sağlıklı bir din eğitiminden mahrum kalmanın zararını yaşamımızın her anında görmekteyiz. dini, ana kaynağından, özünden öğrenemediğimiz ve olması gerektiği şekilde hazmedemediğimiz için, yüreğimizdeki boşluğu sloganlarla doldurma derdindeyiz. işte, vicdan tatmini sağladığı sanılan sloganlardan birisi de bu: "tanrı değil allah"
bu sloganı dilinden düşürmeyen ve her "tanrı" kavramını işittiğinde aynı tepkiyi gösteren kişi, aslında kötü niyetli değil, sadece bilmiyor... kendisine öğretileni -hiç araştırıp düşünmeden- tekrar etmekten başka kusuru yok. birileri tarafından "sen düşünme bunları, hayatını idame ettirmeye bak..." denilmiş ve sıkıştığı yerde kullanması gereken sihirli sloganlar da öğretilmiş ne de olsa. o da vazifesini icra ediyor büyük bir sadakatle... o kadar.
tanrı, bir isim değildir! bir makamı ifade eder. insan zihninin kavrayabileceği en üst makamı ifade eder. arap dilinde var olan "ilah" kavramı ile türk dilindeki "tanrı" kavramı aynı anlamdadır. sen "lâ ilahe illallah" derken "allahtan başka ilah/tanrı yoktur" diyorsun.
"allah = tanrı" olmadığı için, senin "tanrı değil allah" tepkisini göstermene gerek yoktur. zira bu tepki anlamsızdır.
"tanrı" kavramını allahın esma ül hüsnasında arayanlar ve olmadığı için kabul etmeyerek itiraz edenler vardır ki... sağlıklı din eğitiminden mahrum oluşun en acı göstergesidir onlar.
korkma! "ilah" kavramı ne ise "tanrı" kavramı da o! birilerinin kasten "allah" yerine "tanrı" kavramını kullanmaları seni kızdırmasın. unutma ki onların birçoğu, sırf "sen kızasın" diye öyle yapıyor... sırf senin kızacağını bildikleri için...
medya tarafından öldürülen seksen yaşındaki kadın!
evet evet, medya öldürdü onu...
sanki çok önemliymiş, çok umurumuzdaymış gibi haber yaptılar günler önce onu.
"karamanda dün iş ararken, içinde 2 bilezik, altın küpe ve kolye ile yaklaşık 2 bin lira para olan kadın çantasını yolda bulup polise teslim eden 30 yaşındaki bülent soylu.." diye başlıyordu haberler.
2 bilezik, altın küpe, kolye, 2 bin lira para....
vurguya bakar mısınız?
niyeti bozuklara adres gösterircesine...
evde tek başına yaşadığını, seksen yaşında olduğunu vurgulayıp durdular...
ve sonunda başardılar.
sıra kimde?
(http://haber.gazetevatan.com/baglanmis-sekilde-olu-bulundu/433172/7/yasam)
evet evet, medya öldürdü onu...
sanki çok önemliymiş, çok umurumuzdaymış gibi haber yaptılar günler önce onu.
"karamanda dün iş ararken, içinde 2 bilezik, altın küpe ve kolye ile yaklaşık 2 bin lira para olan kadın çantasını yolda bulup polise teslim eden 30 yaşındaki bülent soylu.." diye başlıyordu haberler.
2 bilezik, altın küpe, kolye, 2 bin lira para....
vurguya bakar mısınız?
niyeti bozuklara adres gösterircesine...
evde tek başına yaşadığını, seksen yaşında olduğunu vurgulayıp durdular...
ve sonunda başardılar.
sıra kimde?
(http://haber.gazetevatan.com/baglanmis-sekilde-olu-bulundu/433172/7/yasam)
bir yönüyle bahtsız kitap...
meşkinden yanıp tutuştuğunu iddia edenlerin hatmedip anlamadığı; nefret edenlerin ise okumadan karaladığı bahtsız bir kitap. her iki taraf da aynı seviyesizliğin kurbanı... biri arapça ibareleri tekrar ettiğinde bir şeyler başardığını sanıyor diğeri kitaba küfür ettiğinde...
taassup ehline diyorsun ki: "kardeşim okurken anlamaya çalış, anlamak ve yaşama aksettirmek için oku..." adam, yedi ceddine sövmüşsün gibi bakıyor senin suratına. sanki "inandığını anladığı zaman" dinden çıkacak.
inkar ehline diyorsun ki: "kardeşim, öyle bir kaç ayeti ele alıp saldırma; nasıl okunması gerektiğini öğren sonra tamamını oku..." adam, dine davet etmişsin gibi krize giriyor. sanki "anladığı zaman" inanmak zorunda kalacak.
bu iki sınıf kendilerini düzeltmediği sürece, bu karmaşa ve kavga hep devam edecek. çünkü her iki grup da birbirini besliyor.
meşkinden yanıp tutuştuğunu iddia edenlerin hatmedip anlamadığı; nefret edenlerin ise okumadan karaladığı bahtsız bir kitap. her iki taraf da aynı seviyesizliğin kurbanı... biri arapça ibareleri tekrar ettiğinde bir şeyler başardığını sanıyor diğeri kitaba küfür ettiğinde...
taassup ehline diyorsun ki: "kardeşim okurken anlamaya çalış, anlamak ve yaşama aksettirmek için oku..." adam, yedi ceddine sövmüşsün gibi bakıyor senin suratına. sanki "inandığını anladığı zaman" dinden çıkacak.
inkar ehline diyorsun ki: "kardeşim, öyle bir kaç ayeti ele alıp saldırma; nasıl okunması gerektiğini öğren sonra tamamını oku..." adam, dine davet etmişsin gibi krize giriyor. sanki "anladığı zaman" inanmak zorunda kalacak.
bu iki sınıf kendilerini düzeltmediği sürece, bu karmaşa ve kavga hep devam edecek. çünkü her iki grup da birbirini besliyor.
ateizm kendi arasında pozitif ve negatif ateizm olarak ikiye ayrılır. pozitif ateizm, tanrı inancının saçma olduğunu, tanrının var olmadığını ispat etmeye uğraşan; bu uğurda çeşitli iddia ve teoriler ortaya atan ateizm koludur.
gariptir, kuran-ı kerimde pozitif ateistler hiç muhatap alınmaz. daha çok "negatif ateizm" ve "şirk" üzerine gidilir. aslında kuran-ı kerimde ki bu yaklaşım tarihsel süreç ile muhteşem bir uyum göstermektedir. zirâ bilinmektedir ki, insanlık (en azından tarihi açıdan kayıt altına alınmış olan kısmı) her ne şekilde olursa olsun bir "yaratıcı" makamın varlığına hep inanmıştır. pozitif ateistler ise tarihin her devrinde, onca mücadelelerine ve görünüşte bilimsel olan argümanlarına rağmen hep marjinal kalmaya mahkum olmuşlardır.
bilim adamlarının içinde "pozitif ateist" olarak gösterebileceğiniz çok az sayıda isim vardır ve bunların hemen karşısında ve bunlardan daha fazla sayıda "yaratılış" inancına sahip bilim adamları her dönem mevcut olmuştur. elbette ne ateizm adına ne de yaratılış inancı adına bu hiç bir şeyi kanıtlamaz, fakat bilim dünyasında bir fikir birliğinin olmadığını bilmek sanırım iyi bir şey.
londrada yapılmış olan bir eylemden bahsetmek istiyorum sizlere. 2009 yılında bir grup pozitif ateist ceplerinden çok ciddi paralar harcayarak bir eyleme giriştiler. dönemin gazeteleri bu eylemi tüm dünyaya duyurmuştu. ne mi yaptılar?
londrada bulunan tüm otobüsleri kiralayıp üzerine şu yazıyı yazdırdılar: "theres probably no god. now stop worrying and get on with your life." yani "muhtemelen tanrı yok. endişelenmeyi bırak ve yaşamaya bak!"
burada iki garipliği fark etmişsinizdir. ilki, tanrının yokluğunu "ihtimal" dahilinde sunmaları... elbette ateistlerin buna "canım alaycı bir tavırdı o..." gibi açıklamaları oldu ama bizim oraların bir sözü vardır: " kurban olduğum allah, kendi elleriyle kendilerini ele verdirdi." derler. ne güzel demiş sivaslı atalarım değil mi?
bir diğer mesele ise tanrının varlığını bir "endişe kaynağı" ve "hayatı zehir eden" bir unsur olarak görmeleri. aslında bu söz, pozitif ateizm başta olmak üzere tüm ateizm çeşitlerinin ve türevlerinin bilinç altını ortaya koyması açısında çok kıymetli... mesele, tanrının varlığı değil... mesele; tanrının varlığını, sorumlulukların ağırlığı altında ezilmenin kaynağı olarak görmek. diğer bir deyişle: "kahrolsun tanrı, yaşasın özgürlük"
iyi de, senin sınırın ne? aklın mı? kalıtımın ve çevrenin şekillendirdiği, kimi zaman duygularının kimi zaman çıkarlarının tesirinde kalan aklın mı?
gariptir, kuran-ı kerimde pozitif ateistler hiç muhatap alınmaz. daha çok "negatif ateizm" ve "şirk" üzerine gidilir. aslında kuran-ı kerimde ki bu yaklaşım tarihsel süreç ile muhteşem bir uyum göstermektedir. zirâ bilinmektedir ki, insanlık (en azından tarihi açıdan kayıt altına alınmış olan kısmı) her ne şekilde olursa olsun bir "yaratıcı" makamın varlığına hep inanmıştır. pozitif ateistler ise tarihin her devrinde, onca mücadelelerine ve görünüşte bilimsel olan argümanlarına rağmen hep marjinal kalmaya mahkum olmuşlardır.
bilim adamlarının içinde "pozitif ateist" olarak gösterebileceğiniz çok az sayıda isim vardır ve bunların hemen karşısında ve bunlardan daha fazla sayıda "yaratılış" inancına sahip bilim adamları her dönem mevcut olmuştur. elbette ne ateizm adına ne de yaratılış inancı adına bu hiç bir şeyi kanıtlamaz, fakat bilim dünyasında bir fikir birliğinin olmadığını bilmek sanırım iyi bir şey.
londrada yapılmış olan bir eylemden bahsetmek istiyorum sizlere. 2009 yılında bir grup pozitif ateist ceplerinden çok ciddi paralar harcayarak bir eyleme giriştiler. dönemin gazeteleri bu eylemi tüm dünyaya duyurmuştu. ne mi yaptılar?
londrada bulunan tüm otobüsleri kiralayıp üzerine şu yazıyı yazdırdılar: "theres probably no god. now stop worrying and get on with your life." yani "muhtemelen tanrı yok. endişelenmeyi bırak ve yaşamaya bak!"
burada iki garipliği fark etmişsinizdir. ilki, tanrının yokluğunu "ihtimal" dahilinde sunmaları... elbette ateistlerin buna "canım alaycı bir tavırdı o..." gibi açıklamaları oldu ama bizim oraların bir sözü vardır: " kurban olduğum allah, kendi elleriyle kendilerini ele verdirdi." derler. ne güzel demiş sivaslı atalarım değil mi?
bir diğer mesele ise tanrının varlığını bir "endişe kaynağı" ve "hayatı zehir eden" bir unsur olarak görmeleri. aslında bu söz, pozitif ateizm başta olmak üzere tüm ateizm çeşitlerinin ve türevlerinin bilinç altını ortaya koyması açısında çok kıymetli... mesele, tanrının varlığı değil... mesele; tanrının varlığını, sorumlulukların ağırlığı altında ezilmenin kaynağı olarak görmek. diğer bir deyişle: "kahrolsun tanrı, yaşasın özgürlük"
iyi de, senin sınırın ne? aklın mı? kalıtımın ve çevrenin şekillendirdiği, kimi zaman duygularının kimi zaman çıkarlarının tesirinde kalan aklın mı?
kuran-ı kerimde "iman" ve "namaz"dan sonra en çok zikredilen ve emredilen ibadet. sosyal adaleti sağlama adına güzel bir girişim.
adama sorarsınız:
_ öğlen namazı kaç rekat?
hiç düşünmeden söyler:
_ on rekat!
dersiniz ki:
_ be birader öğlen namazı "dört" rekat değil mi? "on" nereden çıktı?
daha siz sözünüzü bitirmeden:
_ sünnetleri de kılmak lazım a canım! onları neden ayırıyorsun? deyiverir... susakalırsınız!!!
namaz konusunda farz - sünnet diye ayırmadan "on" diyen ve bunu savunan aynı insana sorarsınız:
_ zekat miktarı ne kadardır?
cevap verir:
_ kırkta bir...
dersiniz ki, yahu namazda farzı-sünneti ayırmadan "on" dedin iş paraya gelince kırkta "bir" e indin, bu ne işdir? allah resulü hayatının hangi döneminde kırkta bir zekat vermiştir? ya hz. ebubekir? peki ya hz. ömer, osman, ali, muaz bin cebel, musab bin ümeyr.........
namazda sünneti savunan -sözüm ona katışıksız müslüman- iş zekata, fitreye, sadakaya, allah yolunda infak etmeye gelince "lâl" kesilir!
ey insanoğlu, senin şeytani dehân karşısında saygıyla eğiliyorum...
adama sorarsınız:
_ öğlen namazı kaç rekat?
hiç düşünmeden söyler:
_ on rekat!
dersiniz ki:
_ be birader öğlen namazı "dört" rekat değil mi? "on" nereden çıktı?
daha siz sözünüzü bitirmeden:
_ sünnetleri de kılmak lazım a canım! onları neden ayırıyorsun? deyiverir... susakalırsınız!!!
namaz konusunda farz - sünnet diye ayırmadan "on" diyen ve bunu savunan aynı insana sorarsınız:
_ zekat miktarı ne kadardır?
cevap verir:
_ kırkta bir...
dersiniz ki, yahu namazda farzı-sünneti ayırmadan "on" dedin iş paraya gelince kırkta "bir" e indin, bu ne işdir? allah resulü hayatının hangi döneminde kırkta bir zekat vermiştir? ya hz. ebubekir? peki ya hz. ömer, osman, ali, muaz bin cebel, musab bin ümeyr.........
namazda sünneti savunan -sözüm ona katışıksız müslüman- iş zekata, fitreye, sadakaya, allah yolunda infak etmeye gelince "lâl" kesilir!
ey insanoğlu, senin şeytani dehân karşısında saygıyla eğiliyorum...
hayatının hatasını yapmak isteyenler için sabır taşı bir markadır!
her hangi bir ürününü üç kuruş ucuz diye satın alırsınız. bakarsınız ki, verdiğiniz o üç kuruşu bile hak etmeyen bir ürün... yediğiniz bu kazık bir tarafa üstüne bir de ürün arıza yaparsa işte o zaman bu markanın esas yüzünü görürsünüz.
dakikalarca teknik servis telefonunda bekletilmeler, ilgisizlikler, günlerce tamir edilmeyip gönderilmeyen ürününüz... o derece ki, artık üründen vazgeçersiniz. ümidi kesersiniz. eh tabi on dakika da tamir edilecek bir ürün (beş lehim kaynatılacak o kadar) on bir gün boyunca gönderilemiyorsa başka ne düşünürsünüz ki?
kısaca, aman yanaşmayın derim. üç kuruş fazla olsun, bilinen, tanınan, servis ağı kuvvetli bir ürün alın derim! paranızla rezil olmayın derim!
her hangi bir ürününü üç kuruş ucuz diye satın alırsınız. bakarsınız ki, verdiğiniz o üç kuruşu bile hak etmeyen bir ürün... yediğiniz bu kazık bir tarafa üstüne bir de ürün arıza yaparsa işte o zaman bu markanın esas yüzünü görürsünüz.
dakikalarca teknik servis telefonunda bekletilmeler, ilgisizlikler, günlerce tamir edilmeyip gönderilmeyen ürününüz... o derece ki, artık üründen vazgeçersiniz. ümidi kesersiniz. eh tabi on dakika da tamir edilecek bir ürün (beş lehim kaynatılacak o kadar) on bir gün boyunca gönderilemiyorsa başka ne düşünürsünüz ki?
kısaca, aman yanaşmayın derim. üç kuruş fazla olsun, bilinen, tanınan, servis ağı kuvvetli bir ürün alın derim! paranızla rezil olmayın derim!
umberto eco ile kardinal martininin karşılıklı mektuplarından oluşan "inanç ya da inançsızlık - yüzleşme" isimli eserde geçen; kardinal martiniye ait bir söz. bu sözü, ketum duruş sergileyen her öğreti, ideoloji, inanç ve din için kullanmak mümkündür.
insan, beden ve ruhun birleşiminden müteşekkil bir varlık. çoğu zaman, duygularının kontrolünde hareket eden bu canlıyı avlamanın yolu; onun "korku" ve "merak" tepkilerini, sürdürülebilir bir şekilde kontrol altında tutmaktan geçmektedir.
ketum duruş sergileyen dinler, inançlar ve ideolojilerin kullandıkları formül budur. insanın, korku ve merak duygularına saplanacak olan ışıltılı bir zoka... sonrası, sadık ve âmâde köleler.
peki ya islam?
islamı diğer din, inanç ve ideolojilerden -bu yönde- ayıran nedir?
işte bunun cevabını, konu ile ilgili diğer yazarlara havale ediyorum... biraz beyin jimnastiği iyi olmaz mı?
insan, beden ve ruhun birleşiminden müteşekkil bir varlık. çoğu zaman, duygularının kontrolünde hareket eden bu canlıyı avlamanın yolu; onun "korku" ve "merak" tepkilerini, sürdürülebilir bir şekilde kontrol altında tutmaktan geçmektedir.
ketum duruş sergileyen dinler, inançlar ve ideolojilerin kullandıkları formül budur. insanın, korku ve merak duygularına saplanacak olan ışıltılı bir zoka... sonrası, sadık ve âmâde köleler.
peki ya islam?
islamı diğer din, inanç ve ideolojilerden -bu yönde- ayıran nedir?
işte bunun cevabını, konu ile ilgili diğer yazarlara havale ediyorum... biraz beyin jimnastiği iyi olmaz mı?
21 mart 2011 tarihinde "ne şiş yansın, ne kebab" tarzı bir yazı kaleme almıştır.
yazısında, kendisini "muhafazakar demokrat" olarak tanımlayan akp hükümetine ciddi bir jest yaparken, aynı yazı içinde ağır "kemalizm" soslu atatürkçülükün reklamını yapmaktadır.
gariptir, hangi proğramını izlesem, hangi yazısını okusam "bu adam nasıl oldu da bu kadar meşhur olabildi?" diye düşünmüşümdür... bulunduğu konuma ve edindiği şöhrete yakışmayan bir yüzeyselliği bir türlü anlam veremediğim garip bir sığlığı var... böyle bir insanın söylemlerinde, az da olsa biraz derinlik olmaz mı? yok işte... maalesef yok...
pekî ne diyor yazısında?
"osmanlı nereleri korumak için kan akıttıysa bugün oralarda aynı sorunlar devam ediyor ve batıya boyun eğmeyen, kukla olmayan yönetimler devriliyor, modern yöntemlerle o günkü işgaller sürüyor. adına farklı şeyler dense de."
şimdi siz, şu yukarıya alıntıladığım sözden ne anlıyorsunuz? lütfen şu cümleye dikkat ediniz: "batıya boyun eğmeyen, kukla olmayan yönetimler devriliyor..." yani, zeynel abidin bin ali, hüsnü mübarek, kaddafî ve diğerleri "batıya boyun eğmeyen, kukla olmayan" liderler ve yönetimlermiş...
yazının devamını analiz etmeyi sizlere bırakıyorum... zirâ, bu denlû bir basiret harikasına (!) benim yüreğim dayanmaz!
(http://www.fatihaltayli.com.tr/content.cfm?content_id=7209)
yazısında, kendisini "muhafazakar demokrat" olarak tanımlayan akp hükümetine ciddi bir jest yaparken, aynı yazı içinde ağır "kemalizm" soslu atatürkçülükün reklamını yapmaktadır.
gariptir, hangi proğramını izlesem, hangi yazısını okusam "bu adam nasıl oldu da bu kadar meşhur olabildi?" diye düşünmüşümdür... bulunduğu konuma ve edindiği şöhrete yakışmayan bir yüzeyselliği bir türlü anlam veremediğim garip bir sığlığı var... böyle bir insanın söylemlerinde, az da olsa biraz derinlik olmaz mı? yok işte... maalesef yok...
pekî ne diyor yazısında?
"osmanlı nereleri korumak için kan akıttıysa bugün oralarda aynı sorunlar devam ediyor ve batıya boyun eğmeyen, kukla olmayan yönetimler devriliyor, modern yöntemlerle o günkü işgaller sürüyor. adına farklı şeyler dense de."
şimdi siz, şu yukarıya alıntıladığım sözden ne anlıyorsunuz? lütfen şu cümleye dikkat ediniz: "batıya boyun eğmeyen, kukla olmayan yönetimler devriliyor..." yani, zeynel abidin bin ali, hüsnü mübarek, kaddafî ve diğerleri "batıya boyun eğmeyen, kukla olmayan" liderler ve yönetimlermiş...
yazının devamını analiz etmeyi sizlere bırakıyorum... zirâ, bu denlû bir basiret harikasına (!) benim yüreğim dayanmaz!
(http://www.fatihaltayli.com.tr/content.cfm?content_id=7209)
kpss a grubu ve öğretmenlik için 9-25 mayıs 2011 tarihleri arasında başvurular alınacak, 9-10 temmuz 2011 tarihlerinde sınav yapılacak olan sınav.
ayrıca, bakanlığın/hükümetin bu sene de el atmadığı ve böylece branşlara çok ciddi haksızlıkların yapılacağı sınavdır. bir beden eğitimi öğretmeni alanı ile hiç alakası olmayan soruları çözmek zorunda bırakılacak, bir fizik öğretmeni kendisini tarih-coğrafya bilmek zorunda hissedecek, bir sosyal bilgiler öğretmeni yıllarca görmediği matematik ile mücadele etmek zorunda kalacak... ve daha onlarca branş, devletin dayattığı derslerde soru çözmek zorunda kalacak!
ey hükümet ve bakanlık! lütfen bu zulme bir son verin! her branşı "kendi alanından" en zor sınava sokun ama bu zulme bir son verin! sosyal bilgiler öğretmenlerini kendi aralarında ve kendi branşlarıyla alakalı konularda en zor sınava sokun ve içlerinden en iyi olanları seçin! kabul! aynı şey diğer branşlar için de geçerli! bir fizik öğretmeni, öğretmen olduktan sonra öğrencilerine tarih-coğrafya anlatmayacaksa, neden bu sorulara muhatab oluyor?
allah size insaf versin!!!
ayrıca, bakanlığın/hükümetin bu sene de el atmadığı ve böylece branşlara çok ciddi haksızlıkların yapılacağı sınavdır. bir beden eğitimi öğretmeni alanı ile hiç alakası olmayan soruları çözmek zorunda bırakılacak, bir fizik öğretmeni kendisini tarih-coğrafya bilmek zorunda hissedecek, bir sosyal bilgiler öğretmeni yıllarca görmediği matematik ile mücadele etmek zorunda kalacak... ve daha onlarca branş, devletin dayattığı derslerde soru çözmek zorunda kalacak!
ey hükümet ve bakanlık! lütfen bu zulme bir son verin! her branşı "kendi alanından" en zor sınava sokun ama bu zulme bir son verin! sosyal bilgiler öğretmenlerini kendi aralarında ve kendi branşlarıyla alakalı konularda en zor sınava sokun ve içlerinden en iyi olanları seçin! kabul! aynı şey diğer branşlar için de geçerli! bir fizik öğretmeni, öğretmen olduktan sonra öğrencilerine tarih-coğrafya anlatmayacaksa, neden bu sorulara muhatab oluyor?
allah size insaf versin!!!
zamanın yıpratıcı ve eritici tesiri altında, ruhunu ve anlamını yitirerek bir folklor oyununa dönüştürülmüş olan bir zamanların ilahî terbiye sistemidir ibadet.
yaşama ve dine dair her konunun ana kaynağı olan kuran-ı kerimin, ibadetler ile ilgili ayetleri tetkik edildiği vakit görülmektedir ki; her ibadetin çıkış noktası insan, varış noktası ise allahtır.
bugün, çıkış noktası unutulmuş ve yalnızca varış noktasına hapsedilmiş olan ibadetler; kelimenin tam anlamıyla körlüğe, sağırlığa ve ruhsuzluğa bürünmüş - mahkûm edilmiş durumdadır.
vaktinden, malından ve bedeninden bir miktarını; sanki "allaha lütfediyormuşçasına" saygısız ve ruhsuz kalıplar halinde sunmaya teşne edilen ibadet; günümüz insanının gerek yaşamına, gerekse anlayışına hiç bir katkıda bulunmamaktadır. tam da bu sebeple, âbid ve zâhid görünümlü birçok insanı; ya dedikodu bataklığında debelenirken, ya yalancılığın bayraktarlığını yaparken ya da faiz benzeri melunlukları sinsi sinsi işlerken yakalayıveriyorsunuz. işin daha üzücü tarafı ise, suçüstü yakalananların hemen hepsinin "ne yapalım biz de insanız" bahanesine sığınmalarıdır. oysa bu zavallıların hal-i hazırdaki perişan durumları "insan" olmalarıyla değil; "islâm" olamamalarıyla açıklanabilir! ah bir de bunu kendileri anlayabilseler...
ibadet, yalnızca allahın rızasını kazanmak adına yapılan ritüeller bütünü değildir. ne, kuran-ı kerim bizlere ibadeti böyle tanıtır; ne de islâmı en güzel şekilde temsil edenler ibadetleri bu şekilde yaşamıştır. ibadet, allah rızasını kazanma adına insanın kendisini çeşitli yollarla terbiye etme sistemidir. bu yönüyle namaz; insana saygıyı, tevazuu, alçak gönüllülüğü öğreten; vaktini kullanmayı ve kendisini programlamayı gösteren müthiş bir terbiye sistemidir.
namazı; putperestlerin kendi uydurdukları sanemler önünde rükû ve secde görüntüsü vermeleri gibi; hava boşluğuna karşı eğilip doğrulmak olarak algılayan sığ ve basit insanlar, tam da bu yüzden kıldıkları namazlardan zerre kadar nasiplenemezler. o yüzden bu tiplerin, seccadeye ve tespihe verdikleri değerin onda birini, insanlara ve onların haklarına vermediklerini görürsünüz. kendilerini; seccadenin üstünden, öz kardeşlerinin etini yeme işine zar-zor atan bu yamyamların, islâm toplumu içinde tam bir fitne kaynağı oldukları yadsınamaz bir gerçektir.
aynen namaz gibi; oruç, haç, zekât için de bu tip ruhsuzluk örnekleri çokça sıralanabilir. tüm ibadetleri, asli mecralarından kopararak onları yalnızca allah rızasını kazanmaya yönelik ritüeller bütünü olarak görmek, islâmı ve onun peygamberini anlayamamaktan öte bir şey değildir.
insanın, yaşamına olumlu yönde farklılıklar katmayan; onu, maddi ve manevi bir terbiye ile yüceltmeyen; ondaki merhamet, şefkat ve paylaşma duygularını geliştirmeyen hal ve hareketlerin "ibadet" olarak nitelenmesi... ya cehaletten doğan boş bir avuntu ya da ihanetten ileri gelen bir atımlık kurşundur. ve unutulmamalıdır ki, o habis kurşun, dönüp dolaşıp elinden çıktığı kişiyi muhakkak vuracaktır!
yaşama ve dine dair her konunun ana kaynağı olan kuran-ı kerimin, ibadetler ile ilgili ayetleri tetkik edildiği vakit görülmektedir ki; her ibadetin çıkış noktası insan, varış noktası ise allahtır.
bugün, çıkış noktası unutulmuş ve yalnızca varış noktasına hapsedilmiş olan ibadetler; kelimenin tam anlamıyla körlüğe, sağırlığa ve ruhsuzluğa bürünmüş - mahkûm edilmiş durumdadır.
vaktinden, malından ve bedeninden bir miktarını; sanki "allaha lütfediyormuşçasına" saygısız ve ruhsuz kalıplar halinde sunmaya teşne edilen ibadet; günümüz insanının gerek yaşamına, gerekse anlayışına hiç bir katkıda bulunmamaktadır. tam da bu sebeple, âbid ve zâhid görünümlü birçok insanı; ya dedikodu bataklığında debelenirken, ya yalancılığın bayraktarlığını yaparken ya da faiz benzeri melunlukları sinsi sinsi işlerken yakalayıveriyorsunuz. işin daha üzücü tarafı ise, suçüstü yakalananların hemen hepsinin "ne yapalım biz de insanız" bahanesine sığınmalarıdır. oysa bu zavallıların hal-i hazırdaki perişan durumları "insan" olmalarıyla değil; "islâm" olamamalarıyla açıklanabilir! ah bir de bunu kendileri anlayabilseler...
ibadet, yalnızca allahın rızasını kazanmak adına yapılan ritüeller bütünü değildir. ne, kuran-ı kerim bizlere ibadeti böyle tanıtır; ne de islâmı en güzel şekilde temsil edenler ibadetleri bu şekilde yaşamıştır. ibadet, allah rızasını kazanma adına insanın kendisini çeşitli yollarla terbiye etme sistemidir. bu yönüyle namaz; insana saygıyı, tevazuu, alçak gönüllülüğü öğreten; vaktini kullanmayı ve kendisini programlamayı gösteren müthiş bir terbiye sistemidir.
namazı; putperestlerin kendi uydurdukları sanemler önünde rükû ve secde görüntüsü vermeleri gibi; hava boşluğuna karşı eğilip doğrulmak olarak algılayan sığ ve basit insanlar, tam da bu yüzden kıldıkları namazlardan zerre kadar nasiplenemezler. o yüzden bu tiplerin, seccadeye ve tespihe verdikleri değerin onda birini, insanlara ve onların haklarına vermediklerini görürsünüz. kendilerini; seccadenin üstünden, öz kardeşlerinin etini yeme işine zar-zor atan bu yamyamların, islâm toplumu içinde tam bir fitne kaynağı oldukları yadsınamaz bir gerçektir.
aynen namaz gibi; oruç, haç, zekât için de bu tip ruhsuzluk örnekleri çokça sıralanabilir. tüm ibadetleri, asli mecralarından kopararak onları yalnızca allah rızasını kazanmaya yönelik ritüeller bütünü olarak görmek, islâmı ve onun peygamberini anlayamamaktan öte bir şey değildir.
insanın, yaşamına olumlu yönde farklılıklar katmayan; onu, maddi ve manevi bir terbiye ile yüceltmeyen; ondaki merhamet, şefkat ve paylaşma duygularını geliştirmeyen hal ve hareketlerin "ibadet" olarak nitelenmesi... ya cehaletten doğan boş bir avuntu ya da ihanetten ileri gelen bir atımlık kurşundur. ve unutulmamalıdır ki, o habis kurşun, dönüp dolaşıp elinden çıktığı kişiyi muhakkak vuracaktır!
iki sene üst üste izmir kitap fuarında kendisiyle tanışma fırsatı buldum. yüzüne kondurduğu zoraki gülümseme ile etrafına gülücükler saçıyor ve "türk solu" dergisinde yazdığı makalelerden derleme kitaplarını imzalıyordu. bir kitap da benim ve eşim adına imzaladı. şunları yazmış bana uzattığı kitaba:
"sevgili arkadaşım volkana, insan onuruna yaraşır bir yaşam dileğiyle. sizin ilyas. imza"
kitabın imzaladığı kısmında "kitabın geliriyle aydınlarımıza mum alınacaktır" diye bir not düşmüş yayınevi. manidar bir söz... aydınlar ve mum..
yazdığı yazıdaki "sizin ilyas" vurgusu çok önemli... yıllardır içinde barındırdığı "halka mâl olma - halk tarafından benimsenme ve sahiplenilme" açlığının bir göstergesi bu...
kitabını okudum mu? elbette! kitabın adı "kırmızı beyaz"... bir kaç şiir ve kesik kesik düşünce helezonlarından oluşan makalelerin bir derlemesi. kitabın büyük bir kısmında "kendisini ispat" çabasında. neden solcu olduğunu anlatıyor... geri kalanında ise klasik solcu söylemlerini ard arda sıralıyor. o kadar...
kendisine karşı sevgi beslemediğim gibi, nefret de etmiyorum... fikirlerinden ötürü insanlardan nefret etmeyi bırakalı çok oldu. ötekileştirdiklerine savurduğu hakaretleri ise "nezaketten nasibi olmamış, yazık" düşüncesiyle sineye çekiyorum.
ilyas salman, seksen doğumlular için aslında aynen kemal sunal ve şener şen gibi bir komedi ustasıdır. televizyonların ve "betemaks" marka video oynatıcılarının tüm evleri sardığı o dönemlerde, videokaset seçiminde ciddi bir etkiye sahipti... hakkını yemeyelim, güldürmeyi de, ağlatmayı da bilirdi...
ilyas salmanın belki de çoğu kişi tarafından bilinmeyen en önemli özelliği "müzmin bir muhalif" olmasıdır. o okuduğum kitabında solcusunda, atatürkçüsüne bir çok portreyi de, kaba üslubuyla yerden yere vurmayı ihmal etmiyor... yani sıkıntısı herkesle...
kabul edin ya da etmeyin, kendisini bir türlü kurtaramadığı bir saflığı var... evet evet saflık! temizlik anlamında değil... uyanık olamama anlamında... zaten uyanık olsaydı, dönemdaşı ve akranı olan diğer sanatçılar gibi o da "kapitalizmin nimetlerinden yararlanabilirdi..." gerçi bu sene yaptığı atılımla o da bozdu kapitalizm orucunu! malumunuz, "akasya durağı" isimli dizide oynuyor artık...
ilyas salman... ne denirse densin o, bu ülkenin bir rengi... bir sesi... bizim belki de farkında olmadığımız bazı önemli şeyleri seslendiren bir misyon adamı! sağıyla, soluyla kavgalı saf-dürüst bir adam! bilmediği konularda da atıp tutmasa elbette daha iyi olacak ama belli ki derdi var! bırakın konuşsun, söylesin, yazsın... bizim ondan, onun bizden alacağı şeyler vardır... kim bilir?
"sevgili arkadaşım volkana, insan onuruna yaraşır bir yaşam dileğiyle. sizin ilyas. imza"
kitabın imzaladığı kısmında "kitabın geliriyle aydınlarımıza mum alınacaktır" diye bir not düşmüş yayınevi. manidar bir söz... aydınlar ve mum..
yazdığı yazıdaki "sizin ilyas" vurgusu çok önemli... yıllardır içinde barındırdığı "halka mâl olma - halk tarafından benimsenme ve sahiplenilme" açlığının bir göstergesi bu...
kitabını okudum mu? elbette! kitabın adı "kırmızı beyaz"... bir kaç şiir ve kesik kesik düşünce helezonlarından oluşan makalelerin bir derlemesi. kitabın büyük bir kısmında "kendisini ispat" çabasında. neden solcu olduğunu anlatıyor... geri kalanında ise klasik solcu söylemlerini ard arda sıralıyor. o kadar...
kendisine karşı sevgi beslemediğim gibi, nefret de etmiyorum... fikirlerinden ötürü insanlardan nefret etmeyi bırakalı çok oldu. ötekileştirdiklerine savurduğu hakaretleri ise "nezaketten nasibi olmamış, yazık" düşüncesiyle sineye çekiyorum.
ilyas salman, seksen doğumlular için aslında aynen kemal sunal ve şener şen gibi bir komedi ustasıdır. televizyonların ve "betemaks" marka video oynatıcılarının tüm evleri sardığı o dönemlerde, videokaset seçiminde ciddi bir etkiye sahipti... hakkını yemeyelim, güldürmeyi de, ağlatmayı da bilirdi...
ilyas salmanın belki de çoğu kişi tarafından bilinmeyen en önemli özelliği "müzmin bir muhalif" olmasıdır. o okuduğum kitabında solcusunda, atatürkçüsüne bir çok portreyi de, kaba üslubuyla yerden yere vurmayı ihmal etmiyor... yani sıkıntısı herkesle...
kabul edin ya da etmeyin, kendisini bir türlü kurtaramadığı bir saflığı var... evet evet saflık! temizlik anlamında değil... uyanık olamama anlamında... zaten uyanık olsaydı, dönemdaşı ve akranı olan diğer sanatçılar gibi o da "kapitalizmin nimetlerinden yararlanabilirdi..." gerçi bu sene yaptığı atılımla o da bozdu kapitalizm orucunu! malumunuz, "akasya durağı" isimli dizide oynuyor artık...
ilyas salman... ne denirse densin o, bu ülkenin bir rengi... bir sesi... bizim belki de farkında olmadığımız bazı önemli şeyleri seslendiren bir misyon adamı! sağıyla, soluyla kavgalı saf-dürüst bir adam! bilmediği konularda da atıp tutmasa elbette daha iyi olacak ama belli ki derdi var! bırakın konuşsun, söylesin, yazsın... bizim ondan, onun bizden alacağı şeyler vardır... kim bilir?
islamın ana kaynağı kuran-ı kerimdir. insan eğitimi ve yönetiminin yalnızca yazılı kaynaklara dayandırılamayacağı gerçeğinden ötürü kuran-ı kerim belirli konular dışında bir çok konuya kesin hükümler getirmemiş; bunun yerine çözümü allah resulünün meşveretli uygulamalarına, sahabenin meşveretli kararlarına ve alimlerin meşveretli içtihatlarına bırakmıştır.
"nezle" gibi basit bir rahatsızlıkta bile uzmanından yardım istenirken, insan yaşamını çok ciddi alakadar eden ve ölümden sonrası için insanı tedirginliğe sevk eden konularda neden hep "ağza gelen söylenir" anlaşılmaz! insana dair konular bu kadar hafife alınabilir mi?
öncelikle bu konuyla alakalı kuran-ı kerime bakmalıyız. kuran-ı kerimde "bakara suresi 223. ayet" bu konuyla ilgili bilgiler barındırmaktadır:
"kadınlarınız sizin tarlalarınızdır; tarlanıza dilediğiniz şekilde yaklaşın, ama önce kendi ruhlarınız için bir hazırlık yapın. allaha karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve bilin ki, ona mutlaka kavuşacaksınız. ve sen de ey peygamber, imana erişenleri müjdele."
bu ayette geçen "tarla" vurgusu nedeniyle, islam alimlerinin ekseriyeti "kadınlara dilediğiniz şekilde yaklaşın" emrini "vajinal yoldan istenilen şekilde ilişki kurulması" olarak anlamış ve ifade etmişlerdir. malumunuzdur ki "tarla", "ekilen ve ürün veren yer" anlamına gelmektedir. durum böyle olunca ayetteki kastın "vajina" olduğu; "dilediğiniz şekilde yaklaşma" kastının ise, "cinsel ilişkinin tek bir şekle hapsedilmemesi" olarak algılanmıştır.
hadislerde de -sorulan sorular karşısında- bu konu ele alınmış ve "anal seks" allah resulü tarafından -hikmetleri açıklanarak- yasaklanmıştır.
o değilde... "anal seks"i haram kıldığı için islama ve allah resulüne sataşanların düştükleri bir çelişkiyi gözler önüne sermek istiyorum:
hani peygamber şehvetine düşkün birisiydi?
hani müslümanlar için "uçkur" çok önemliydi?
hani islam "erkek egemen" bir dindi ve kadınlara zulmediliyordu?
eğer, allah resulü başta olmak üzere, sahabe ve islam uleması uçkur düşkünü, ehl-i keyf insanlar olsaydı -hele ki kimsenin tıbben araştırma imkanının olmadığı o eski dönemlerde- bu "anal seks" denilen olayın tadını çıkarırlardı!
demek ki neymiş? anladın sen onu!
"nezle" gibi basit bir rahatsızlıkta bile uzmanından yardım istenirken, insan yaşamını çok ciddi alakadar eden ve ölümden sonrası için insanı tedirginliğe sevk eden konularda neden hep "ağza gelen söylenir" anlaşılmaz! insana dair konular bu kadar hafife alınabilir mi?
öncelikle bu konuyla alakalı kuran-ı kerime bakmalıyız. kuran-ı kerimde "bakara suresi 223. ayet" bu konuyla ilgili bilgiler barındırmaktadır:
"kadınlarınız sizin tarlalarınızdır; tarlanıza dilediğiniz şekilde yaklaşın, ama önce kendi ruhlarınız için bir hazırlık yapın. allaha karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve bilin ki, ona mutlaka kavuşacaksınız. ve sen de ey peygamber, imana erişenleri müjdele."
bu ayette geçen "tarla" vurgusu nedeniyle, islam alimlerinin ekseriyeti "kadınlara dilediğiniz şekilde yaklaşın" emrini "vajinal yoldan istenilen şekilde ilişki kurulması" olarak anlamış ve ifade etmişlerdir. malumunuzdur ki "tarla", "ekilen ve ürün veren yer" anlamına gelmektedir. durum böyle olunca ayetteki kastın "vajina" olduğu; "dilediğiniz şekilde yaklaşma" kastının ise, "cinsel ilişkinin tek bir şekle hapsedilmemesi" olarak algılanmıştır.
hadislerde de -sorulan sorular karşısında- bu konu ele alınmış ve "anal seks" allah resulü tarafından -hikmetleri açıklanarak- yasaklanmıştır.
o değilde... "anal seks"i haram kıldığı için islama ve allah resulüne sataşanların düştükleri bir çelişkiyi gözler önüne sermek istiyorum:
hani peygamber şehvetine düşkün birisiydi?
hani müslümanlar için "uçkur" çok önemliydi?
hani islam "erkek egemen" bir dindi ve kadınlara zulmediliyordu?
eğer, allah resulü başta olmak üzere, sahabe ve islam uleması uçkur düşkünü, ehl-i keyf insanlar olsaydı -hele ki kimsenin tıbben araştırma imkanının olmadığı o eski dönemlerde- bu "anal seks" denilen olayın tadını çıkarırlardı!
demek ki neymiş? anladın sen onu!
ölüm, insan için hem yadsınamaz bir gerçek, hem de onun huzurunu kaçıran bir karabasan... hangi inançtan, hangi dinden, hangi mezhepten beslenirse beslensin; ölüm, akıl için kabullenmesi zor olandır. bu yüzdendir, hangi inançtan olursa olsun sevdiklerinin ölümünü kabullenememe... ve bu yüzdendir her ölümü "erken" görme.
ölüm, kapımızı en son çalan, geleceği bilinen fakat istenmeyen soğuk bir misafir... hani "tanrı misafiri" derler ya... kimine göre varlık ile yokluk arasında bir perde... kimine göre, gerçek yaşamın davetçisi... kimine göre, düşünülmemesi gereken bir belâ! artık hangisi hoşuna giderse...
yaratıcının varlığını kabullenen ya da onu reddeden olsanız da fark etmez... yaratıcıyı inkar edebilirsiniz, peki ya ölümü?
ve bu söz, mevlana celaleddin-i rumîye atfedilen bir söz...
ölüm, kapımızı en son çalan, geleceği bilinen fakat istenmeyen soğuk bir misafir... hani "tanrı misafiri" derler ya... kimine göre varlık ile yokluk arasında bir perde... kimine göre, gerçek yaşamın davetçisi... kimine göre, düşünülmemesi gereken bir belâ! artık hangisi hoşuna giderse...
yaratıcının varlığını kabullenen ya da onu reddeden olsanız da fark etmez... yaratıcıyı inkar edebilirsiniz, peki ya ölümü?
ve bu söz, mevlana celaleddin-i rumîye atfedilen bir söz...
bir çok insanın kendi çabalarıyla başardığıdır. gariptir hem de çok, işine gelmeyen konularda "ben anlamam, beceremem, aklım ermez" bahanelerine sığınanların, ne hikmetse bilgisayar başında canavar kesildiklerine şahit oluruz... hani senin aklın kesmezdi hacım? aynı şey bilgisayar ve oyun konsollarında oynanan oyunlar için de geçerli! derslerinde başarısız bir çok çocuğun ve gencin, en girift oyunları çözmekte usta olduklarını görüyorsunuz. adam iki kelimeyi bir araya getirmekten aciz fakat çoğu ingilizce olan oyunları çatır çatır oynuyor... insan ne garip değil mi?
millet olarak korkularımız vardır bizim... yarım yamalak öğrendiğimiz ya da aslında bir türlü öğrenemediğimiz "islam" anlayışının getirdiği korkular... doğrusunu öğrenememekten kaynaklanan korkular. işte bu korkuların kurbanı olmuş ilizyonisttir kendisi.
ilizyonun aslında ne olduğunu bilmeyince... aklımızı zorlayan her gösteriyi "keramet - istidraç" çizgisinde değerlendirince, işte o korkular depreşiyor... ve sonrası malum!
ilizyonun aslında ne olduğunu bilmeyince... aklımızı zorlayan her gösteriyi "keramet - istidraç" çizgisinde değerlendirince, işte o korkular depreşiyor... ve sonrası malum!
kendi düşüncesini "tek doğru" kabul eden, buna karşılık diğer tüm düşüncelere alıcılarını kapatan tiptir.
sağcısı, solcusu, milliyetçisi, dinlisi, dinsizi her cenahtan bu tip insanlarla karşılaşma olasılığınız mümkündür. önemli olan onların despotluklarını ortalığa kusmaları değildir; asıl önemli olan, sizin o kusuntuya nasıl karşılık verdiğinizdir. sizinle onları ayıran en önemli ayıraç ise budur.
sağcısı, solcusu, milliyetçisi, dinlisi, dinsizi her cenahtan bu tip insanlarla karşılaşma olasılığınız mümkündür. önemli olan onların despotluklarını ortalığa kusmaları değildir; asıl önemli olan, sizin o kusuntuya nasıl karşılık verdiğinizdir. sizinle onları ayıran en önemli ayıraç ise budur.
albay ilhami güler tarafından 15 şubat 2001 tarihli yayımlanan emirde verilen mesaj.
yazı şöyle: "mesai saatleri içerisinde ve istirahat saatlerinde bazı askeri ve sivil personelin açık veya gizli namaz kılarak, uymak zorunda olduğumuz bazı değerleri suistimal ettiklerini tespit ettim. bu personellerin, bu tür davranışlarını devam ettirmeleri halinde haklarında yasal işlem yapılacağının, personele tebliğ edilerek, aksaklığa meydan verilmemesini rica ederim."
hayır o değilde, "istirahat saatlerinde" kılınan namaz hangi yüce değerlere aykırı oluyor onu anlamış değiliz? ayrıca "gizli namaz kılmak" ne demek? bunu tespit ettiğine göre gizli değil o namaz! yoksa bazı subayların evlerinde namaz kılmaları "gizli namaz" statüsüne mi giriyor? yahu bu arada sormadan geçmeyeyim, silahlı kuvvetlerin - bizlerin bilmediği- "uymak zorunda" olduğu hangi değerleri var? nedir bu değerler? nasıl bir değer ki bu, "namaz" gibi bir ibadet problem oluyor? hem de "istirahat saatlerinde" bile olsa... ne değerlermiş yahû... maaşallah! nazar değmesin inşaallah!
hayır bir de "allah allah diyen bir ordu nasıl cami bombalar?" diyor canlı yayında hiç utanmadan! be adam! sen o değerlerin adına camide bombalatırsın, müslümanları da fırınlarda yaktırırsın! istirahat saatlerinde bile olsalar!!!
kaynak:http://www.aktifhaber.com/namaz-tsknin-degerlerine-aykiri-375941h.htm
yazı şöyle: "mesai saatleri içerisinde ve istirahat saatlerinde bazı askeri ve sivil personelin açık veya gizli namaz kılarak, uymak zorunda olduğumuz bazı değerleri suistimal ettiklerini tespit ettim. bu personellerin, bu tür davranışlarını devam ettirmeleri halinde haklarında yasal işlem yapılacağının, personele tebliğ edilerek, aksaklığa meydan verilmemesini rica ederim."
hayır o değilde, "istirahat saatlerinde" kılınan namaz hangi yüce değerlere aykırı oluyor onu anlamış değiliz? ayrıca "gizli namaz kılmak" ne demek? bunu tespit ettiğine göre gizli değil o namaz! yoksa bazı subayların evlerinde namaz kılmaları "gizli namaz" statüsüne mi giriyor? yahu bu arada sormadan geçmeyeyim, silahlı kuvvetlerin - bizlerin bilmediği- "uymak zorunda" olduğu hangi değerleri var? nedir bu değerler? nasıl bir değer ki bu, "namaz" gibi bir ibadet problem oluyor? hem de "istirahat saatlerinde" bile olsa... ne değerlermiş yahû... maaşallah! nazar değmesin inşaallah!
hayır bir de "allah allah diyen bir ordu nasıl cami bombalar?" diyor canlı yayında hiç utanmadan! be adam! sen o değerlerin adına camide bombalatırsın, müslümanları da fırınlarda yaktırırsın! istirahat saatlerinde bile olsalar!!!
kaynak:http://www.aktifhaber.com/namaz-tsknin-degerlerine-aykiri-375941h.htm
insan, yapısı gereği "tek başına" yaşamını sürdürebilen bir varlık değildir. o, gerek maddi ihtiyaçları nedeniyle gerekse manevî - duygusal gereksinimlerinden ötürü kendisi dışında insanlara da muhtaçtır. bu muhtaçlık önce arkadaşlığı, sonra aileyi, ardından sülaleyi ve en sonunda milleti meydana getirir.
"millet" kavramı, "halk" kavramından farklıdır, farklı olarak algılanmalıdır. millet; geçmişten gelen maddi ve manevi bağların bağlayıcılığıyla birbirine kenetlenmiş, bir kaç yönüyle homojen en büyük insan topluluğudur ve bu büyük topluluk, kendi içinde ve tarihsel süreçte çok ciddi bir "milli hafıza" meydana getirir.
milli hafıza, gelenek ya da kültür ile karıştırılmaması gereken; tüm bu kavramları da içine alan kapsamlı bir kavramdır. milli hafıza; olumlu - olumsuz, bilinç altına itilen ya da daimi olarak akılda tutulan tüm yaşanmışlıkları, deneyimleri, tespitleri ve çıkarımları ifade eder.
milli hafıza; milletin yaşam kaynaklarından birisi hatta en önemlilerinin başında gelenidir. yeni neslin sağlıklı ve uyumlu olabilmesi için gerekli ve geçerlidir. aynı hataların tekrar edilmemesi adına önemlidir.
elbette "milli hafıza" derken, körü körüne saplanıp kalınan bir "gelenekçilik" anlayışından ya da törel yaşamı genel geçer kabul eden zihniyetten veya bilimi reddeden iptidai anlayıştan bahsetmiyoruz. zirâ bunlar, kelimenin en doğru anlamıyla "yobazlık" ve "kokuşmuşluk"tur. "milli hafıza" ise tüm bu amiyanelikten uzak ve bu tarz katı-köktenci anlayışları "bir daha yaşanmaması gereken olumsuz deneyimler" olarak içinde "ibret vesikası" adına tutan canlı ve yenilikçi bir birikimdir.
bugün dünyanın tüm âkil milletleri, kendilerine ait "milli hafızalarını" koruma gayreti içerisindedirler. milli kütüphaneler ve milli müfredatlar ile bu korumanın uzun süreli olması çabasındadırlar. bu yönüyle maalesef ülkemiz, bu ülkelerin bir kaç adım gerisinden gitmektedir. elbette bu gerilemenin temelinde, bir dönem yaşanan "milli hafıza"yı silme çabaları büyük yer tutmaktadır.
bugün türkiyede, kendi öz milli hafızasının temellerini oluşturan "orta asya" ve özellikle de "selçuklu - osmanlı" bakiyesi olan yazılı ve sözlü eserler, özellikle bu toprakların evlatları olan anadolu gençlerine, sağlıklı ve tarafsız bir mahiyette verilmemektedir. bu, milli hafızanın yeni nesle aktarılamaması demektir. milli hafızadan habersiz gençler maalesef; ruh ve manâ köklerimize zıt, tamamıyla dünyayı baz alan sefilâne malumat kırıntıları ile zehirlenmektedirler. sonuç olarak, gerek kendi iç dünyasında hedefini belirleyememiş ve haliyle mutluluğu yakalayamamış, gerekse çevresindekilere mutluluğu haram eden, insan bozması varlıklar yetişmektedir. dünün bu tiplerinden, bugün biraz olsun aklı başına gelenler bile, ülkenin gençlerinin şu an içinde bulunduğu derbeder halden şikayet eder durumdadırlar.
bu derbederlikten kurtulmanın yolu ise, milli hafızamızı oluşturan yazılı ve sözlü kaynaklarımıza -profesyonel- bir şekilde sahip çıkmaktır. bu yönüyle, piyasada sesi - soluğu duyulmayan ve maalesef bazen "garip" olarak niteleyeceğim çıkışlarıyla güven kaybetmeye devam eden "türk tarih kurumu" ve "türk dil kurumu"na çok iş düşmektedir. politik kaygıları bir kenara bırakıp, özellikle çocuklara ve gençlere hitap edecek her tür evet her tür yazılı ve sözlü yöntemi kullanarak; milli hafızayı diri tutma ve yeni nesle aktarma işini üstlenmelidirler.
elbette yalnızca dil ve tarih kurumu bu iş için yeterli değildir. bu gün "istihdam problemi" yaşayan dil ve tarih fakültelerinin en başta öğretim görevlileri olmak üzere, asistan ve öğrencileri gerek el ele vererek gerekse münferit çalışmalarla "milli hafızanın yeni nesle aktarımı" konusunda çeşitli faaliyetlerde bulunmalıdırlar. bu konuda, güzel sanatlar fakültelerimize de büyük vazifeler düşmektedir.
üniversitelerin bu konudaki çalışmaları bir yana, özellikle sivil toplum kuruluşlarından, milli değerlere sahip çıkma kaygısını taşıyanların; milli hafızayı aktarma adına faaliyet gösteren sinema, tiyatro, sergi, gezi ve folklor gibi konularda sponsor olmaları ve bu alanda yazılacak olan roman, hikaye, çizgi roman gibi eserlere maddi - manevî sahip çıkmaları çok önemlidir.
"millet" kavramı, "halk" kavramından farklıdır, farklı olarak algılanmalıdır. millet; geçmişten gelen maddi ve manevi bağların bağlayıcılığıyla birbirine kenetlenmiş, bir kaç yönüyle homojen en büyük insan topluluğudur ve bu büyük topluluk, kendi içinde ve tarihsel süreçte çok ciddi bir "milli hafıza" meydana getirir.
milli hafıza, gelenek ya da kültür ile karıştırılmaması gereken; tüm bu kavramları da içine alan kapsamlı bir kavramdır. milli hafıza; olumlu - olumsuz, bilinç altına itilen ya da daimi olarak akılda tutulan tüm yaşanmışlıkları, deneyimleri, tespitleri ve çıkarımları ifade eder.
milli hafıza; milletin yaşam kaynaklarından birisi hatta en önemlilerinin başında gelenidir. yeni neslin sağlıklı ve uyumlu olabilmesi için gerekli ve geçerlidir. aynı hataların tekrar edilmemesi adına önemlidir.
elbette "milli hafıza" derken, körü körüne saplanıp kalınan bir "gelenekçilik" anlayışından ya da törel yaşamı genel geçer kabul eden zihniyetten veya bilimi reddeden iptidai anlayıştan bahsetmiyoruz. zirâ bunlar, kelimenin en doğru anlamıyla "yobazlık" ve "kokuşmuşluk"tur. "milli hafıza" ise tüm bu amiyanelikten uzak ve bu tarz katı-köktenci anlayışları "bir daha yaşanmaması gereken olumsuz deneyimler" olarak içinde "ibret vesikası" adına tutan canlı ve yenilikçi bir birikimdir.
bugün dünyanın tüm âkil milletleri, kendilerine ait "milli hafızalarını" koruma gayreti içerisindedirler. milli kütüphaneler ve milli müfredatlar ile bu korumanın uzun süreli olması çabasındadırlar. bu yönüyle maalesef ülkemiz, bu ülkelerin bir kaç adım gerisinden gitmektedir. elbette bu gerilemenin temelinde, bir dönem yaşanan "milli hafıza"yı silme çabaları büyük yer tutmaktadır.
bugün türkiyede, kendi öz milli hafızasının temellerini oluşturan "orta asya" ve özellikle de "selçuklu - osmanlı" bakiyesi olan yazılı ve sözlü eserler, özellikle bu toprakların evlatları olan anadolu gençlerine, sağlıklı ve tarafsız bir mahiyette verilmemektedir. bu, milli hafızanın yeni nesle aktarılamaması demektir. milli hafızadan habersiz gençler maalesef; ruh ve manâ köklerimize zıt, tamamıyla dünyayı baz alan sefilâne malumat kırıntıları ile zehirlenmektedirler. sonuç olarak, gerek kendi iç dünyasında hedefini belirleyememiş ve haliyle mutluluğu yakalayamamış, gerekse çevresindekilere mutluluğu haram eden, insan bozması varlıklar yetişmektedir. dünün bu tiplerinden, bugün biraz olsun aklı başına gelenler bile, ülkenin gençlerinin şu an içinde bulunduğu derbeder halden şikayet eder durumdadırlar.
bu derbederlikten kurtulmanın yolu ise, milli hafızamızı oluşturan yazılı ve sözlü kaynaklarımıza -profesyonel- bir şekilde sahip çıkmaktır. bu yönüyle, piyasada sesi - soluğu duyulmayan ve maalesef bazen "garip" olarak niteleyeceğim çıkışlarıyla güven kaybetmeye devam eden "türk tarih kurumu" ve "türk dil kurumu"na çok iş düşmektedir. politik kaygıları bir kenara bırakıp, özellikle çocuklara ve gençlere hitap edecek her tür evet her tür yazılı ve sözlü yöntemi kullanarak; milli hafızayı diri tutma ve yeni nesle aktarma işini üstlenmelidirler.
elbette yalnızca dil ve tarih kurumu bu iş için yeterli değildir. bu gün "istihdam problemi" yaşayan dil ve tarih fakültelerinin en başta öğretim görevlileri olmak üzere, asistan ve öğrencileri gerek el ele vererek gerekse münferit çalışmalarla "milli hafızanın yeni nesle aktarımı" konusunda çeşitli faaliyetlerde bulunmalıdırlar. bu konuda, güzel sanatlar fakültelerimize de büyük vazifeler düşmektedir.
üniversitelerin bu konudaki çalışmaları bir yana, özellikle sivil toplum kuruluşlarından, milli değerlere sahip çıkma kaygısını taşıyanların; milli hafızayı aktarma adına faaliyet gösteren sinema, tiyatro, sergi, gezi ve folklor gibi konularda sponsor olmaları ve bu alanda yazılacak olan roman, hikaye, çizgi roman gibi eserlere maddi - manevî sahip çıkmaları çok önemlidir.
mini eteği ilk defa tasarlayan ve kullanan kişi, mary quant isimli bir moda tasarımcısı. mini etek ile ilgili yaptığı açıklamada şöyle söylediği iddia edilir: "öğleden sonrak, seksi daha kolay ulaşılabilir kılmak için icat ettim. mini kıyafetler, erkekleri baştan çıkarmak isteyen kızlar için sembolik manâ taşıyan kıyafetlerdir."
bu sözleri gerçekten söyledi mi, yoksa bir efsane mi bilemeyeceğim. fakat mary hanımın kavlen olmasa bile fiilen bu mantıkla hareket ettiği ortada.
düz mantıkla düşündüğünüzde, şayet bir insanın elinden "ahiret" inancını alırsanız, onun elinde yalnızca "dünya" kalır... o da dünyanın tadını sonuna kadar çıkarma hırsına kapılır... avrupa, gerek orta çağ döneminde uyguladığı saçma dinî baskılar, gerekse reform hareketlerinin ardından ortaya koyamadığı ciddi yenilikler sayesinde avrupalıların ahiret inançlarını ellerinden almıştır... geriye yalnızca dünya kalınca da...
bu sözleri gerçekten söyledi mi, yoksa bir efsane mi bilemeyeceğim. fakat mary hanımın kavlen olmasa bile fiilen bu mantıkla hareket ettiği ortada.
düz mantıkla düşündüğünüzde, şayet bir insanın elinden "ahiret" inancını alırsanız, onun elinde yalnızca "dünya" kalır... o da dünyanın tadını sonuna kadar çıkarma hırsına kapılır... avrupa, gerek orta çağ döneminde uyguladığı saçma dinî baskılar, gerekse reform hareketlerinin ardından ortaya koyamadığı ciddi yenilikler sayesinde avrupalıların ahiret inançlarını ellerinden almıştır... geriye yalnızca dünya kalınca da...
bir suçlama tekniği...
işin garip tarafı, bu suçlamayı yapanların ekseriyetinin henüz kendi mezheplerinden haberleri olmamasıdır! hatta çıtayı biraz daha yükselterek, hararetle "bir mezhebi kendine yol edinmek gerek!" fetvası verenlerin, "mezheb" denilen şeyin ne olduğunu bilmediklerini bile iddia edebilirim!
neden mi?
çünkü, "mezheb" kavramının, gerek yalın anlamını gerekse terimsel anlamını bilen bir kişinin, hele bir de mezhebler tarihi hakkında bir kaç kitap okuyan bir kişinin, böyle bir fetvayı vermekten allaha sığınacağına inanıyorum.
"mezhepler olmalıdır" diyen kişi ile "mezhepler olmamalıdır" diyen kişi arasında bir fark göremediğimi söylemek isterim! zira ikisi de saçmalamaktadır ve cehaletlerinin heykelini dikmektedirler orta yere.
mezhepler, birileri "olsun" dedi diye çıkmamıştır... mühim bir ihtiyaçtan ötürü doğmuşlardır ve bundan sonra da doğmaya devam edeceklerdir.
işin garip tarafı, bu suçlamayı yapanların ekseriyetinin henüz kendi mezheplerinden haberleri olmamasıdır! hatta çıtayı biraz daha yükselterek, hararetle "bir mezhebi kendine yol edinmek gerek!" fetvası verenlerin, "mezheb" denilen şeyin ne olduğunu bilmediklerini bile iddia edebilirim!
neden mi?
çünkü, "mezheb" kavramının, gerek yalın anlamını gerekse terimsel anlamını bilen bir kişinin, hele bir de mezhebler tarihi hakkında bir kaç kitap okuyan bir kişinin, böyle bir fetvayı vermekten allaha sığınacağına inanıyorum.
"mezhepler olmalıdır" diyen kişi ile "mezhepler olmamalıdır" diyen kişi arasında bir fark göremediğimi söylemek isterim! zira ikisi de saçmalamaktadır ve cehaletlerinin heykelini dikmektedirler orta yere.
mezhepler, birileri "olsun" dedi diye çıkmamıştır... mühim bir ihtiyaçtan ötürü doğmuşlardır ve bundan sonra da doğmaya devam edeceklerdir.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?