasim özdenören’den, bu anlamda hayli zayıf bir üslubu var yaşar kaplan’ın.
kitabı trende okumama rağmen, bazı satırların altını çizmeyi nasılsa başardım:
"sonra insanlar vardı.
herkes kendi hayatını yaşıyordu.”
“… günlerden bir gün, nasılsa kendini bir fotoğrafçının önünde buldu. girdi, oturdu poz sandalyesine ve bir anlığına gülümseyip gitti. gülüşünün resmini çektirip gitti. ‘hatıra resmidir” diyerek bir an gülümsedi ve gitti; somurtarak.”
“gelin bana yeniden, gelin ilk öğrendiklerim. ilk öğrendiklerim, ama kadrini asla bilemediklerim. ilk öğrendiklerim, ama kimselere diyemediklerim.”
“demek insanın cennette alacağı hurilerin ilki buradaki zevcesi! (…) insan azıp yanılıp evleniyor, sonunda evlendiği kadın dünyada en çok nefret ettiği bir mahluk haline geliyor ve ölüp gittikten sonra da tutuyorlar bu mahluku adama yeniden yamıyorlar!” (bu satırları okurken amiyane tabirle koptum ve satırların yanındaki boşluğa büyükçe bir smile işareti koydum.)
“müminlerin mahzun olmasını istemiyor kitap. hüzün yok. sevinç var. sevinçle çalışmak var. sevinçle sürdürmek var bu ölüm-dirim kavgasını.”
“…iyi bir seçim, iyi bir hayattır.”
yaşar kaplan – “canhıraş” , hikaye, eksen yayıncılık, istanbul, 1991, 85 s.
“kalın türk” ismi aldatmasın sizi. bu kitap, “şu çılgın türkler”, “yılgın türkler”, “the türkler” serisi içinde değerlendirilmesin sakın.
“kalın türk” şair ve yazar ismet özel’in 1993 yılında izmir’de verdiği bir konferansın tam dökümü. konferansın ana konusu huntington’un medeniyetler çatışması tezinin tenkidi üzerine. konferans metni 13 yıl sonra kitaplaşmış. bunun da esprisi, konferansta dile getirilen düşüncelerin ve öngörülerin, 11 eylül sonrası ortaya çıkan dünya tablosunu yansıtması. “kalın türk” esprisi, bozulan dünya müvazenesi içinde hala yegane umudun türk milletinde ve anadolu’da olduğunun vurgusu yapılarak, ancak bu umudun ince değil “kalın” türk olmakla gerçekleşebileceği düşüncesine dayanıyor.
ismet özel’in kendine özgü bir dünyayı algılayış penceresi ve bu pencereye uygun şekillendirdiği bir terminolojisi var. ismet özel’in görüşlerini değerlendirebilmek için, bu algılama penceresini ve terminolojini çok iyi bilmek gerekiyor. bu yüzden, bırakın ismet özel’in görüşlerini tartışmak, ismet özel’in görüşlerini özetlemek bile, bu algılama penceresi ve terminoloji bilinmeyince imkansızlaşıyor.
ismet özel - "kalın türk", fikir, şule yayıncılık, 6. baskı, 53 s.
“kalın türk” şair ve yazar ismet özel’in 1993 yılında izmir’de verdiği bir konferansın tam dökümü. konferansın ana konusu huntington’un medeniyetler çatışması tezinin tenkidi üzerine. konferans metni 13 yıl sonra kitaplaşmış. bunun da esprisi, konferansta dile getirilen düşüncelerin ve öngörülerin, 11 eylül sonrası ortaya çıkan dünya tablosunu yansıtması. “kalın türk” esprisi, bozulan dünya müvazenesi içinde hala yegane umudun türk milletinde ve anadolu’da olduğunun vurgusu yapılarak, ancak bu umudun ince değil “kalın” türk olmakla gerçekleşebileceği düşüncesine dayanıyor.
ismet özel’in kendine özgü bir dünyayı algılayış penceresi ve bu pencereye uygun şekillendirdiği bir terminolojisi var. ismet özel’in görüşlerini değerlendirebilmek için, bu algılama penceresini ve terminolojini çok iyi bilmek gerekiyor. bu yüzden, bırakın ismet özel’in görüşlerini tartışmak, ismet özel’in görüşlerini özetlemek bile, bu algılama penceresi ve terminoloji bilinmeyince imkansızlaşıyor.
ismet özel - "kalın türk", fikir, şule yayıncılık, 6. baskı, 53 s.
güzin abla üç gün önce vefat etmiş. şahsen benim güzin abla’yla bir yakınlığım yoktu. yazılarını da takip ettiğimi söyleyemem. mektup gönderip bir defa bile derdimi falan da anlatmış değilim. yine de çok yakından tanıdığım biri ölmüş gibi duygulandım.
sitesinden öğrendiğim kadarıyla güzin abla’nın gerçek adı “güzin sayar”mış. reşat nuri güntekin’e ve refik halit karay’a kadar uzanan köklü bir istanbul ailesine mensupmuş. babasını erken yaşta kaybetmiş. 16 yaşında bir subayla evlenmiş. aldatılmış ve boşanmış. daha sonra ikinci evliliğini yapmış, yine aldatılmış ve yine boşanmış. böylesine güzel, gerçekten çok güzel, ve kültürlü bir kadının evlendiği iki eşi tarafından da aldatılması hem acı, hem de traji-komik.
güzin abla gazetecilik mesleğine altmışlı yıllarda girmiş. 71 yılında da “güzin abla” köşesiyle insanların dertlerine çözüm aramaya başlamış. 98 yılına kadar aralıksız bu köşeden insanların dertlerine tercüman olduktan sonra rahatsızlığı nedeniyle görevi kızı feyza algan’a devretmiş. ve halen kızı feyza algan, hürriyet gazetesinde bu görevi sürdürüyor.
insanlara yapılan her tür iyilik “ibadet”tir sonuçta. güzin abla’nın insanları iyi ve doğru yola sevk ettiğine, insanların dertlerini, sıkıntılarını paylaştığına yürekten inanıyorum. allah rahmet eylesin ve mekanı cennet olsun!
sitesinden öğrendiğim kadarıyla güzin abla’nın gerçek adı “güzin sayar”mış. reşat nuri güntekin’e ve refik halit karay’a kadar uzanan köklü bir istanbul ailesine mensupmuş. babasını erken yaşta kaybetmiş. 16 yaşında bir subayla evlenmiş. aldatılmış ve boşanmış. daha sonra ikinci evliliğini yapmış, yine aldatılmış ve yine boşanmış. böylesine güzel, gerçekten çok güzel, ve kültürlü bir kadının evlendiği iki eşi tarafından da aldatılması hem acı, hem de traji-komik.
güzin abla gazetecilik mesleğine altmışlı yıllarda girmiş. 71 yılında da “güzin abla” köşesiyle insanların dertlerine çözüm aramaya başlamış. 98 yılına kadar aralıksız bu köşeden insanların dertlerine tercüman olduktan sonra rahatsızlığı nedeniyle görevi kızı feyza algan’a devretmiş. ve halen kızı feyza algan, hürriyet gazetesinde bu görevi sürdürüyor.
insanlara yapılan her tür iyilik “ibadet”tir sonuçta. güzin abla’nın insanları iyi ve doğru yola sevk ettiğine, insanların dertlerini, sıkıntılarını paylaştığına yürekten inanıyorum. allah rahmet eylesin ve mekanı cennet olsun!
reşat çalışlar ismiyle ilk kez, dört ay kadar önce, siyah kahve isimli kültür-edebiyat sitesinde karşılaştım. yanlış hatırlamıyorsam, can yücel hakkında bir yazısını okumuştum. can yücel’e, hakim solcu bakış açısıyla yaklaşmıyor; eleştirel ve liberal bir gözle can yücel’i analiz ediyordu. reşat çalışlar ismine, daha sonra başka kişi, kavram ve kurumları da “analiz” ederken de rastladım. özellikle ekşi sözlük üzerine yazdıkları, meseleyi iyi incelemiş ve iyi özümlemiş birinin ulaştığı sonuçlar gibi görünüyordu. o güne kadar “sözlük” siteleriyle bir ilgim olmamıştı. ekşi sözlük’ten elbette haberdardım ama ekşi sözlükün konsepti ve ekşi sözlük kültürü hakkında neredeyse hiç bilgim yoktu. nette sözlük sitelerini gezinirken, birden kendimi bilgi sözlük isimli başka bir sözlük sitesinde yazar olarak buluverdim. kısaca, sözlük sitelerine ve sözlük sitelerinde yazarlığa başlamamı tamamen reşat çalışlar’a borçluyum diyebilirim. kendisi hiç bilmese bile.
reşat çalışlar; hayat deneyimi, dünya görüşü ve kişisel analizleriyle dikkatimi çekmeye devam etti. sitesindeki yazıların büyük bir bölümünü okumuştum. “beni kalbimden vuranlar var ya” isimli kitabını ise okunacaklar listeme kaydetmiştim. nihayet üç gün önce, kızılay’daki dost kitabevi’nden bu romanı satın aldım ve okumaya başladım. beşyüz sayfayı aşan ve hacimli denilebilecek bu romanı, nihayet bu akşam bitirmeyi başardım.
roman, türk popüler kültürünü, dolayısıyla türk insanını ve türkiye’yi analiz etme çabasında olan önemli bir kitap. türk popüler kültürü üzerine yapılacak bilimsel araştırmalarda ilk elden atıf yapılabilecek bir içeriğe sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir. var mı bilmiyorum ama üniversitelerin türk popüler kültürüyle ilgilenen bölümlerinde pekala yardımcı ders kitabı niyetine okutulması bile mümkün. “önemli" sayılabilecek içeriğine ve tespitlerine rağmen, romanın türk kültürel hayatında ses getirdiğini ve hak ettiği ilgiyi gördüğünü söylemek güç.
romanı “önemli” bulmama rağmen, çok beğenerek ve çok dikkatli okuduğumu söyleyemem. bir an önce bitse dediğim anlar olmadı değil. hatta, kimi yerlerde kitabı yırtmayı, paramparça etmeyi bile düşündüm. kitabı çok da beğenmeyişimin ve bitirmek için acele edişimin birkaç nedeni şöyle sıralanabilir: evvela, kitapta çok fazla tekrar var. “şişirme” diye tabir edilen durum bu kitapta fazlasıyla mevcut. anlatılmak istenen daha kısa cümlelerle, daha berrak ve daha öz bir ifadeyle anlatılabilirdi. saniyen, kitabın türü roman ile makale arasında. olayları anlamaya ve zevkine varmaya çabalarken, ahmet mithat efendi’nin ekolüne uyarak, sayfalar dolusu makale türündeki bilgilerle karşılaşmak, okuru bezdiriyor. salisen, abartılı ve yapmacık bir kurgusu var romanın. hani kimi yerde “oha falan oluyor” insan. yazar, bu büyü meselesini fazla önemsemiş ve tüm enerjisini oraya vermiş ama açıkçası bir okur olarak bana cazip ve sürükleyici gelmedi romanın kurgusal yönü. rabian, yarın nasipse yolculuğa çıkıyorum ve yarısını okuduğum bir kitabı “yüzüstü” bırakmamak için aceleyle okudum ve aceleyle okuduğum her kitap gibi bunun da tam anlamıyla hakkını verebildiğimi ve beğendiğimi söyleyemem.
belki çok klişe (!) olacak ama romanın baş kahramanı emre sağlav ile yazar reşat çalışlar’ın kendisi arasında birebir ilişki olduğunu söylemek mümkün. yani, roman kahramanı emre sağlav, reşat çalışlar’ın bizatihi kendisi.
bir de bu romanı okurken aklımın bir köşesinde orhan pamuk’un “yeni hayat” romanının yer ettiğini yazayım. iki roman arasında kurgusal benzerlikler olduğunu düşündüm. tabi ki, yeni hayat romanı, bu romandan birkaç gömlek daha üstündü.
***
reşat çalışların "beni kalbimden vuranlar var ya" isimli romanını okurken, zihnimde "internet", "asosyallik" ve "abazanlık" sözcükleri arasında kendiliğinden bir zincir oluşmaya başladı. belki de bu romandan aklımda kalacak tek bilgi kırıntısı, doğruluğu şüpheli işte bu zincirden ibarettir:
: internet bağımlısı olan insan asosyaldir. asosyallik beraberinde abazanlığı getirir. sonuç: internet bağımlısı olan insan abazandır.
reşat çalişlar - "beni kalbimden vuranlar var ya", roman, okuyan us yayınları, istanbul, 2005, 504 s.
reşat çalışlar; hayat deneyimi, dünya görüşü ve kişisel analizleriyle dikkatimi çekmeye devam etti. sitesindeki yazıların büyük bir bölümünü okumuştum. “beni kalbimden vuranlar var ya” isimli kitabını ise okunacaklar listeme kaydetmiştim. nihayet üç gün önce, kızılay’daki dost kitabevi’nden bu romanı satın aldım ve okumaya başladım. beşyüz sayfayı aşan ve hacimli denilebilecek bu romanı, nihayet bu akşam bitirmeyi başardım.
roman, türk popüler kültürünü, dolayısıyla türk insanını ve türkiye’yi analiz etme çabasında olan önemli bir kitap. türk popüler kültürü üzerine yapılacak bilimsel araştırmalarda ilk elden atıf yapılabilecek bir içeriğe sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir. var mı bilmiyorum ama üniversitelerin türk popüler kültürüyle ilgilenen bölümlerinde pekala yardımcı ders kitabı niyetine okutulması bile mümkün. “önemli" sayılabilecek içeriğine ve tespitlerine rağmen, romanın türk kültürel hayatında ses getirdiğini ve hak ettiği ilgiyi gördüğünü söylemek güç.
romanı “önemli” bulmama rağmen, çok beğenerek ve çok dikkatli okuduğumu söyleyemem. bir an önce bitse dediğim anlar olmadı değil. hatta, kimi yerlerde kitabı yırtmayı, paramparça etmeyi bile düşündüm. kitabı çok da beğenmeyişimin ve bitirmek için acele edişimin birkaç nedeni şöyle sıralanabilir: evvela, kitapta çok fazla tekrar var. “şişirme” diye tabir edilen durum bu kitapta fazlasıyla mevcut. anlatılmak istenen daha kısa cümlelerle, daha berrak ve daha öz bir ifadeyle anlatılabilirdi. saniyen, kitabın türü roman ile makale arasında. olayları anlamaya ve zevkine varmaya çabalarken, ahmet mithat efendi’nin ekolüne uyarak, sayfalar dolusu makale türündeki bilgilerle karşılaşmak, okuru bezdiriyor. salisen, abartılı ve yapmacık bir kurgusu var romanın. hani kimi yerde “oha falan oluyor” insan. yazar, bu büyü meselesini fazla önemsemiş ve tüm enerjisini oraya vermiş ama açıkçası bir okur olarak bana cazip ve sürükleyici gelmedi romanın kurgusal yönü. rabian, yarın nasipse yolculuğa çıkıyorum ve yarısını okuduğum bir kitabı “yüzüstü” bırakmamak için aceleyle okudum ve aceleyle okuduğum her kitap gibi bunun da tam anlamıyla hakkını verebildiğimi ve beğendiğimi söyleyemem.
belki çok klişe (!) olacak ama romanın baş kahramanı emre sağlav ile yazar reşat çalışlar’ın kendisi arasında birebir ilişki olduğunu söylemek mümkün. yani, roman kahramanı emre sağlav, reşat çalışlar’ın bizatihi kendisi.
bir de bu romanı okurken aklımın bir köşesinde orhan pamuk’un “yeni hayat” romanının yer ettiğini yazayım. iki roman arasında kurgusal benzerlikler olduğunu düşündüm. tabi ki, yeni hayat romanı, bu romandan birkaç gömlek daha üstündü.
***
reşat çalışların "beni kalbimden vuranlar var ya" isimli romanını okurken, zihnimde "internet", "asosyallik" ve "abazanlık" sözcükleri arasında kendiliğinden bir zincir oluşmaya başladı. belki de bu romandan aklımda kalacak tek bilgi kırıntısı, doğruluğu şüpheli işte bu zincirden ibarettir:
: internet bağımlısı olan insan asosyaldir. asosyallik beraberinde abazanlığı getirir. sonuç: internet bağımlısı olan insan abazandır.
reşat çalişlar - "beni kalbimden vuranlar var ya", roman, okuyan us yayınları, istanbul, 2005, 504 s.
bugün öğleden sonra izlediğim bu film hakkında, tv8in internet sitesinde şu bilgiler verilmiş:
: amerika birleşik devletleri’nin merkezi haberalma teşkilatı cia’de tam 30 yıl başarıyla görev yapmış olan nathan muir (robert redford) artık emekli olmak üzeredir. son defa bürosuna gelip, ofiste kalan eşyalarını toplarken, genç ortağı tom bishop’un (brad pitt) çin’de casusluk yaparken tutuklandığını ve 24 saat içinde idam edileceğini öğrenir. yıl 1991’dir, soğuk savaş sona ermiştir ve abd başkanı, ticaret konulu üst düzey temaslar için çin’e gitmek üzeredir.
cia’nin üst düzey yetkilileriyle yapılan acil bir toplantıya katılan muir, bu toplantının bilgilendirme amaçlı yapıldığını ve üst yönetimin, çin’le diplomatik ilişkilerin bozulmaması uğruna, bishop’u çoktan gözden çıkardığını anlar. yani, bishop’u kurtaracak olan tek kişi olan başkan bu konuyla ilgili bilgilendirilmeyecektir.
nathan muir, burada hızlı bir karar vermek durumunda kalır. önünde iki seçenek vardır. ya yönetimin uygulamasını tartışmayacak ve çin’de cezaevinden bir mahkumu kaçırmaya çalışırken yakalanan bishop’un orada idam edilmesine göz yumacak ya da bilgi ve becerisini çok emek verdiği genç adamı kurtarmak için kullanacaktır. muir ikincisini seçer. cia merkezinde takılır, bilgi toplar, taktik geliştirir ve nihayet kendi casusluk oyununu sahneye koymak için kolları sıvar.
tom bishop’u kurtarmak için çin’e ulaşmaya çabalarken, eski günleri anar ve idealist ve kendini beğenmiş bir çaylak olarak yanına gelen bishop’u nasıl eğittiğini, deneyimlerini aktardığını, vietnam’da, berlin’de beyrut’da yaşadıkları çılgınca tempolu operasyonları ve neredeyse dostluklarını bozan kadını düşünür.
hollywood sinemasının en karizmatik oyuncularından robert redford’la ondan da çekici brad pitt’i bir araya getiren bu sıkı gerilim ayın en iyi filmlerinden biri. kaçırılmamalı.
bu tanıtımda altını çizdiğim yerlere dikkat çekmek isterim. çılgın tempolu operasyonlarda "yüzlerce insan" hayatını kaybetti. oysa bu film sadece “bir” amerikan casusunun çinlilerin elinden kurtulması üzerine kurulu. sadece bir amerikalının hayatının tehlikede olması ne kadar önemli! yüzlerce vietnamlı’’nın, alman’ın, beyrutlu’nun ölmesi ise sadece bir “çılgın tempo” malzemesi. kuvvetliyseniz haklısınızdır!!!
***
filmi izlerken dikkatimi çeken bir sözü de buraya yazmak isterim:
: teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin bütün ihtiyacın olan bir sakız, bir çakı ve biraz gülümsemedir.
casusluk oyunu (spy game)
yönetmen : tony scott
oyuncular : robert redford, brad pitt
yapım: 2001-abd
tür: macera
: amerika birleşik devletleri’nin merkezi haberalma teşkilatı cia’de tam 30 yıl başarıyla görev yapmış olan nathan muir (robert redford) artık emekli olmak üzeredir. son defa bürosuna gelip, ofiste kalan eşyalarını toplarken, genç ortağı tom bishop’un (brad pitt) çin’de casusluk yaparken tutuklandığını ve 24 saat içinde idam edileceğini öğrenir. yıl 1991’dir, soğuk savaş sona ermiştir ve abd başkanı, ticaret konulu üst düzey temaslar için çin’e gitmek üzeredir.
cia’nin üst düzey yetkilileriyle yapılan acil bir toplantıya katılan muir, bu toplantının bilgilendirme amaçlı yapıldığını ve üst yönetimin, çin’le diplomatik ilişkilerin bozulmaması uğruna, bishop’u çoktan gözden çıkardığını anlar. yani, bishop’u kurtaracak olan tek kişi olan başkan bu konuyla ilgili bilgilendirilmeyecektir.
nathan muir, burada hızlı bir karar vermek durumunda kalır. önünde iki seçenek vardır. ya yönetimin uygulamasını tartışmayacak ve çin’de cezaevinden bir mahkumu kaçırmaya çalışırken yakalanan bishop’un orada idam edilmesine göz yumacak ya da bilgi ve becerisini çok emek verdiği genç adamı kurtarmak için kullanacaktır. muir ikincisini seçer. cia merkezinde takılır, bilgi toplar, taktik geliştirir ve nihayet kendi casusluk oyununu sahneye koymak için kolları sıvar.
tom bishop’u kurtarmak için çin’e ulaşmaya çabalarken, eski günleri anar ve idealist ve kendini beğenmiş bir çaylak olarak yanına gelen bishop’u nasıl eğittiğini, deneyimlerini aktardığını, vietnam’da, berlin’de beyrut’da yaşadıkları çılgınca tempolu operasyonları ve neredeyse dostluklarını bozan kadını düşünür.
hollywood sinemasının en karizmatik oyuncularından robert redford’la ondan da çekici brad pitt’i bir araya getiren bu sıkı gerilim ayın en iyi filmlerinden biri. kaçırılmamalı.
bu tanıtımda altını çizdiğim yerlere dikkat çekmek isterim. çılgın tempolu operasyonlarda "yüzlerce insan" hayatını kaybetti. oysa bu film sadece “bir” amerikan casusunun çinlilerin elinden kurtulması üzerine kurulu. sadece bir amerikalının hayatının tehlikede olması ne kadar önemli! yüzlerce vietnamlı’’nın, alman’ın, beyrutlu’nun ölmesi ise sadece bir “çılgın tempo” malzemesi. kuvvetliyseniz haklısınızdır!!!
***
filmi izlerken dikkatimi çeken bir sözü de buraya yazmak isterim:
: teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin bütün ihtiyacın olan bir sakız, bir çakı ve biraz gülümsemedir.
casusluk oyunu (spy game)
yönetmen : tony scott
oyuncular : robert redford, brad pitt
yapım: 2001-abd
tür: macera
dostoyevski’nin “ev sahibesi” isimli bu romanını 11 yıl önce öğrencilik yıllarımda, halk kütüphanesinden ödünç alarak okumuştum. varlık yayınevi tarafından basılan bu roman, oldukça küçük hacimliydi ve belki de birebir çeviriden ziyade özetti. ne olursa olsun, okuduğum bu romandan konusu ya da kahramanları hakkında en ufak bir iz bile kalmamıştı belleğimde.
bugün okumayı tamamladığım, karizma yayınları tarafından basılan ve ilkine nazaran hacmi büyük olan “ev sahibesi” romanını iki ay önce satın almıştım. araya başka kitaplar girdiği için, ancak dün akşam ve bugün okuyabildim. bir yandan televizyondaki filmleri takip etsem de, romanın dünyasına girdiğimi, konuya ve kahramanlara vakıf olduğumu söyleyebilirim.
romanı “beğenerek” okudum. beğendim çünkü, belirgin bir konusu ve az sayıda kişisi vardı. arka arkaya iki kez okuduğum, kısa hacimli bir roman olan “beyaz geceler” romanı da bunun gibiydi. okurun aklını karıştırmayan belli bir konusu ve iki ya da üç kişiden oluşan bir kahraman kadrosu vardı. dostoyevski’nin “kısa” romanlarını, “uzun” romanlarına hep tercih etmişimdir zaten. yine “insancıklar”ı da bu kapsamda ele alabiliriz. dostoyevski’nin romanlarının hacmi arttıkça, konuda dağılmalar olur, kişiler pembe dizilerde olduğu gibi dallanır budaklanır. “budala”, bu türün bana göre en bariz örneğidir. “budala”yı okumak budalaca bir iştir! “suç ve ceza” romanı da bence bu yönüyle başarılı değildir. okuru sarıp sarmalamaz. romanı okurken içinde kaybolursunuz. bir an bitse denilen bir roman iyi bir roman değildir.
“ev sahibesi” romanına dönelim. roman, yalnız ve münzevi bir aydın olan ordinov, geçmişinde yaşadığı gizemli ve acı olayların tesiriyle hasta bir ruh haline sahip olan katerina, katerina’nın tuhaf ve yaşlı kocası murin ve ordinov’un arkadaşı yaroslav ilyiç arasında gelişen olayları konu alıyor. yaroslav ilyiç’i de kapsam dışında tutarsak, aslında 3 kişilik bir roman bu. kiracı (ordinov), ev sahibi (murin) ve ev sahibesi (katerina) arasındaki ilişki romanın konusu kısaca.
ordinov, yalnız yaşayan, hastalıklı, asosyal, toplumdan tamamen kopuk, aydın sınıfına mensup bir roman kahramanıdır. dostoyevski’nin diğer meşhur roman kahramanlarının, mesela suç ve ceza’daki raskolnikov’un bir benzeridir. dostoyevski, kendi hayatından büyük izler taşıyan, toplumdan kopuk, yalnız ve hastalıklı bu karakteri pek çok romanında kullanmıştır özetle. ordinov bu yönüyle orijinal bir dostoyevski karakteri değildir.
katerina hakkında da önemli bir paragraf açmak gereklidir. katerina, annesinin ve babasının ölümüne neden olan belki de onları öldüren yaşlı ve gizemli murin’le yaşamakta ve ona anlaşılmaz bir bağlılık duymaktadır. bu bağlılığın nedeni nedir? murin’den korkması mı, onu sevmesi mi? romanda bu durum net anlaşılmaz. (yahut ben anlayamadım.)
kendimce, katerina’nın murin’e bağlılığının sırrını şöyle yorumladım: katerina mutsuz bir kadın. katerina’nın mutsuzluğunun asıl sebebi de murin. fakat, katerina anlaşılmaz bir şekilde ona bağlı. sözlüsü, genç alyoşa’yı ölüme gönderecek kadar ona bağlı. neden ama? işte can alıcı soru bu. cevabı bence şu kelimelerde gizli: “güce tapma.” murin yaşlı ve kendince birtakım güçleri olan birisi. zayıf bir anne-babanın tek kızı olan katerina, murin’de bulduğu “güce” taptığı için, o’na bağlı. erkekler nasıl kadında güzelliğe tapıyorsa, kadınlar da güce tapıyorlar. mesele bu kadar basit. doğada da bu eğilimi görürüz. dişi hayvan, çiftleşmek için en güçlü erkeği arar ki, doğacak çocuğu kuvvetli olsun ve ayakta kalabilsin.
dostoyevski – “ev sahibesi”, (çev: hamit kaplan), roman, karizma yayınları antik dünya klasikleri, istanbul, 2006, 107 s.
bugün okumayı tamamladığım, karizma yayınları tarafından basılan ve ilkine nazaran hacmi büyük olan “ev sahibesi” romanını iki ay önce satın almıştım. araya başka kitaplar girdiği için, ancak dün akşam ve bugün okuyabildim. bir yandan televizyondaki filmleri takip etsem de, romanın dünyasına girdiğimi, konuya ve kahramanlara vakıf olduğumu söyleyebilirim.
romanı “beğenerek” okudum. beğendim çünkü, belirgin bir konusu ve az sayıda kişisi vardı. arka arkaya iki kez okuduğum, kısa hacimli bir roman olan “beyaz geceler” romanı da bunun gibiydi. okurun aklını karıştırmayan belli bir konusu ve iki ya da üç kişiden oluşan bir kahraman kadrosu vardı. dostoyevski’nin “kısa” romanlarını, “uzun” romanlarına hep tercih etmişimdir zaten. yine “insancıklar”ı da bu kapsamda ele alabiliriz. dostoyevski’nin romanlarının hacmi arttıkça, konuda dağılmalar olur, kişiler pembe dizilerde olduğu gibi dallanır budaklanır. “budala”, bu türün bana göre en bariz örneğidir. “budala”yı okumak budalaca bir iştir! “suç ve ceza” romanı da bence bu yönüyle başarılı değildir. okuru sarıp sarmalamaz. romanı okurken içinde kaybolursunuz. bir an bitse denilen bir roman iyi bir roman değildir.
“ev sahibesi” romanına dönelim. roman, yalnız ve münzevi bir aydın olan ordinov, geçmişinde yaşadığı gizemli ve acı olayların tesiriyle hasta bir ruh haline sahip olan katerina, katerina’nın tuhaf ve yaşlı kocası murin ve ordinov’un arkadaşı yaroslav ilyiç arasında gelişen olayları konu alıyor. yaroslav ilyiç’i de kapsam dışında tutarsak, aslında 3 kişilik bir roman bu. kiracı (ordinov), ev sahibi (murin) ve ev sahibesi (katerina) arasındaki ilişki romanın konusu kısaca.
ordinov, yalnız yaşayan, hastalıklı, asosyal, toplumdan tamamen kopuk, aydın sınıfına mensup bir roman kahramanıdır. dostoyevski’nin diğer meşhur roman kahramanlarının, mesela suç ve ceza’daki raskolnikov’un bir benzeridir. dostoyevski, kendi hayatından büyük izler taşıyan, toplumdan kopuk, yalnız ve hastalıklı bu karakteri pek çok romanında kullanmıştır özetle. ordinov bu yönüyle orijinal bir dostoyevski karakteri değildir.
katerina hakkında da önemli bir paragraf açmak gereklidir. katerina, annesinin ve babasının ölümüne neden olan belki de onları öldüren yaşlı ve gizemli murin’le yaşamakta ve ona anlaşılmaz bir bağlılık duymaktadır. bu bağlılığın nedeni nedir? murin’den korkması mı, onu sevmesi mi? romanda bu durum net anlaşılmaz. (yahut ben anlayamadım.)
kendimce, katerina’nın murin’e bağlılığının sırrını şöyle yorumladım: katerina mutsuz bir kadın. katerina’nın mutsuzluğunun asıl sebebi de murin. fakat, katerina anlaşılmaz bir şekilde ona bağlı. sözlüsü, genç alyoşa’yı ölüme gönderecek kadar ona bağlı. neden ama? işte can alıcı soru bu. cevabı bence şu kelimelerde gizli: “güce tapma.” murin yaşlı ve kendince birtakım güçleri olan birisi. zayıf bir anne-babanın tek kızı olan katerina, murin’de bulduğu “güce” taptığı için, o’na bağlı. erkekler nasıl kadında güzelliğe tapıyorsa, kadınlar da güce tapıyorlar. mesele bu kadar basit. doğada da bu eğilimi görürüz. dişi hayvan, çiftleşmek için en güçlü erkeği arar ki, doğacak çocuğu kuvvetli olsun ve ayakta kalabilsin.
dostoyevski – “ev sahibesi”, (çev: hamit kaplan), roman, karizma yayınları antik dünya klasikleri, istanbul, 2006, 107 s.
her tarafı dökülen, dandik filmlere tarifi imkansız bir sevgim vardır. televizyonda böylelerine rastlarsam, hiç değilse göz ucuyla izlemeden yapamam. kafa dağıtmak ya da kafa boşaltmak için birebirdir bu tür filmler. geyik geçmek için idealdirler.
birkaç gün önce bu türün mümtaz örneklerinden biri olan “gittiğin o gün” filmini izlemiştim. “zampara seyfettin” de bu türde bir film. sabahleyin elime kitabımı almış, koltuğuma kurulmuştum ki, yeşilçam tv’de rastladım. daha önce bilmem kaç defa izlemiştim zaten. bir yandan kitabımı okudum, bir yandan da başını sonunu ezbere bildiğim halde filme göz attım.
filmin konusu kısaca şöyle: babası çok zengin olan acıbademli seyfi (osman cavcı), sapitop isimli şirketten kazandığı bedava tatil kazanır. aynı hediyeyi kazanan sedef isimli kızla (dilek pamirtan) otobüste giderken muhabbet kurar. tatili ucuza getirmek için sapitop şirketi bu ikisine aynı odayı vermiştir. kızları tavlamak isteyen acıbademli seyfi’nin komik tavırları film bot-yunca sürer gider.
zampara seyfettin’i canlandıran osman cavcı bence bu filmde oyunculuğunun zirvesine çıkmış. her konuşması, her davranışı ultra-komik. filmi izlettiren osman cavcı’nın olağanüstü performansı ve senaryoyla beraber diğer oyuncuların felaket ötesi olmaları. iki tezat bir araya gelmiş ve tuhaf bir bileşim ortaya çıkmış. netten öğrendiğime göre bu filmin -benim gibi- gizli fanları bile varmış. bu çapaçulluğu seven tek kişi benim sanıyordum, yalnız olmadığımı öğrendiğime sevindim.
zampara seyfettin’in üzerinde hamsi yazan tişörtü, zor kızı oynayan sedef’in selülitli haliyle çekilen mayolu görüntüleri, yine seyfettin’in çorapla küvette uyuması, otobüste gelirken muavinle girdiği yerlere yatırası diyalog filmin unutulmazları. tuğba altıntop’un masum güzelliği de cabası.
filmden birkaç diyalog nakledeyim tam olsun:
seyfi : ohh be abi, maşallah ahtapot gibisin, bir elin şam’da, bir elin (ç)amda.
sedef : kaça kadar okudun seyfi?
seyfi : vallahi tam ilkokulu bitirdim, askere aldılar.
seyfi : iyi geceler canım.
sedef : canın çıksın.
sedef : uyu artık yeter be!
seyfi : çişe gidebilir miyim son kez?
sedef : git allah belanı versin, git!
seyfi işer, gelir, yatağa girerken;
seyfi : çok bira içince acaip çişim geliyo. barda o kadar bira içmeyecektim. o barmen de ne biçim adamdı... birayı kulpsuz bardakta vermiş. o anda benim moral sıfır!
sedef : ya sus, sus ulan sus!
kadın : crazy! stupid! crazy! stupid!
seyfi: ne dedi?
korsan: hiiç, yedi sülaleni sevip gitti...
hepsi bir yana asıl yaran diyalog filmin finalindedir. zor kızı oynayan sedef, seyfi’ye babasından milyonlar miras kaldığını öğrenince yelkenleri suya indirir ve telefonda yavşamaya başlar:
sedef : benimle hala evlenmek istiyor musun?
seyfi : muahahahahahaha… bunu biraz düşünmem lazım!
***
denize kıyısı olan yerlerde, yaz mevsiminin geldiği denize karpuz kabuğu atılmasıyla kesinlik kazanırmış. denize kıyısı olmayan yerlerde ise kriter işte bu film. her yaz mutlaka gösterilen bu film yaz mevsiminin başladığını gösteren en kuvvetli emare.
zampara seyfettin
yönetmen : ünal küpeli
oyuncular : osman cavcı, dilek pamirtan, tuğba altıntop
yapım : 2000-türkiye
tür : komedi.
birkaç gün önce bu türün mümtaz örneklerinden biri olan “gittiğin o gün” filmini izlemiştim. “zampara seyfettin” de bu türde bir film. sabahleyin elime kitabımı almış, koltuğuma kurulmuştum ki, yeşilçam tv’de rastladım. daha önce bilmem kaç defa izlemiştim zaten. bir yandan kitabımı okudum, bir yandan da başını sonunu ezbere bildiğim halde filme göz attım.
filmin konusu kısaca şöyle: babası çok zengin olan acıbademli seyfi (osman cavcı), sapitop isimli şirketten kazandığı bedava tatil kazanır. aynı hediyeyi kazanan sedef isimli kızla (dilek pamirtan) otobüste giderken muhabbet kurar. tatili ucuza getirmek için sapitop şirketi bu ikisine aynı odayı vermiştir. kızları tavlamak isteyen acıbademli seyfi’nin komik tavırları film bot-yunca sürer gider.
zampara seyfettin’i canlandıran osman cavcı bence bu filmde oyunculuğunun zirvesine çıkmış. her konuşması, her davranışı ultra-komik. filmi izlettiren osman cavcı’nın olağanüstü performansı ve senaryoyla beraber diğer oyuncuların felaket ötesi olmaları. iki tezat bir araya gelmiş ve tuhaf bir bileşim ortaya çıkmış. netten öğrendiğime göre bu filmin -benim gibi- gizli fanları bile varmış. bu çapaçulluğu seven tek kişi benim sanıyordum, yalnız olmadığımı öğrendiğime sevindim.
zampara seyfettin’in üzerinde hamsi yazan tişörtü, zor kızı oynayan sedef’in selülitli haliyle çekilen mayolu görüntüleri, yine seyfettin’in çorapla küvette uyuması, otobüste gelirken muavinle girdiği yerlere yatırası diyalog filmin unutulmazları. tuğba altıntop’un masum güzelliği de cabası.
filmden birkaç diyalog nakledeyim tam olsun:
seyfi : ohh be abi, maşallah ahtapot gibisin, bir elin şam’da, bir elin (ç)amda.
sedef : kaça kadar okudun seyfi?
seyfi : vallahi tam ilkokulu bitirdim, askere aldılar.
seyfi : iyi geceler canım.
sedef : canın çıksın.
sedef : uyu artık yeter be!
seyfi : çişe gidebilir miyim son kez?
sedef : git allah belanı versin, git!
seyfi işer, gelir, yatağa girerken;
seyfi : çok bira içince acaip çişim geliyo. barda o kadar bira içmeyecektim. o barmen de ne biçim adamdı... birayı kulpsuz bardakta vermiş. o anda benim moral sıfır!
sedef : ya sus, sus ulan sus!
kadın : crazy! stupid! crazy! stupid!
seyfi: ne dedi?
korsan: hiiç, yedi sülaleni sevip gitti...
hepsi bir yana asıl yaran diyalog filmin finalindedir. zor kızı oynayan sedef, seyfi’ye babasından milyonlar miras kaldığını öğrenince yelkenleri suya indirir ve telefonda yavşamaya başlar:
sedef : benimle hala evlenmek istiyor musun?
seyfi : muahahahahahaha… bunu biraz düşünmem lazım!
***
denize kıyısı olan yerlerde, yaz mevsiminin geldiği denize karpuz kabuğu atılmasıyla kesinlik kazanırmış. denize kıyısı olmayan yerlerde ise kriter işte bu film. her yaz mutlaka gösterilen bu film yaz mevsiminin başladığını gösteren en kuvvetli emare.
zampara seyfettin
yönetmen : ünal küpeli
oyuncular : osman cavcı, dilek pamirtan, tuğba altıntop
yapım : 2000-türkiye
tür : komedi.
sezai karakoç’un bir kitabının adı.
düşünce dünyasını tanımama ve dahası paylaşmama rağmen, “çağ ve ilham – i” kitabını, eleştirel bir gözle okumaktan kendimi alamadım. bu kitabı 10 yıl önce okusam, şüphesiz daha bir sahiplenirdim. 10 yıl önce dünyayı, düşünceleri ve olayları değerlendirirken daha çok “kalbi” davranıyordum çünkü. hayat insanı “kalbi” değil “akli” davranmaya zorluyor. bundan şikayetçi olduğum söylenemez. en güzeli, hem kalbi hem de akli davranabilmektir mutlaka. hayat çizgimde sırada bu hal var. ifrat ile tefrit arasında gide gele, olması gereken yere ulaşacağız elbet. zamanla. azcık sabır. kemale ermek, olgunlaşmak aceleye gelmiyor. henüz “pişiyorum”.
“çağ ve ilham – i” kitabında, yazarın yetmişli yıllarda kaleme aldığı 11 makale derlenmiş. makalelerde, genel olarak batı medeniyetinin insanlığa gerçek huzuru veremediği ve asla veremeyeceği, batı kaynaklı izmlerin insanlığı felakete sürüklediği, bu felaketten insanlığı ancak islam medeniyetinin kurtaracağı tezi işleniyor. denilebilir ki, bütün bir kitap, bu tezin, çeşitli biçimlerde tekrar edilmesinden ibaret.
kitabın, “yetmişli yılların islamcı düşüncesini” yansıttığı rahatlıkla söylenebilir. o yıllarda islamcı çevrede “batı” kaynaklı her kurum, her düşünce tukaka ediliyordu. doksanlı yıllarda bu sert bakış açısı kırıldı. ab karşıtlığı, ab öncülüğüne dönüştü. islamcı çevredeki bu değişmeyi, “kaderin cilvesi” olarak değil de, “realiteyle tanışma” biçiminde değerlendirmek daha mantıklı.
bu kitap muhalif bir damardan sesleniyor. kitapta yoğun bir batı karşıtı söylem var. bir anlamda, kitap, “batı medeniyetini reddiye” başlığı altında değerlendirilebilir. açıkçası batı medeniyetini durmaksızın kötülemek bana sağlıklı bir fikri davranış gibi gelmiyor. bir medeniyette doğrular ve yanlışlar bulunabilir. batı medeniyetini de topyekün karalamak ya da topyekün yüceltmek doğru bir tavır değildir diye düşünüyorum. kağıt üzerinde batıya efelenmek ve kafa yordamıyla –mazideki ve istikbaldeki- islam medeniyetini yüceltmek de, kimi okurların ruh sağlığına iyi gelebilir ama meseleye sağlıklı bir bakış açısı getirmez. başımız ağrısa aspirin içiyoruz. hep batılıların ürettiği, icat ettiği araçları kullanıyoruz. hayatımızı kolaylaştıran araçlar hep batı medeniyetinin ürünü. elbette eleştirilecek pek çok yönü vardır batı medeniyetinin ama bir yerde “nankörce” bir fikri tavır içinde bulunduğumuzu düşünüyorum.
en önemli husus da şu: kitapta, batı medeniyeti karşısına alternatif olarak vahiy kaynaklı islam medeniyeti konuluyor. insanlığı felakete sürükleyen batı karşısına islam konuyor kısaca. (insanlığın felakete sürüklendiği de bence ayrı bir ifrat noktası ama geçelim.) islam’ın “en iyi çözüm” olduğu sonucuna varılırken, “reklamcı” bir ağız kullanılıyor. duygusal ve ateşli bir dille islam’ın üstünlüğü dile getiriliyor. “tekrarlama” yöntemiyle bu tez pekiştiriliyor. islam’ın kapitalizm ve sosyalizmden üstün olduğu vurgusu sıklıkla yapılıyor ancak bu sonuca “sistematik bir kıyaslama yapılmadan” ulaşılıyor. islam’ın kabul ettiği ekonomik sistemin, kapitalizmle ve sosyalizmle benzeşen ve ayrılan yanları nelerdir sorusunun cevabını veremiyor bu kitap. sadece “islam en iyisidir” ya da “her şeyin çözümü islam’dadır” cümleleri kırık plak gibi tekrarlıyor. bence, kitabın en zayıf halkası işte burası.
islam’ın tüm dinlerin ve tüm düşünce sistemlerinin en iyisi olduğunu savunmak sonuçta bir “inanç” işidir ve ben müslümanım diyen herkes bu inanca sahiptir. (bu arada ben müslümanım ve ben de bu inancı paylaşıyorum.) fakat, islam’ın tüm dinlerin ve tüm düşünce sistemlerinin en iyisi olduğunu savunmakla, islam tüm dinlerin ve tüm düşünce sistemlerinin en iyisi haline gelmiyor maalesef. keşke gelseydi. islam’ın “neden en iyi olduğu” sistematik bir incelemeyle, yani tüm din ve ideolojilerle ince ince kıyaslanarak, ortaya konmalıdır. aksi halde, kendi kendimize mastürbasyon yapmaktan öte geçemeyiz.
düşünce dünyasını tanımama ve dahası paylaşmama rağmen, “çağ ve ilham – i” kitabını, eleştirel bir gözle okumaktan kendimi alamadım. bu kitabı 10 yıl önce okusam, şüphesiz daha bir sahiplenirdim. 10 yıl önce dünyayı, düşünceleri ve olayları değerlendirirken daha çok “kalbi” davranıyordum çünkü. hayat insanı “kalbi” değil “akli” davranmaya zorluyor. bundan şikayetçi olduğum söylenemez. en güzeli, hem kalbi hem de akli davranabilmektir mutlaka. hayat çizgimde sırada bu hal var. ifrat ile tefrit arasında gide gele, olması gereken yere ulaşacağız elbet. zamanla. azcık sabır. kemale ermek, olgunlaşmak aceleye gelmiyor. henüz “pişiyorum”.
“çağ ve ilham – i” kitabında, yazarın yetmişli yıllarda kaleme aldığı 11 makale derlenmiş. makalelerde, genel olarak batı medeniyetinin insanlığa gerçek huzuru veremediği ve asla veremeyeceği, batı kaynaklı izmlerin insanlığı felakete sürüklediği, bu felaketten insanlığı ancak islam medeniyetinin kurtaracağı tezi işleniyor. denilebilir ki, bütün bir kitap, bu tezin, çeşitli biçimlerde tekrar edilmesinden ibaret.
kitabın, “yetmişli yılların islamcı düşüncesini” yansıttığı rahatlıkla söylenebilir. o yıllarda islamcı çevrede “batı” kaynaklı her kurum, her düşünce tukaka ediliyordu. doksanlı yıllarda bu sert bakış açısı kırıldı. ab karşıtlığı, ab öncülüğüne dönüştü. islamcı çevredeki bu değişmeyi, “kaderin cilvesi” olarak değil de, “realiteyle tanışma” biçiminde değerlendirmek daha mantıklı.
bu kitap muhalif bir damardan sesleniyor. kitapta yoğun bir batı karşıtı söylem var. bir anlamda, kitap, “batı medeniyetini reddiye” başlığı altında değerlendirilebilir. açıkçası batı medeniyetini durmaksızın kötülemek bana sağlıklı bir fikri davranış gibi gelmiyor. bir medeniyette doğrular ve yanlışlar bulunabilir. batı medeniyetini de topyekün karalamak ya da topyekün yüceltmek doğru bir tavır değildir diye düşünüyorum. kağıt üzerinde batıya efelenmek ve kafa yordamıyla –mazideki ve istikbaldeki- islam medeniyetini yüceltmek de, kimi okurların ruh sağlığına iyi gelebilir ama meseleye sağlıklı bir bakış açısı getirmez. başımız ağrısa aspirin içiyoruz. hep batılıların ürettiği, icat ettiği araçları kullanıyoruz. hayatımızı kolaylaştıran araçlar hep batı medeniyetinin ürünü. elbette eleştirilecek pek çok yönü vardır batı medeniyetinin ama bir yerde “nankörce” bir fikri tavır içinde bulunduğumuzu düşünüyorum.
en önemli husus da şu: kitapta, batı medeniyeti karşısına alternatif olarak vahiy kaynaklı islam medeniyeti konuluyor. insanlığı felakete sürükleyen batı karşısına islam konuyor kısaca. (insanlığın felakete sürüklendiği de bence ayrı bir ifrat noktası ama geçelim.) islam’ın “en iyi çözüm” olduğu sonucuna varılırken, “reklamcı” bir ağız kullanılıyor. duygusal ve ateşli bir dille islam’ın üstünlüğü dile getiriliyor. “tekrarlama” yöntemiyle bu tez pekiştiriliyor. islam’ın kapitalizm ve sosyalizmden üstün olduğu vurgusu sıklıkla yapılıyor ancak bu sonuca “sistematik bir kıyaslama yapılmadan” ulaşılıyor. islam’ın kabul ettiği ekonomik sistemin, kapitalizmle ve sosyalizmle benzeşen ve ayrılan yanları nelerdir sorusunun cevabını veremiyor bu kitap. sadece “islam en iyisidir” ya da “her şeyin çözümü islam’dadır” cümleleri kırık plak gibi tekrarlıyor. bence, kitabın en zayıf halkası işte burası.
islam’ın tüm dinlerin ve tüm düşünce sistemlerinin en iyisi olduğunu savunmak sonuçta bir “inanç” işidir ve ben müslümanım diyen herkes bu inanca sahiptir. (bu arada ben müslümanım ve ben de bu inancı paylaşıyorum.) fakat, islam’ın tüm dinlerin ve tüm düşünce sistemlerinin en iyisi olduğunu savunmakla, islam tüm dinlerin ve tüm düşünce sistemlerinin en iyisi haline gelmiyor maalesef. keşke gelseydi. islam’ın “neden en iyi olduğu” sistematik bir incelemeyle, yani tüm din ve ideolojilerle ince ince kıyaslanarak, ortaya konmalıdır. aksi halde, kendi kendimize mastürbasyon yapmaktan öte geçemeyiz.
önce maltepe pazarı’nın neden ve kim tarafından yıkıldığını özet geçeyim:
medyadan öğrendiğime göre maltepe pazarı’nın yeri iller bankası’na aitmiş. iller bankası, burada otoparklı bir iş merkezi inşa edeceğinden haliyle pazarın oradan kaldırılması gerekiyormuş. iller bankası’nın orada bir iş merkezi inşa edeceği yalan değil. zaten, pazar yerini oradan kaldırmak için bahane arayan belediye için de güzel bir fırsat. belki de iller bankası’nı “sen burada bir iş merkezi yap” diye ikna eden onlardır. esnafa, tebligat gönderilerek, pazarı boşaltmaları istenmiş. geçici olarak da, emek mahallesi pazar yerine yerleştirilecekleri bildirilmiş. pazar esnafı haliyle karardan memnun olmamış. maltepe pazarı şehrin göbeğinde. o caddeden geçen herkes pazara girmeden edemiyor ve mutlaka bir şey alıp çıkıyor. yani sürümü bol bir yer. pazar esnafına önerilen yerle kıyası kabil değil kısaca. tebligata rağmen, esnaf yerini boşaltmayınca, pazar yerinin zorla yıkılması yoluna gidilmiş ve önceki gün cereyan eden olaylar meydana gelmiş. sonuçta, esnafın tüm direnişine rağmen pazar ortadan kaldırılmış.
maltepe pazarı ankaralı için ne anlama geliyor? maltepe pazarı’nın özelliği nedir? sanırım bu bahsi de açmam lazım.
her şeyden önce maltepe pazarı envai çeşit malın ucuza bulunabildiği bir pazardır. bu nedenle, bilhassa öğrenci gençliğinin sıklıkla rağbet ettiği bir yerdir. bundan başka maltepe pazarı ulaşımı kolay bir yerdedir. maltepe civarında dolaşmaya çıkmışsanız, mutlaka uğramadan edemeyeceğiniz bir yerdir. bu yüzden, çoğu gezmek için dolaşsa da müşterisi boldur. bundan başka, maltepe pazarı “sakil”, “salaş” ve “müptezel” bir yerdir. temiz olduğu söylenemez. her şey karman çormandır. belki de, pazarın tadı işte bu sakilliğinde, salaşlığında, müptezelliğinde ve karman çormanlığındadır. belki tüm pazarları cazip kılan da işte budur. büyük alışveriş merkezlerinde bulunamayan “canlılık” bu tür pazarlarda her daim mevcuttur.
maltepe pazarı, tarihi çok eskilere uzanan, ankara’yla özdeşleşmiş bir yer değil kesinlikle. çok değil 15-16 yıllık bir maziye sahip. sovyetler birliği dağıldıktan sonra, çökmekte olan ekonominin son ürünleri, başta istanbul olmak üzere, türkiye’nin pek çok pazar yerinde ucuza satılmaya başlanmıştı. işe yarasın yaramasın, pek çok elektronik ürün çok ucuza tezgahları doldurmuştu. ankara’da ise daha çok yenişehir pazarındaki seyyar satıcılar tarafından bu ürünler satılıyormuş. muş diyorum, çünkü o tarihte ben henüz ankara’ya gelmemiştim. seyyar satıcılar, zamanla yenişehir pazarında yerleşik hale gelmişler. yeni “tezgahların” açılmasıyla, pazar şişman ve sakil bir görüntü arzetmeye başlamış. yetkililer, seyyar tezgahların (!) maltepe camisinin yukarısındaki boş alana taşınmasına karar vermişler ve böylece maltepe pazarı doğmuş.
ben, yükseköğrenim yapmak için 92’de ankara’ya geldim. o zamanlar maltepe pazarı herkesin bildiği ve sıklıkla alışveriş yaptığı bir yerdi. daha çok elektronik eşyaların satılıyordu. devir “walkman” ve “kaset” devriydi. cd’ler henüz piyasada değildi.
pazarda eldivenden merdivene kadar her tür mal satılmasına rağmen, her dönemde bir “ana mal” pazara damgasını vurmuştur. sözgelimi, bilgisayar kullanımın ve cep telefonlarının yaygınlaşmasıyla, son yıllarda maltepe pazarı “cd ve telefon pazarı” görünümüne bürünmüştü.
korsanla mücadele yasası yürürlüğe girince, maltepe pazarı’ndaki korsan cd trafiği hayli azaldı. fakat, yasanın yürürlüğe girmesine rağmen, etkin biçimde uygulanmadığı görülünce, yine eskisi gibi korsan cd satışına devam edildi. bu yüzden yetkililer sık sık caydırıcılığı şüpheli korsan cd baskınları yapıyorlardı. yasaya ve baskınlara rağmen korsan cd satışının devam ettiği tüm pazar müdavimlerinin malumudur. hatta korsan cd bulundurmamak için “anında korsan” gibi absürd çözümler bile üretilmiştir. satıcıdan bir cd istersiniz. hemen orada bilgisayardan boş bir cd’ye kayıt yapılır. on dakika sonra korsan cd elinizdedir. ortada satıcının üzerinde “yakalanacak” bir cd bulunmadığından baskın korkusu bertaraf edilmiş olur!
peki, pazarın kaldırılması iyi mi oldu kötü mü? bu soruyu birkaç açıdan irdelemek lazım.
1- pazar esnafı açısından kötü oldu. zaten bunca direnmelerinin nedeni de bu. kendilerine gösterilen yeni yerde, ki orası da geçici, eski müşteri çevresini yeniden bulmaları zor. maltepe pazarı, müşterinin kolay ulaşabildiği bir bölgedeydi. adeta uğrak yeriydi.insanın para kazandığı bir yerin yıkılması, elinden alınması her ne kadar haklı veya haksız olunsa da güzel bir şey değil elbette.
2- maltepe pazarı korsan cd satışının ankara’da merkezi olmakla birlikte, pazarın yıkılmasıyla, korsan cd satışının önleneceğini, ortadan kalkacağını düşünmek safdillik olur. korsan cd’yi bir ihtiyaç olarak gören bir kesim var oldukça, korsan cd’ler kendilerine başka pazarlar bulacaktır. zaten, itfaiye meydanında, karanfil caddesinde, yüksel caddesinde korsan cd satışı halen yapılmaktadır. korsan cd’ler açısından pazar sorunu (!) şimdilik bulunmamaktadır. pazarın yazılım şirketleri ve müyap’ın dayatmasıyla yıkıldığı iddiasını pek gerçekçi bulmuyorum bu nedenle.
3- öğrenci kesimi için pek iyi olmamıştır. ucuza eşya alınabilen, üstelik kolayca gidilip gelinebilen bir yerden mahrum kalacaklardır.
4- ankara trafiği açısından iyi olmuştur. çünkü pazar, özellikle akşam saatlerinde bölgede trafiğin sıkışmasına sebep olmaktaydı. bundan başka, pazar yerine çok katlı bir otoparkın yapılacak olması, bu açıdan da trafiği rahatlatan bir faktör olacaktır.
5- semt sakinleri için de iyi olmuştur. maltepe nispeten varlıklı bir kesimin yaşadığı bir semtti ve pazar esnafından şikayetçi olduklarını ben bile ta buralardan işitmiştim. (para kaynayan yerde mutlaka mafya vardır ve mafya olan yerde huzur yoktur.)
6- son olarak belediye için de iyi olmuştur. yıllardır başlarını ağrıtan bir beladan kurtulmuşlardır.
medyadan öğrendiğime göre maltepe pazarı’nın yeri iller bankası’na aitmiş. iller bankası, burada otoparklı bir iş merkezi inşa edeceğinden haliyle pazarın oradan kaldırılması gerekiyormuş. iller bankası’nın orada bir iş merkezi inşa edeceği yalan değil. zaten, pazar yerini oradan kaldırmak için bahane arayan belediye için de güzel bir fırsat. belki de iller bankası’nı “sen burada bir iş merkezi yap” diye ikna eden onlardır. esnafa, tebligat gönderilerek, pazarı boşaltmaları istenmiş. geçici olarak da, emek mahallesi pazar yerine yerleştirilecekleri bildirilmiş. pazar esnafı haliyle karardan memnun olmamış. maltepe pazarı şehrin göbeğinde. o caddeden geçen herkes pazara girmeden edemiyor ve mutlaka bir şey alıp çıkıyor. yani sürümü bol bir yer. pazar esnafına önerilen yerle kıyası kabil değil kısaca. tebligata rağmen, esnaf yerini boşaltmayınca, pazar yerinin zorla yıkılması yoluna gidilmiş ve önceki gün cereyan eden olaylar meydana gelmiş. sonuçta, esnafın tüm direnişine rağmen pazar ortadan kaldırılmış.
maltepe pazarı ankaralı için ne anlama geliyor? maltepe pazarı’nın özelliği nedir? sanırım bu bahsi de açmam lazım.
her şeyden önce maltepe pazarı envai çeşit malın ucuza bulunabildiği bir pazardır. bu nedenle, bilhassa öğrenci gençliğinin sıklıkla rağbet ettiği bir yerdir. bundan başka maltepe pazarı ulaşımı kolay bir yerdedir. maltepe civarında dolaşmaya çıkmışsanız, mutlaka uğramadan edemeyeceğiniz bir yerdir. bu yüzden, çoğu gezmek için dolaşsa da müşterisi boldur. bundan başka, maltepe pazarı “sakil”, “salaş” ve “müptezel” bir yerdir. temiz olduğu söylenemez. her şey karman çormandır. belki de, pazarın tadı işte bu sakilliğinde, salaşlığında, müptezelliğinde ve karman çormanlığındadır. belki tüm pazarları cazip kılan da işte budur. büyük alışveriş merkezlerinde bulunamayan “canlılık” bu tür pazarlarda her daim mevcuttur.
maltepe pazarı, tarihi çok eskilere uzanan, ankara’yla özdeşleşmiş bir yer değil kesinlikle. çok değil 15-16 yıllık bir maziye sahip. sovyetler birliği dağıldıktan sonra, çökmekte olan ekonominin son ürünleri, başta istanbul olmak üzere, türkiye’nin pek çok pazar yerinde ucuza satılmaya başlanmıştı. işe yarasın yaramasın, pek çok elektronik ürün çok ucuza tezgahları doldurmuştu. ankara’da ise daha çok yenişehir pazarındaki seyyar satıcılar tarafından bu ürünler satılıyormuş. muş diyorum, çünkü o tarihte ben henüz ankara’ya gelmemiştim. seyyar satıcılar, zamanla yenişehir pazarında yerleşik hale gelmişler. yeni “tezgahların” açılmasıyla, pazar şişman ve sakil bir görüntü arzetmeye başlamış. yetkililer, seyyar tezgahların (!) maltepe camisinin yukarısındaki boş alana taşınmasına karar vermişler ve böylece maltepe pazarı doğmuş.
ben, yükseköğrenim yapmak için 92’de ankara’ya geldim. o zamanlar maltepe pazarı herkesin bildiği ve sıklıkla alışveriş yaptığı bir yerdi. daha çok elektronik eşyaların satılıyordu. devir “walkman” ve “kaset” devriydi. cd’ler henüz piyasada değildi.
pazarda eldivenden merdivene kadar her tür mal satılmasına rağmen, her dönemde bir “ana mal” pazara damgasını vurmuştur. sözgelimi, bilgisayar kullanımın ve cep telefonlarının yaygınlaşmasıyla, son yıllarda maltepe pazarı “cd ve telefon pazarı” görünümüne bürünmüştü.
korsanla mücadele yasası yürürlüğe girince, maltepe pazarı’ndaki korsan cd trafiği hayli azaldı. fakat, yasanın yürürlüğe girmesine rağmen, etkin biçimde uygulanmadığı görülünce, yine eskisi gibi korsan cd satışına devam edildi. bu yüzden yetkililer sık sık caydırıcılığı şüpheli korsan cd baskınları yapıyorlardı. yasaya ve baskınlara rağmen korsan cd satışının devam ettiği tüm pazar müdavimlerinin malumudur. hatta korsan cd bulundurmamak için “anında korsan” gibi absürd çözümler bile üretilmiştir. satıcıdan bir cd istersiniz. hemen orada bilgisayardan boş bir cd’ye kayıt yapılır. on dakika sonra korsan cd elinizdedir. ortada satıcının üzerinde “yakalanacak” bir cd bulunmadığından baskın korkusu bertaraf edilmiş olur!
peki, pazarın kaldırılması iyi mi oldu kötü mü? bu soruyu birkaç açıdan irdelemek lazım.
1- pazar esnafı açısından kötü oldu. zaten bunca direnmelerinin nedeni de bu. kendilerine gösterilen yeni yerde, ki orası da geçici, eski müşteri çevresini yeniden bulmaları zor. maltepe pazarı, müşterinin kolay ulaşabildiği bir bölgedeydi. adeta uğrak yeriydi.insanın para kazandığı bir yerin yıkılması, elinden alınması her ne kadar haklı veya haksız olunsa da güzel bir şey değil elbette.
2- maltepe pazarı korsan cd satışının ankara’da merkezi olmakla birlikte, pazarın yıkılmasıyla, korsan cd satışının önleneceğini, ortadan kalkacağını düşünmek safdillik olur. korsan cd’yi bir ihtiyaç olarak gören bir kesim var oldukça, korsan cd’ler kendilerine başka pazarlar bulacaktır. zaten, itfaiye meydanında, karanfil caddesinde, yüksel caddesinde korsan cd satışı halen yapılmaktadır. korsan cd’ler açısından pazar sorunu (!) şimdilik bulunmamaktadır. pazarın yazılım şirketleri ve müyap’ın dayatmasıyla yıkıldığı iddiasını pek gerçekçi bulmuyorum bu nedenle.
3- öğrenci kesimi için pek iyi olmamıştır. ucuza eşya alınabilen, üstelik kolayca gidilip gelinebilen bir yerden mahrum kalacaklardır.
4- ankara trafiği açısından iyi olmuştur. çünkü pazar, özellikle akşam saatlerinde bölgede trafiğin sıkışmasına sebep olmaktaydı. bundan başka, pazar yerine çok katlı bir otoparkın yapılacak olması, bu açıdan da trafiği rahatlatan bir faktör olacaktır.
5- semt sakinleri için de iyi olmuştur. maltepe nispeten varlıklı bir kesimin yaşadığı bir semtti ve pazar esnafından şikayetçi olduklarını ben bile ta buralardan işitmiştim. (para kaynayan yerde mutlaka mafya vardır ve mafya olan yerde huzur yoktur.)
6- son olarak belediye için de iyi olmuştur. yıllardır başlarını ağrıtan bir beladan kurtulmuşlardır.
o artık bir anı.
cep telefonundan korsan cdye, giyim eşyasından pilli radyoya, eldivenden merdivene kadar herşeyin satıldığı ankara maltepe pazarı, dün geceden itibaren artık yok.
cep telefonundan korsan cdye, giyim eşyasından pilli radyoya, eldivenden merdivene kadar herşeyin satıldığı ankara maltepe pazarı, dün geceden itibaren artık yok.
bir adada yaşamak nasıl bir şeydir? sadece yazları değil, bütün bir yıl, yazıyla, kışıyla bütün bir yıl bir adada yaşamak nasıl bir şeydir?
bozkırın ortasında doğdum, büyüdüm. yaşamımın çok kısa bir döneminde (sekiz ay kadar) karadeniz’e kıyısı olan ünye’de yaşadım. o mavilik ve enginlik beni öylesine büyüledi ki, “denize” hayran kaldım. istemeye istemeye ayrıldım ünye’den. içimde devasa bir deniz sevgisi yüklenerek yeniden bozkırın ortasına ankara’ya taşındım 7 yıl önce.
bugün öğleden sonra kanaltürk’te “aş kendini” isimli programda ege denizi’ndeki yunan mykonos adası tanıtıldı. haliyle, “ada”, tüm tatil beldeleri gibi övgüye boğuldu, sanki cennetten bir parçaymış gibi. muhtemelen de öyledir. programı izlerken, bu yazının başına yazdığım soruyu sürekli kendime sordum.
bir adada yaşamak nasıl bir şeydir? sadece yazları değil, bütün bir yıl, yazıyla, kışıyla bütün bir yıl bir adada yaşamak nasıl bir şeydir?
kendimce bu soruya şöyle cevap veriyorum. bir adada yaşamak bir yönüyle güzel bir şeydir. fakat, iktisattaki marjinal verimler yasası uyarınca, ilk yıllar çok cazip, ilginç geçebilir ama sonraki yıllarda adadan alınan haz azalacaktır. hatta bir süre sonra, adada yaşam, çok sıkıcı geçecektir. kış ayları sessiz, sakin olduğu için, yaz ayları kalabalık olduğu için yaşayanı sıkacaktır ada. insan, kırk gün bal yese baldan usanırımış sözündeki hikmet gereğince, belki deniz ve denize girmek bile “sıradan” addedileceği için tat vermeyecektir adalıya.
ben, bir deniz manyağı olduğum için, bir adada yaşamak düşüncesi bana her hâlükarda çok cazip görünüyor. birgün bir adada yaşamak nasip olur mu bilmem ama eğer yaşayacak olursam, adanın hakkını veririm, hiç sıkılmam, hiç şikayet etmem gibi geliyor!
bozkırın ortasında doğdum, büyüdüm. yaşamımın çok kısa bir döneminde (sekiz ay kadar) karadeniz’e kıyısı olan ünye’de yaşadım. o mavilik ve enginlik beni öylesine büyüledi ki, “denize” hayran kaldım. istemeye istemeye ayrıldım ünye’den. içimde devasa bir deniz sevgisi yüklenerek yeniden bozkırın ortasına ankara’ya taşındım 7 yıl önce.
bugün öğleden sonra kanaltürk’te “aş kendini” isimli programda ege denizi’ndeki yunan mykonos adası tanıtıldı. haliyle, “ada”, tüm tatil beldeleri gibi övgüye boğuldu, sanki cennetten bir parçaymış gibi. muhtemelen de öyledir. programı izlerken, bu yazının başına yazdığım soruyu sürekli kendime sordum.
bir adada yaşamak nasıl bir şeydir? sadece yazları değil, bütün bir yıl, yazıyla, kışıyla bütün bir yıl bir adada yaşamak nasıl bir şeydir?
kendimce bu soruya şöyle cevap veriyorum. bir adada yaşamak bir yönüyle güzel bir şeydir. fakat, iktisattaki marjinal verimler yasası uyarınca, ilk yıllar çok cazip, ilginç geçebilir ama sonraki yıllarda adadan alınan haz azalacaktır. hatta bir süre sonra, adada yaşam, çok sıkıcı geçecektir. kış ayları sessiz, sakin olduğu için, yaz ayları kalabalık olduğu için yaşayanı sıkacaktır ada. insan, kırk gün bal yese baldan usanırımış sözündeki hikmet gereğince, belki deniz ve denize girmek bile “sıradan” addedileceği için tat vermeyecektir adalıya.
ben, bir deniz manyağı olduğum için, bir adada yaşamak düşüncesi bana her hâlükarda çok cazip görünüyor. birgün bir adada yaşamak nasip olur mu bilmem ama eğer yaşayacak olursam, adanın hakkını veririm, hiç sıkılmam, hiç şikayet etmem gibi geliyor!
pıt.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?