twitter yoluyla cumhurbaşkanlığı dahil hiç bir siyasi görevle ilgilenmediğini belirtmiştir.
zekası, entelektüel birikimi ve güçlü görüntüsüyle türk kadınlarının örnek alması gerektiğini düşündüğüm kadındır.
radikal kavramı toplumlar tarafından çok kullanılan ancak anlamı "az" bilinen kavramlardandır. toplumlar "radikal" kavramının anlamını "diğerlerinden farklı olan" olarak bilirler. oysa fransızcadan dilimize geçmiş olan "radikal" kavramının bizdeki doğru karşılığı "köktenci", "muhafazakar", "mutaassıb" dır.
buradan hareketle "radikal müslüman" demek "dinin ilk çıkış dönemindeki anlayışı sürdürme yanlısı" demektir.
islam ve türk dünyasında yaşanan ciddi kavram kargaşasından nasibini alan kavramlardandır "radikal" kavramı. anlaşılması gereken anlam yukarıda belirttiğim gibiyken aslında "radikal islam" ya da "radikal müslüman" denildiğinde "dini uçlarda yaşayan, şiddet yanlısı islam / müslüman" akla gelmektedir.
aslında böyle düşünülmesi çok da garipsenmemeli çünkü "radikal islam/müslüman" kavramının oyuncuları/piyonları olan tiplerin de istediği bu kavramın "böyle" anlaşılması.
istiyorlar ki islam; kendisinden korkulan, kafa ve el kesen, küçük kızları evlenmeye zorlayan, çok eşliliği destekleyen ve mümkün olsa köleliği yeniden diriltilecek bir "din" olarak anlaşılsın. bunu -maalesef- başardıklarını da söyleyebiliriz.
radikal müslümanın -günümüz açısından düşünürsek- diğer müslümanlardan en önemli ayırt edici özelliği "şiddet yanlısı" olmasıdır.
ilımlı müslümanlar da "her ne olursa olsun şiddete hayır" diyenlerdir.
normal müslümanlar ise -şayet kaldıysa dünya üzerinde bu tipler- "gerekirse cihad edilir gerekmezse herkesle barış esastır" derler.
buradan hareketle "radikal müslüman" demek "dinin ilk çıkış dönemindeki anlayışı sürdürme yanlısı" demektir.
islam ve türk dünyasında yaşanan ciddi kavram kargaşasından nasibini alan kavramlardandır "radikal" kavramı. anlaşılması gereken anlam yukarıda belirttiğim gibiyken aslında "radikal islam" ya da "radikal müslüman" denildiğinde "dini uçlarda yaşayan, şiddet yanlısı islam / müslüman" akla gelmektedir.
aslında böyle düşünülmesi çok da garipsenmemeli çünkü "radikal islam/müslüman" kavramının oyuncuları/piyonları olan tiplerin de istediği bu kavramın "böyle" anlaşılması.
istiyorlar ki islam; kendisinden korkulan, kafa ve el kesen, küçük kızları evlenmeye zorlayan, çok eşliliği destekleyen ve mümkün olsa köleliği yeniden diriltilecek bir "din" olarak anlaşılsın. bunu -maalesef- başardıklarını da söyleyebiliriz.
radikal müslümanın -günümüz açısından düşünürsek- diğer müslümanlardan en önemli ayırt edici özelliği "şiddet yanlısı" olmasıdır.
ilımlı müslümanlar da "her ne olursa olsun şiddete hayır" diyenlerdir.
normal müslümanlar ise -şayet kaldıysa dünya üzerinde bu tipler- "gerekirse cihad edilir gerekmezse herkesle barış esastır" derler.
merhabalar. bu yazıda piyasaya yeni sürülen "samsung galaxy note 3" cihazını almadan önce, neden iyice düşünmeniz gerektiği anlatılmıştır. lütfen dikkatle okuyunuz!
bir teknoloji tutkunu için, yeni çıkan her cihaz ilgi çekicidir, cezbedicidir. samsung firması teknoloji tutkunlarının bu zaaflarını iyi tespit etmiş ve bunun yanına "farklı insanlar, farklı ihtiyaçlar" mottosunu da kendisine prensip edinerek farklı insan gruplarının, farklı ilgi alanlarının ihtiyaçlarını da karşılayabilecek cihazları altı ayda bir "çok küçük farklılıklarla" piyasaya sürmeyi alışkanlık edinmiştir.
bu durum bir yönüyle tüketicinin faydasına gibi gözükse de, aslında bir çok yönden tüketici bu durumdan zarar görmektedir.
samsungun son cihazı "galaxy note 3" bazı ufak ayrıntılarıyla teknoloji tutkunlarını kendisine cezbetse de satın almadan önce mutlaka şunlara dikkat etmenizi tavsiye ediyorum:
1. telefonun ebatları! (151.2 x 79.2 x 8.3 mm)
telefonu ebatları yönüyle incelediğimizde "aktif kullanım" imkanından yoksun olduğunu söyleyebiliriz. sakın firmanın yayınladığı fotoğraf ve videolarda yansıtılan "ele sığabiliyor" görüntülerine aldanmayınız! o foto ve videolarda özellikle büyük elleri olan kişiler konu mankeni olarak kullanılmaktadır. galaxy s4, galaxy note 2den daha küçük ebatlara sahip olmasına rağmen "elimize sığmıyor, rahat kullanamıyoruz" gibi şikayetlere neden olmuştu. galaxy note 3 ise galaxy note 2den biraz daha büyük ebatlara sahip! bu durum gün içerisinde "arama", "mesajlaşma" ve "e-mail" özelliklerini yoğun kullanan "hareketli" kişiler için çok ciddi bir handikap!
bu durumda olan arkadaşlara kesinlikle "galaxy s3 mini" ya da "galaxy s4 mini" tavsiye ediyorum. her iki telefonu da kullanmış birisi olarak bu telefonların aktif kullanıma uygun, hızlı ve yeterli özelliklere sahip telefonlar olduğunu söylemek isterim.
eğer gün içerisinde koşturmacanız fazla değil ve özellikle ofisten ya da evden işlerinizi yürütüyorsanız yine de "galaxy note 3" cihazını tavsiye etmiyorum. çünkü bu durumda da note 3ten daha iyi bir alternatif olan "galaxy note 8.0" karşımızda duruyor.
note 3e göre daha geniş ekrana sahip, daha ince, speni mevcut ve sadece 170 gram daha ağır olan "galaxy note 8.0" ev ve ofis kullanıcıları için ideal bir cihaz! yeni çıkan note 3ün fiyatının 2000 tlden aşağı olmayacağı kesin. note 8.0 ise şu an 1000 - 1100 tl arasında gidip gelmekte. note 3ün fiyatı 3-5 ay sonra düşer diyenler unutmasın ki 3-5 aya note 8.0ın fiyatı da düşer.
2. s pen stylus özelliği!
galaxy note 2 kullanmış birisi olarak "s pen stylus" özelliğinin ev ve ofis kullanıcıları dışında kalan kişiler için çok da kullanışlı olmadığını söylemeliyim.
ev ve ofis kullanıcıları içinse "s pen stylus" özelliğinin rantable kullanılabilmesi ancak ve ancak "geniş" ekranlı bir cihazda mümkündür. bu yönüyle "galaxy note 3" cihazının 5.7 inçlik ekranı kesinlikle yeterli değil. bunu, uzun zamandır kullandığım 7.7 inçlik tablet ve 5.5 inçlik "galaxy note 2" ekran deneyimime dayanarak söylediğimi bilmelisiniz.
s pen stylus özelliğini çok mu beğendiniz? hayallerinizi "s pen stylus" ile sanal dünyaya aktarmayı mı istiyorsunuz? bu durumda kullanmanız gereken en iyi cihaz "galaxy note 10.1" dir! ikinci sırada ise "galaxy note 8.0" gelmektedir.
3. kamera deneyimi - fotoğraf, video çekimleri.
unutulmamalıdır ki; akıllı telefonlarda bulunan hiç bir "yan" özellik, o özelliği gerçekleştiren ana cihazın performansını sergilemez! bu yönüyle eğer bir fotoğraf tutkunuysanız kesinlikle kendinize profesyonel bir fotoğraf makinesi almalısınız. hiç bir cep telefonu size rahat bir çekim imkanı ve kaliteli bir görüntü sunmaz, sunamaz! bunun farkında olan samsung firması 16 mplik "galaxy s4 zoom"u üretti. lakin fotoğrafçılar; sensör, objektif ve optik vizör özelliklerinin pikselden daha önemli olduğunu bildikleri için "galaxy s4 zoom"un bile fotoğraf tutkunları için yeterli bir makine olmadığını kabul ederler.
eğer "o kadar profesyönelliğe gerek yok, güzel anları ve anıları ölümsüzleştirelim yeter" diyorsanız, bu durumda 2000 tl civarında piyasaya çıkacak olan ve sadece 14 mplik bir kameraya sahip "note 3" yerine 1400 tlye alabileceğiniz 13 mplik galaxy s4ü tavsiye ederim. telefonumda mutlaka "s pen" olsun diyorsanız, 1200 tllik ve 8 mplik note 2yi tavsiye ederim. hızlı yaşıyorum, telefon elimden düşmüyor "s pen" şart değil diyorsanız 5 mplik s3 mini ya da 8 mplik s4 mini sizin için fazlasıyla ideal.
unutmayınız ki profesyonel fotoğrafçılık yapmayacaksanız 5 - 8 mega piksel arası tüm telefonlar işinizi fazlasıyla görür.
hayal kurmak ve bu hayali gerçekleştirmek güzeldir ancak gerçekçi olmak daha güzel ve daha kârlıdır! hiç kimse, daha önce deneyimlenmiş hataları tekrarlayacak kadar aptal olmamalı! deneyimli birisinin tavsiyelerini mutlaka değerlendirin!
tebessümle kalın!
(http://www.facebook.com/volkanbalbay/posts/10201699745313839)
bir teknoloji tutkunu için, yeni çıkan her cihaz ilgi çekicidir, cezbedicidir. samsung firması teknoloji tutkunlarının bu zaaflarını iyi tespit etmiş ve bunun yanına "farklı insanlar, farklı ihtiyaçlar" mottosunu da kendisine prensip edinerek farklı insan gruplarının, farklı ilgi alanlarının ihtiyaçlarını da karşılayabilecek cihazları altı ayda bir "çok küçük farklılıklarla" piyasaya sürmeyi alışkanlık edinmiştir.
bu durum bir yönüyle tüketicinin faydasına gibi gözükse de, aslında bir çok yönden tüketici bu durumdan zarar görmektedir.
samsungun son cihazı "galaxy note 3" bazı ufak ayrıntılarıyla teknoloji tutkunlarını kendisine cezbetse de satın almadan önce mutlaka şunlara dikkat etmenizi tavsiye ediyorum:
1. telefonun ebatları! (151.2 x 79.2 x 8.3 mm)
telefonu ebatları yönüyle incelediğimizde "aktif kullanım" imkanından yoksun olduğunu söyleyebiliriz. sakın firmanın yayınladığı fotoğraf ve videolarda yansıtılan "ele sığabiliyor" görüntülerine aldanmayınız! o foto ve videolarda özellikle büyük elleri olan kişiler konu mankeni olarak kullanılmaktadır. galaxy s4, galaxy note 2den daha küçük ebatlara sahip olmasına rağmen "elimize sığmıyor, rahat kullanamıyoruz" gibi şikayetlere neden olmuştu. galaxy note 3 ise galaxy note 2den biraz daha büyük ebatlara sahip! bu durum gün içerisinde "arama", "mesajlaşma" ve "e-mail" özelliklerini yoğun kullanan "hareketli" kişiler için çok ciddi bir handikap!
bu durumda olan arkadaşlara kesinlikle "galaxy s3 mini" ya da "galaxy s4 mini" tavsiye ediyorum. her iki telefonu da kullanmış birisi olarak bu telefonların aktif kullanıma uygun, hızlı ve yeterli özelliklere sahip telefonlar olduğunu söylemek isterim.
eğer gün içerisinde koşturmacanız fazla değil ve özellikle ofisten ya da evden işlerinizi yürütüyorsanız yine de "galaxy note 3" cihazını tavsiye etmiyorum. çünkü bu durumda da note 3ten daha iyi bir alternatif olan "galaxy note 8.0" karşımızda duruyor.
note 3e göre daha geniş ekrana sahip, daha ince, speni mevcut ve sadece 170 gram daha ağır olan "galaxy note 8.0" ev ve ofis kullanıcıları için ideal bir cihaz! yeni çıkan note 3ün fiyatının 2000 tlden aşağı olmayacağı kesin. note 8.0 ise şu an 1000 - 1100 tl arasında gidip gelmekte. note 3ün fiyatı 3-5 ay sonra düşer diyenler unutmasın ki 3-5 aya note 8.0ın fiyatı da düşer.
2. s pen stylus özelliği!
galaxy note 2 kullanmış birisi olarak "s pen stylus" özelliğinin ev ve ofis kullanıcıları dışında kalan kişiler için çok da kullanışlı olmadığını söylemeliyim.
ev ve ofis kullanıcıları içinse "s pen stylus" özelliğinin rantable kullanılabilmesi ancak ve ancak "geniş" ekranlı bir cihazda mümkündür. bu yönüyle "galaxy note 3" cihazının 5.7 inçlik ekranı kesinlikle yeterli değil. bunu, uzun zamandır kullandığım 7.7 inçlik tablet ve 5.5 inçlik "galaxy note 2" ekran deneyimime dayanarak söylediğimi bilmelisiniz.
s pen stylus özelliğini çok mu beğendiniz? hayallerinizi "s pen stylus" ile sanal dünyaya aktarmayı mı istiyorsunuz? bu durumda kullanmanız gereken en iyi cihaz "galaxy note 10.1" dir! ikinci sırada ise "galaxy note 8.0" gelmektedir.
3. kamera deneyimi - fotoğraf, video çekimleri.
unutulmamalıdır ki; akıllı telefonlarda bulunan hiç bir "yan" özellik, o özelliği gerçekleştiren ana cihazın performansını sergilemez! bu yönüyle eğer bir fotoğraf tutkunuysanız kesinlikle kendinize profesyonel bir fotoğraf makinesi almalısınız. hiç bir cep telefonu size rahat bir çekim imkanı ve kaliteli bir görüntü sunmaz, sunamaz! bunun farkında olan samsung firması 16 mplik "galaxy s4 zoom"u üretti. lakin fotoğrafçılar; sensör, objektif ve optik vizör özelliklerinin pikselden daha önemli olduğunu bildikleri için "galaxy s4 zoom"un bile fotoğraf tutkunları için yeterli bir makine olmadığını kabul ederler.
eğer "o kadar profesyönelliğe gerek yok, güzel anları ve anıları ölümsüzleştirelim yeter" diyorsanız, bu durumda 2000 tl civarında piyasaya çıkacak olan ve sadece 14 mplik bir kameraya sahip "note 3" yerine 1400 tlye alabileceğiniz 13 mplik galaxy s4ü tavsiye ederim. telefonumda mutlaka "s pen" olsun diyorsanız, 1200 tllik ve 8 mplik note 2yi tavsiye ederim. hızlı yaşıyorum, telefon elimden düşmüyor "s pen" şart değil diyorsanız 5 mplik s3 mini ya da 8 mplik s4 mini sizin için fazlasıyla ideal.
unutmayınız ki profesyonel fotoğrafçılık yapmayacaksanız 5 - 8 mega piksel arası tüm telefonlar işinizi fazlasıyla görür.
hayal kurmak ve bu hayali gerçekleştirmek güzeldir ancak gerçekçi olmak daha güzel ve daha kârlıdır! hiç kimse, daha önce deneyimlenmiş hataları tekrarlayacak kadar aptal olmamalı! deneyimli birisinin tavsiyelerini mutlaka değerlendirin!
tebessümle kalın!
(http://www.facebook.com/volkanbalbay/posts/10201699745313839)
necati şaşmaz, hülya avşar ve diğerleri kimdir?
sanatçı mı?
cevap "evet" ise buyrun "sanat nedir?" ve "sanatçı kimdir?" sorularını tartışalım.
necati şaşmaz sanatçı değil oyuncudur. üreten insana "sanatçı" denir. ressam, bestekar, heykeltraş... rol yapan, eline mikrofon alıp şarkı - türkü söyleyen -en azından benim için- sanatçı değildir. oyuncudur, şarkıcıdır, türkücüdür.
şimdi buradan hareketle bir oyuncu, şarkıcı ya da eğlence dünyasından herhagi biri (acun ilıcalı vb) nasıl bir kültürel ya da bilimsel birikime sahiptir ki toplumsal olaylarla alakalı "çözüm bulucu" konuşmalar yapabisin?
biz kimlerden ne bekliyoruz?
hükümetin bu tarz insanları muhatap alarak ve bu insanları medyanın önüne atarak yapmaya çalıştığı nedir?
aynı şey orhan gencebay ve benzerleri için de geçerli.
bu ülkenin sosyoloji uzmanları, çevre ve şehircilik uzmanları ve siyaset bilimcileri yok mu? sekseni aşkın üniversitede görev yapan ve sosyoloji, siyaset ve çevre alanlarında doktora yapmış insanlar nerede?
gezi parkı olayı sosyolojik, siyasi ve çevresel bir vakadır. sosyoloji uzmanlarının görüşleri, siyaset bilimcilerinin yaklaşımları ve çevre - şehircilik bölümü uzmanlarının raporları esas olmalıdır.
yazık, hem de çok yazık.
sanatçı mı?
cevap "evet" ise buyrun "sanat nedir?" ve "sanatçı kimdir?" sorularını tartışalım.
necati şaşmaz sanatçı değil oyuncudur. üreten insana "sanatçı" denir. ressam, bestekar, heykeltraş... rol yapan, eline mikrofon alıp şarkı - türkü söyleyen -en azından benim için- sanatçı değildir. oyuncudur, şarkıcıdır, türkücüdür.
şimdi buradan hareketle bir oyuncu, şarkıcı ya da eğlence dünyasından herhagi biri (acun ilıcalı vb) nasıl bir kültürel ya da bilimsel birikime sahiptir ki toplumsal olaylarla alakalı "çözüm bulucu" konuşmalar yapabisin?
biz kimlerden ne bekliyoruz?
hükümetin bu tarz insanları muhatap alarak ve bu insanları medyanın önüne atarak yapmaya çalıştığı nedir?
aynı şey orhan gencebay ve benzerleri için de geçerli.
bu ülkenin sosyoloji uzmanları, çevre ve şehircilik uzmanları ve siyaset bilimcileri yok mu? sekseni aşkın üniversitede görev yapan ve sosyoloji, siyaset ve çevre alanlarında doktora yapmış insanlar nerede?
gezi parkı olayı sosyolojik, siyasi ve çevresel bir vakadır. sosyoloji uzmanlarının görüşleri, siyaset bilimcilerinin yaklaşımları ve çevre - şehircilik bölümü uzmanlarının raporları esas olmalıdır.
yazık, hem de çok yazık.
keşke öldürülmeseydi dediğim ateist yazar.
öldürülmesi islama ve müslümanlara bir katkı sağlamamıştır. işin kötü yanı "fikirleri yüzünden" öldürülen bu kişinin fikirleri öldürülmesi nedeniyle daha fazla taraftar kazanmıştır...
öldürülmeseydi ve içimize şüpheler salmaya devam etseydi... bizler de doğrusunu bulmak için daha fazla ilme yönelseydik.
ne diyordu necip fazıl:
"ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın.
gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın."
öldürülmesi islama ve müslümanlara bir katkı sağlamamıştır. işin kötü yanı "fikirleri yüzünden" öldürülen bu kişinin fikirleri öldürülmesi nedeniyle daha fazla taraftar kazanmıştır...
öldürülmeseydi ve içimize şüpheler salmaya devam etseydi... bizler de doğrusunu bulmak için daha fazla ilme yönelseydik.
ne diyordu necip fazıl:
"ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın.
gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın."
yeni anayasa çalışmalarında atılan geri adımla ak parti tabanının büyük çoğunluğunu oluşturan dindar insanların ciddi anlamda hüsrana uğradığı politikadır.
oysa ak parti bir söz vermişti bu yola çıkarken ve demişti ki:
"kadınların kamusal yaşama katılımının özendirilmesi için gerekli tüm önlemler alınacaktır.*"
"kız çocuklarının okullaşma oranını artıracak politikalar uygulanacak, onların eğitiminin önündeki engeller kaldırılacak, özellikle kırsal kesimlerde ailelerinin bu konuda bilinçlendirilmesine yönelik çalışmalar yapılacaktır.*"
"kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesi ile getirilen ilkelerin uygulanması sağlanacaktır.*"
"mevzuatımızda kadın aleyhindeki ayrımcı hükümler ayıklanacaktır."*
"ustalık dönemi" olarak lanse edilen bu dönemde; mafyaların, derin devletin, hortumcuların üzerine rahatlıkla giden ak parti başörtüsü konusunu -aslında inanç özgürlüğü meselesini- neden kanunî bir zemine oturtmak için gereken çabayı göstermiyor?
şayet yeni anayasanın içerisinde inanç özgürlüğü ve kılık kıyafet hürriyeti yer almayacaksa, parti programında vaat edilenler nasıl gerçekleştirilecek?
*maddelerin kaynağı: ak parti parti programı, v-sosyal politikalar 5/7 kadın bölümüdür. partinin resmi sitesinden ulaşılabilir.
oysa ak parti bir söz vermişti bu yola çıkarken ve demişti ki:
"kadınların kamusal yaşama katılımının özendirilmesi için gerekli tüm önlemler alınacaktır.*"
"kız çocuklarının okullaşma oranını artıracak politikalar uygulanacak, onların eğitiminin önündeki engeller kaldırılacak, özellikle kırsal kesimlerde ailelerinin bu konuda bilinçlendirilmesine yönelik çalışmalar yapılacaktır.*"
"kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesi ile getirilen ilkelerin uygulanması sağlanacaktır.*"
"mevzuatımızda kadın aleyhindeki ayrımcı hükümler ayıklanacaktır."*
"ustalık dönemi" olarak lanse edilen bu dönemde; mafyaların, derin devletin, hortumcuların üzerine rahatlıkla giden ak parti başörtüsü konusunu -aslında inanç özgürlüğü meselesini- neden kanunî bir zemine oturtmak için gereken çabayı göstermiyor?
şayet yeni anayasanın içerisinde inanç özgürlüğü ve kılık kıyafet hürriyeti yer almayacaksa, parti programında vaat edilenler nasıl gerçekleştirilecek?
*maddelerin kaynağı: ak parti parti programı, v-sosyal politikalar 5/7 kadın bölümüdür. partinin resmi sitesinden ulaşılabilir.
hucurat sûresi 10. ayettin başında yer alan "innemel mû’minûne ihvetun..." ibaresinin türkçe çevirisi.
bu güzel ibareyi "ancak müminler kardeştir" şeklinde algılayan ruh hastalarının varlığıdır müslümanları bu talihsiz günlere taşıyan.
şayet, bin dört yüz yıl boyunca ali imran suresi 159. ayette allah resulünün alkışlandığı "yumuşaklık" ortaya konulabilseydi belki de bu gün maide suresi 82. ayette "onlar size daha yakındır" denilen hıristiyanlar müslümanlarla -en azından- dost olacaklardı...
emevî hanedanıyla başlayan toprak kazanma hırsı, bugün müslümanların kanlı gözyaşlarının en önemli sebeplerindendir.
bu güzel ibareyi "ancak müminler kardeştir" şeklinde algılayan ruh hastalarının varlığıdır müslümanları bu talihsiz günlere taşıyan.
şayet, bin dört yüz yıl boyunca ali imran suresi 159. ayette allah resulünün alkışlandığı "yumuşaklık" ortaya konulabilseydi belki de bu gün maide suresi 82. ayette "onlar size daha yakındır" denilen hıristiyanlar müslümanlarla -en azından- dost olacaklardı...
emevî hanedanıyla başlayan toprak kazanma hırsı, bugün müslümanların kanlı gözyaşlarının en önemli sebeplerindendir.
başbakan erdoğan’ın dershaneleri kapatma politikasını sağlamından eleştirmiş olan yazar.
yazı uzun ve fazlasıyla akademik, dilerseniz verdiğim linkten okuyabilirsiniz ama dileyen için yazının ana fikrinin yer aldığı kısmı ekliyorum:
"son açıklamalarına bakılırsa başbakan, dershanelere kötü bakışı sanki kafasında sabit fikir hâline getirmiş. üslubu da yakışıksız, kırıcı ve otoriteryen tınılı. "dershaneler kapanacak!" diyor. niye? dershanelerden insanlar ne zarar gördü? dershanelere gidenler kendileri için, dershanelere çocuklarını gönderenler çocukları için neyin iyi olduğunu bilmiyorlar mı?
dershaneleri kapatmak fakire yararlı olur zannediyorsanız tamamıyla yanılıyorsunuz. devlet tekelini kırıp yükseköğretim piyasasını serbestleştirsek ve böylece arz ile talebi dengelesek bile, özel-ek-formel eğitim sistemi dışı ders ihtiyacı ortadan kalkmaz. bazı okullar her zaman daha çok ilgi göreceği için yarış sürer. zengin çocukları, en pahalı hocalar kiralanarak sınavlara hazırlanırken fakir çocukları ilave dersin maliyetlerini kendileri gibi fakirlerle paylaşarak karşılanabilir miktara indiremeyeceği için, yarışta geri kalmaya mahkûm olur.
bana sorarsanız, dershaneleri değil milli eğitim okullarını kapatmak daha doğru ve faydalı. baksanıza, okulların 10 senede kazandıramadığını dershaneler bir senede kazandırıyor. bu başarının izahı da gayet basit. herkes meb okullarına zorla gidiyor. yani okula gidiş gönüllülüğe dayanmıyor. öğretmenler, iş garantisine sahip. işe hangi donanımla başladılarsa onunla, hatta daha azıyla, emekli olabilirler. rekabet yok denecek kadar az. öğrenciler ve veliler eğitimin maliyetini hissetmiyor ve üstlenmiyor. böyle bir sistem etkin ve verimli olabilir mi? dershanelerde bunların tam tersi söz konusu. gönüllülük esas. maliyeti müşteri ödüyor. her bakımdan rekabet müthiş. kaynaklar çok daha etkin kullanılıyor. meb kaynakları dershanelere aktarılsa, dershaneler eğitim sistemini uçurur."
makalenin tamamı için:http://goo.gl/b391p
yazı uzun ve fazlasıyla akademik, dilerseniz verdiğim linkten okuyabilirsiniz ama dileyen için yazının ana fikrinin yer aldığı kısmı ekliyorum:
"son açıklamalarına bakılırsa başbakan, dershanelere kötü bakışı sanki kafasında sabit fikir hâline getirmiş. üslubu da yakışıksız, kırıcı ve otoriteryen tınılı. "dershaneler kapanacak!" diyor. niye? dershanelerden insanlar ne zarar gördü? dershanelere gidenler kendileri için, dershanelere çocuklarını gönderenler çocukları için neyin iyi olduğunu bilmiyorlar mı?
dershaneleri kapatmak fakire yararlı olur zannediyorsanız tamamıyla yanılıyorsunuz. devlet tekelini kırıp yükseköğretim piyasasını serbestleştirsek ve böylece arz ile talebi dengelesek bile, özel-ek-formel eğitim sistemi dışı ders ihtiyacı ortadan kalkmaz. bazı okullar her zaman daha çok ilgi göreceği için yarış sürer. zengin çocukları, en pahalı hocalar kiralanarak sınavlara hazırlanırken fakir çocukları ilave dersin maliyetlerini kendileri gibi fakirlerle paylaşarak karşılanabilir miktara indiremeyeceği için, yarışta geri kalmaya mahkûm olur.
bana sorarsanız, dershaneleri değil milli eğitim okullarını kapatmak daha doğru ve faydalı. baksanıza, okulların 10 senede kazandıramadığını dershaneler bir senede kazandırıyor. bu başarının izahı da gayet basit. herkes meb okullarına zorla gidiyor. yani okula gidiş gönüllülüğe dayanmıyor. öğretmenler, iş garantisine sahip. işe hangi donanımla başladılarsa onunla, hatta daha azıyla, emekli olabilirler. rekabet yok denecek kadar az. öğrenciler ve veliler eğitimin maliyetini hissetmiyor ve üstlenmiyor. böyle bir sistem etkin ve verimli olabilir mi? dershanelerde bunların tam tersi söz konusu. gönüllülük esas. maliyeti müşteri ödüyor. her bakımdan rekabet müthiş. kaynaklar çok daha etkin kullanılıyor. meb kaynakları dershanelere aktarılsa, dershaneler eğitim sistemini uçurur."
makalenin tamamı için:http://goo.gl/b391p
afyonda yaşanan trajik cephanelik hadisesi sonucu basına yaptığı "bu bir sabotaj" açıklamaları ve ardından da "iddiamın arkasındayım..." ısrarı üzerine akla takılan sorudur.
mali kaynak olarak "kaynak benim!" diyen kılıçdaroğlunun, istihbarat konusunda da aynı kaynağı kullandığına dair şüphelerim var.
olabilir mi? göreceğiz...
mali kaynak olarak "kaynak benim!" diyen kılıçdaroğlunun, istihbarat konusunda da aynı kaynağı kullandığına dair şüphelerim var.
olabilir mi? göreceğiz...
cumhurbaşkanlığı basın başdanışmanı ahmet sever aracılığıyla yılbaşından bu yana hediye kabul etmediğini öğrendiğimiz cumhurbaşkanı.
şahsen takdir edilecek ya da alkışlanacak bir karar olarak görmüyorum. zirâ, cumhurbaşkanlığı ve benzeri devlet makamlarına gelen hediyelerin -istisnalar hariç- büyük çoğunluğunun yalakalık ve yardaklık kategorisinde, bir kısmının ise "körler sağırlar birbirini ağırlar" kategorisinde olduğunu düşünüyorum ve dolayısıyla böyle rezil ve gereksiz bir uygulamanın önüne geçmek "olması gereken" dir! bu sebeple alkışlanacak bir durum yok.
bu arada sayın abdullah gül hediye olayına yasak koyduktan sonra hediye getirme heveslilerine bir yol göstermiş ve demiş ki: "hediye yerine ya yardıma muhtaç gençlere burs veriniz ya da ziyaret anısına bir ağaç dikilmesine vesile olunuz! hatta imkân varsa iki seçeneği birden yerine getirilmesini tercih ederim..."
bu istek üzerine ne olmuş biliyor musunuz?
yaklaşık 60 bin ağaç dikilmiş, 46 tanecik ise burs taahhüdü alınmış.
ne hoş değil mi? yılbaşından bu yana yaklaşık dokuz ay geçmiş ve sadece 46 tane burs "taahhütü" alınmış.
buna mukabil 60 bin ağaç dikilmiş.
elbette ağaç dikilmesi de güzel lakin 60 bin öğrenciye burs imkanı sağlayacak 600 tane güçlü esnaf ve iş adamı ziyaret etmemiş mi bu makamı yahû?
şahsen takdir edilecek ya da alkışlanacak bir karar olarak görmüyorum. zirâ, cumhurbaşkanlığı ve benzeri devlet makamlarına gelen hediyelerin -istisnalar hariç- büyük çoğunluğunun yalakalık ve yardaklık kategorisinde, bir kısmının ise "körler sağırlar birbirini ağırlar" kategorisinde olduğunu düşünüyorum ve dolayısıyla böyle rezil ve gereksiz bir uygulamanın önüne geçmek "olması gereken" dir! bu sebeple alkışlanacak bir durum yok.
bu arada sayın abdullah gül hediye olayına yasak koyduktan sonra hediye getirme heveslilerine bir yol göstermiş ve demiş ki: "hediye yerine ya yardıma muhtaç gençlere burs veriniz ya da ziyaret anısına bir ağaç dikilmesine vesile olunuz! hatta imkân varsa iki seçeneği birden yerine getirilmesini tercih ederim..."
bu istek üzerine ne olmuş biliyor musunuz?
yaklaşık 60 bin ağaç dikilmiş, 46 tanecik ise burs taahhüdü alınmış.
ne hoş değil mi? yılbaşından bu yana yaklaşık dokuz ay geçmiş ve sadece 46 tane burs "taahhütü" alınmış.
buna mukabil 60 bin ağaç dikilmiş.
elbette ağaç dikilmesi de güzel lakin 60 bin öğrenciye burs imkanı sağlayacak 600 tane güçlü esnaf ve iş adamı ziyaret etmemiş mi bu makamı yahû?
hayatın her alanında "suç" vardır bir de elbette "suçlu" vardır. ama unutmamak gerekir ki her suçluyu suça sevkeden, suça mahkum eden ya da onu "suçlu" olarak var eden bir "gerçek suçlu" vardır!
şimdi sizden ricam, şayet vicdanınız ve merhametiniz bu kısa videoyu izlemeye güç yetirirse; şu videodaki gerçek suçluyu bulmanız: (http://goo.gl/mtnlb)
şimdi sizden ricam, şayet vicdanınız ve merhametiniz bu kısa videoyu izlemeye güç yetirirse; şu videodaki gerçek suçluyu bulmanız: (http://goo.gl/mtnlb)
hayatın her alanında görülen yadsınamaz bir gerçek.
"cemaatleşme" kavramı her ne kadar dinî bir terim olarak meşhur olmuşsa da, aslında "yapı ve amaç" olarak farklı isim ve jelatinlerle hayatın her alanında mevcuttur.
örneğin, sportif faaliyetlerin vazgeçilmezi olan spor kulüpleri, cemaatleşmiş yapılardan başka bir şey değildir. uğruna her şeyini feda edecek kadar delicesine bağlanılan kulüp başkanlarının günümüzdeki cemaat ya da tarikat önderlerinden neyi eksiktir? son yılların olaylı kulübü olan fenerbahçenin aziz başkanı uğruna, hapsedilmeyi ya da göz altına alınmayı göze alan o "bazı" fenerbahçe taraftarlarının, cemaat ya da tarikat liderine taparcasına bağlı müritlerden, mollalardan, şakirtlerden nesi eksiktir?
cemaatler para topluyor... ya spor klüpleri? cemaatler parayı toplarken insanların inançlarını kullanıyor... peki ya futbol klüpleri? insanların taraftarlık duygularını, bastırılmış hırslarını kullanmak diğerinden daha mı masum? spor klüpleri cebindeki son parayı bağışlayan ya da evinin rızkını bilet parasına veren taraftarına "kardeşim çocuğunun süt parasını bize verme!" mi diyor?
siyaset alanının temel unsurları olan partilerin birer cemaatten farkı nedir? parti başkanına ölesiye bağlananlar, onu kurtarıcı mesih, mehdî ve hatta peygamber olarak görenler; şeyhine, hocasına sıkı sıkıya bağlı olanlardan daha mı az tehlikelidir? partiler halktan bağış talep edip; insanların inançlarını, milli ve manevî değerlerini, hırs ve arzularını kullanırken çok mu masumdurlar?
peki ya ticaret alanındaki cemaatleşmeler? tüsiad, müsiad, tuskon... bunlar cemaatleşmiş yapılar değil midir? bu kuruluşların "ticarî" olmaktan önce "ideolojik" olduğunu sanırım herkes biliyor.
ya sivil toplum kuruluşları? vakıflar, dernekler, sendikalar ya da meslekî odalar... dışarıdan pek bir masum görünen tüm bu kuruluşlar kendi içinde aktif birer cemaattir. her birinde lider sultası, her birinde kurucu yapının ideolojisine biat etme zorunluluğu...
kısacası, cemaatleşme hayatın her alanında var, sadece adı ve jelatini değişiyor o kadar.
şu an derin devlet ve hükümet, iktidarlarına rakip olarak gördükleri için çeşitli cemaat ve tarikatların üzerine gidiyor ve onları sindirmeye çalışıyor o kadar. kafasını kaldırıp türkiyenin ve hatta dünyanın hal-i hazırdaki durumunu göremeyen halk yığınlarına da, mevzu bahis cemaat ve tarikatları "günah keçisi" olarak lanse ediyor.
işin komik ve de üzücü tarafı; sosyal, siyasi ya da ticari hayatın tam içinde, bir liderin ya da liderlerin sultasında ekmeğini ancak kazanabilen; kurulu düzenin ağa babalarının önünde -işi düştüğü zaman- el pence divan duran tiplerin, konu "dinî cemaatler ya da tarikatlar" olunca bir anda şahin kesilmesidir!
bence, insan önce kendi hayatını nasıl idame ettirdiğine bir bakmalı! müşterinin önünde iki büklüm olan, müşteriyi -vesileyi nimeti değil- veli nimeti olarak gören esnafın; çalıştığı kurumun müdürünün ya da amirinin önünde, elini ayağını nereye koyacağını şaşıran memurun; trafik polisini, maliyeciyi, denetciyi görünce süt dökmüş kediye dönen vatandaşın; parti ya da teşkilat başkanının gözüne girmek için her şeyi yapanın; söz konusu taraftarı olduğu kulüp, takım ve başkanı olunca babasını bile tanımayan taraftarın önce edep aynasının karşısında durup kendisine bir bakması lazım!
hoş, mal ve maddiyat hırsıyla şaşı olmuş o gözler edep aynasında neyi doğru görebilir o da tartışmalıdır ya... neyse.
son söz ya da "öz": cemaatleşme yadsınamaz bir gerçektir. hayattan soyutlanamayacak bir unsurdur. kötü olan, kendi çıkarları uğruna tüm değerleri ayaklar altına alan tarzda cemaatleşmedir. allah siyasi, sosyal, ticarî ve dinî alanlarda bu tarz cemaatleşmelerden hepimizi korusun...
"cemaatleşme" kavramı her ne kadar dinî bir terim olarak meşhur olmuşsa da, aslında "yapı ve amaç" olarak farklı isim ve jelatinlerle hayatın her alanında mevcuttur.
örneğin, sportif faaliyetlerin vazgeçilmezi olan spor kulüpleri, cemaatleşmiş yapılardan başka bir şey değildir. uğruna her şeyini feda edecek kadar delicesine bağlanılan kulüp başkanlarının günümüzdeki cemaat ya da tarikat önderlerinden neyi eksiktir? son yılların olaylı kulübü olan fenerbahçenin aziz başkanı uğruna, hapsedilmeyi ya da göz altına alınmayı göze alan o "bazı" fenerbahçe taraftarlarının, cemaat ya da tarikat liderine taparcasına bağlı müritlerden, mollalardan, şakirtlerden nesi eksiktir?
cemaatler para topluyor... ya spor klüpleri? cemaatler parayı toplarken insanların inançlarını kullanıyor... peki ya futbol klüpleri? insanların taraftarlık duygularını, bastırılmış hırslarını kullanmak diğerinden daha mı masum? spor klüpleri cebindeki son parayı bağışlayan ya da evinin rızkını bilet parasına veren taraftarına "kardeşim çocuğunun süt parasını bize verme!" mi diyor?
siyaset alanının temel unsurları olan partilerin birer cemaatten farkı nedir? parti başkanına ölesiye bağlananlar, onu kurtarıcı mesih, mehdî ve hatta peygamber olarak görenler; şeyhine, hocasına sıkı sıkıya bağlı olanlardan daha mı az tehlikelidir? partiler halktan bağış talep edip; insanların inançlarını, milli ve manevî değerlerini, hırs ve arzularını kullanırken çok mu masumdurlar?
peki ya ticaret alanındaki cemaatleşmeler? tüsiad, müsiad, tuskon... bunlar cemaatleşmiş yapılar değil midir? bu kuruluşların "ticarî" olmaktan önce "ideolojik" olduğunu sanırım herkes biliyor.
ya sivil toplum kuruluşları? vakıflar, dernekler, sendikalar ya da meslekî odalar... dışarıdan pek bir masum görünen tüm bu kuruluşlar kendi içinde aktif birer cemaattir. her birinde lider sultası, her birinde kurucu yapının ideolojisine biat etme zorunluluğu...
kısacası, cemaatleşme hayatın her alanında var, sadece adı ve jelatini değişiyor o kadar.
şu an derin devlet ve hükümet, iktidarlarına rakip olarak gördükleri için çeşitli cemaat ve tarikatların üzerine gidiyor ve onları sindirmeye çalışıyor o kadar. kafasını kaldırıp türkiyenin ve hatta dünyanın hal-i hazırdaki durumunu göremeyen halk yığınlarına da, mevzu bahis cemaat ve tarikatları "günah keçisi" olarak lanse ediyor.
işin komik ve de üzücü tarafı; sosyal, siyasi ya da ticari hayatın tam içinde, bir liderin ya da liderlerin sultasında ekmeğini ancak kazanabilen; kurulu düzenin ağa babalarının önünde -işi düştüğü zaman- el pence divan duran tiplerin, konu "dinî cemaatler ya da tarikatlar" olunca bir anda şahin kesilmesidir!
bence, insan önce kendi hayatını nasıl idame ettirdiğine bir bakmalı! müşterinin önünde iki büklüm olan, müşteriyi -vesileyi nimeti değil- veli nimeti olarak gören esnafın; çalıştığı kurumun müdürünün ya da amirinin önünde, elini ayağını nereye koyacağını şaşıran memurun; trafik polisini, maliyeciyi, denetciyi görünce süt dökmüş kediye dönen vatandaşın; parti ya da teşkilat başkanının gözüne girmek için her şeyi yapanın; söz konusu taraftarı olduğu kulüp, takım ve başkanı olunca babasını bile tanımayan taraftarın önce edep aynasının karşısında durup kendisine bir bakması lazım!
hoş, mal ve maddiyat hırsıyla şaşı olmuş o gözler edep aynasında neyi doğru görebilir o da tartışmalıdır ya... neyse.
son söz ya da "öz": cemaatleşme yadsınamaz bir gerçektir. hayattan soyutlanamayacak bir unsurdur. kötü olan, kendi çıkarları uğruna tüm değerleri ayaklar altına alan tarzda cemaatleşmedir. allah siyasi, sosyal, ticarî ve dinî alanlarda bu tarz cemaatleşmelerden hepimizi korusun...
12 eylül 2006 tarihinde, o zamanlar almanyanın regensburg üniversitesinde öğretim üyesi olan papa on altıncı benedictusün, "inanç, akıl ve üniversite - hatıralar ve geçmişin değerlendirilmesi" isimli konferansta başlattığı tartışmadır.
papa o dönem bizans imparatoru ii. manuel palaiologosa atfedilen: "bana muhammedin hangi yenilikler getirdiğini gösterin, orada hep şeytani ve insanlık dışı şeyler bulacaksınız. örneğin dini kılıç zoruyla yayması gibi." sözünü gündeme getirmişti.
papanın diğer tartışma oluşturan: "islamda koşullar gerektirirse akıl ve mantık bir yana bırakılır oysa hristiyanlık son derece akılcıdır... müslümanlar bazı milletleri zorla müslümanlaştırmıştır... " mealindeki sözleri olmuştur.
__________________________
görüldüğü üzere hiç kimse kendi tarihindeki karanlık noktaları görmemektedir. hıristiyanlara göre barbar olan müslümanlardır, müslümanlara göre ise haçlı orduları ile dünyaya dehşet saçan hıristiyanlardır. müslümanlar, yahudilerin düzenbaz ve lanetli olduğunu savunurken; yahudiler de hıristiyan ve müslümanlar için aynı fikirdedir.
peki sonuç?
âdem peygamberden bu yana süren kardeş kavgası, tarihin her devrinde farklı isim ya da jelatinle hep olagelmiştir. kıyamet kopana kadar da olmaya devam edecektir. kimin haklı olduğu ya da daha doğru bir deyişle herkesin tarihinde gizlemeye çalıştığı karanlık noktalar mahşer günü ilahî tecelli ile aydınlanacaktır.
papa o dönem bizans imparatoru ii. manuel palaiologosa atfedilen: "bana muhammedin hangi yenilikler getirdiğini gösterin, orada hep şeytani ve insanlık dışı şeyler bulacaksınız. örneğin dini kılıç zoruyla yayması gibi." sözünü gündeme getirmişti.
papanın diğer tartışma oluşturan: "islamda koşullar gerektirirse akıl ve mantık bir yana bırakılır oysa hristiyanlık son derece akılcıdır... müslümanlar bazı milletleri zorla müslümanlaştırmıştır... " mealindeki sözleri olmuştur.
__________________________
görüldüğü üzere hiç kimse kendi tarihindeki karanlık noktaları görmemektedir. hıristiyanlara göre barbar olan müslümanlardır, müslümanlara göre ise haçlı orduları ile dünyaya dehşet saçan hıristiyanlardır. müslümanlar, yahudilerin düzenbaz ve lanetli olduğunu savunurken; yahudiler de hıristiyan ve müslümanlar için aynı fikirdedir.
peki sonuç?
âdem peygamberden bu yana süren kardeş kavgası, tarihin her devrinde farklı isim ya da jelatinle hep olagelmiştir. kıyamet kopana kadar da olmaya devam edecektir. kimin haklı olduğu ya da daha doğru bir deyişle herkesin tarihinde gizlemeye çalıştığı karanlık noktalar mahşer günü ilahî tecelli ile aydınlanacaktır.
buhari ve müslim gibi âlimlerin sahih’leri hakkında önemli sözleri vardır:http://goo.gl/96mre
videodaki önemli meseleler:
imam buhari’nin ve imam müslim’in sahih’inde problemli ayetler var mı?
hadis ile kur’an çeliştiğinde hangisine itibar edilir?
imam gazali akılcı mıdır?
imam şafî eleştirilebilir mi?
videodaki önemli meseleler:
imam buhari’nin ve imam müslim’in sahih’inde problemli ayetler var mı?
hadis ile kur’an çeliştiğinde hangisine itibar edilir?
imam gazali akılcı mıdır?
imam şafî eleştirilebilir mi?
bu ve benzeri -sözde- hadisler, mukallitler ile şuurlu müslümanları birbirinden ayıran işaret fişekleridir. bu -sözde- hadisler bir işaret fişeği gibi patladığı anda, kimisini kör eder ve etrafına şuursuzca saldırmasına sebep olur; kimisinin de aklını - idrakini açar ve islamı daha bilinçli algılamasına ve yaşamasına vesile olur.
mukallitler bu tarz -sözde- hadisleri telif etme adına; arapçanın zengin bir dil oluşu, kelimenin farklı anlamlara gelişi ve benzeri bir sürü safsatayı ardı ardına sıralayıp "cahil" insanları uyutabilirler. lakin kelime, cümle ve bağlam konularını az-çok bilen ve kafası çalışan bir insan "allah, ahirette peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir" gibi ipe-sapa gelmez bir lafın hiç bir makul açıklama ile telif edilemeyeceğini fark eder, anlar.
bazı mukallitler "kuran-ı kerimde de buna benzer teşbihler var..." diyerek savunmaya çalışsa da bu savununun da geçerliliği yoktur. çünkü kuranda geçen teşbih kavramları, ayet içerisinde akıl ve izan ile telif edilebilecek anlamdadırlar. örneğin "yedullah" yani "allahın eli" kavramı, kuran-ı kerimde geçtiği her yerde "allahın müdahalesi, iradesi" anlamında kullanıldığı açık ve nettir ve kullanıldığı ayetlere "vurgu gücü" kattığı açıktır. ayetin tamamından bu anlaşılmaktadır. lakin "peygamberlerin allahı tanımaması ve tanıyabilmeleri için allahın baldırını açıp göstermesi" ne kuranî akıl ile ne de saf akıl ile telif edilemeyecek bir saçmalıktadır.
çok açık ve net olarak söylüyorum ki, şayet bu söz kütüb-i sittede yer almasaydı ve herhangi bir adam çıkıp da bu "baldır" cümlesini dile getirseydi, dile getiren şahsı "münkir" ve "lain" ilan edecek ilk kişiler, yine şu an delicesine bu sözü savunan mukallitler olacaktı. bundan hiç şüpheniz olması.
mukallitlerin bu sözü savunmasındaki tek sebep "sözün kendisi" değildir! çünkü sözün akıl ve izan ile telifi mümkün değildir. bu sözün mukallitler tarafından kıyasıya savunulmasındaki tek sebep, onların beyinlerine çocukluktan beri kazınan: "dinin sarsılmaz ikinci ana kaynağı kütüb-i sittedir ve kütüb-i sitte aynen kuran-ı kerim gibi yanılmaz ve yalanlanamaz kutsal bir kaynaktır!" safsatasıdır.
korkuyorlar. cehaletin ve inatçılığın en büyük göstergesi ve meyvesi olan korkaklıklarına engel olamıyorlar. akıllarını, çocukluklarından itibaren "kuran-ı kerim" ile değil; hocalarının, şeyhlerinin, melelerinin, liderlerinin ya da ebeveynlerinin doldurduğu çoğu köksüz ve kültürel safsatalarla ve -sözde- hadislerle yoğurdukları için hakikati göremeyecek, yanlışa "yanlış" diyemeyecek kadar korkak ve körler.
sanıyorlar ki, "kütüb-i sitte" denilen ve islamın kültürel bir mirası olan kitap serisi yeniden analiz edilse, kuran-ı kerime aykırı olan sözler ayıklansa ve bunlar dile getirilse din yıkılacak ve imanlar gidiverecek! bu kadar zavallıca bir düşünce olabilir mi?
imam buhari "sahih adlı kitabımı altı yüz bin hadisten seçtim..." diyen bir âlim. seçtiği hadis sayısı ise 7 bin 275dir! yani buhariye göre 592 bin 725 hadis, hadis değildir! hadis değildir çünkü "altı yüz bin hadisin her biri için iki rekat namaz kıldığını ve ilahî bir işaret aldıklarını kitabına kaydettiğini" iddia etmektedir. böyle bir iddia ile seçtiklerinin hadis diğerlerinin ise problemli olduğunu savunmaktadır.
hoş, böyle bir iddianın tutarlı bir tarafının olmadığı da açıktır esasen. çünkü yapılacak basit bir matematiksel hesap ile; günlük yeme - içme, tuvalet, uyku, banyo ve aslî ibadetlere ayrılacak vakti çıkarttığımızda ayrıca sahihi için çalışmaya başladığı yaşı ve vefat tarihini de göz ününde bulundurduğumuzda geriye kalan vakitler, altı yüz bin hadis için tek tek ikişer rekat namaz kılmasını -zaten- imkansız hale sokmaktadır! ayrıca, namazlardan sonra hafif bir uykuya geçmesi ve allah resulü ile irtibat kurması gerekmektedir -ki bunu da iddia etmiştir kendisi- bu iş için de ayrıca bir vakit gerekmektedir!
iddia etmek kolay, iddianın tutarsızlığını anlamak -görüldüğü üzere- bundan daha kolaydır!
elbette dileyen dilediği söze iman eder, dileyen dilediği gibi yaşar! ancak toplum fertlerinin yaşamlarını etkileyecek ve onların hayatı algılayış şekillerini değiştirecek iddialarda bulunanlara makul ve mantıklı reddiyeler getirmek hakkaniyetin bir gereğidir! hiç kimse, kuran terbiyesinden geçmiş bir aklın ve izânın kabul edemeyeceği safsataları, insanlara "hak" diyerek pazarlayamaz! kuranî akıl ile çelişen safsatalara reddiye getirenleri de "iftiralar" yoluyla susturamaz!
savunulacak ve telif edilecek bir yanı olmayan bu ve benzeri komik ve iğrenç -sözde- hadislerin isbatını, iknâsını yapabilecek yiğit varsa eğer "boş işlerle uğraşmayı" bırakıp meydana çıksın ve göstersin hünerini! değilse, basit iftiralar ve suçlamalarla ancak ve ancak ne tipte insan olduklarını âleme isbat ederler o kadar!
mukallitler bu tarz -sözde- hadisleri telif etme adına; arapçanın zengin bir dil oluşu, kelimenin farklı anlamlara gelişi ve benzeri bir sürü safsatayı ardı ardına sıralayıp "cahil" insanları uyutabilirler. lakin kelime, cümle ve bağlam konularını az-çok bilen ve kafası çalışan bir insan "allah, ahirette peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir" gibi ipe-sapa gelmez bir lafın hiç bir makul açıklama ile telif edilemeyeceğini fark eder, anlar.
bazı mukallitler "kuran-ı kerimde de buna benzer teşbihler var..." diyerek savunmaya çalışsa da bu savununun da geçerliliği yoktur. çünkü kuranda geçen teşbih kavramları, ayet içerisinde akıl ve izan ile telif edilebilecek anlamdadırlar. örneğin "yedullah" yani "allahın eli" kavramı, kuran-ı kerimde geçtiği her yerde "allahın müdahalesi, iradesi" anlamında kullanıldığı açık ve nettir ve kullanıldığı ayetlere "vurgu gücü" kattığı açıktır. ayetin tamamından bu anlaşılmaktadır. lakin "peygamberlerin allahı tanımaması ve tanıyabilmeleri için allahın baldırını açıp göstermesi" ne kuranî akıl ile ne de saf akıl ile telif edilemeyecek bir saçmalıktadır.
çok açık ve net olarak söylüyorum ki, şayet bu söz kütüb-i sittede yer almasaydı ve herhangi bir adam çıkıp da bu "baldır" cümlesini dile getirseydi, dile getiren şahsı "münkir" ve "lain" ilan edecek ilk kişiler, yine şu an delicesine bu sözü savunan mukallitler olacaktı. bundan hiç şüpheniz olması.
mukallitlerin bu sözü savunmasındaki tek sebep "sözün kendisi" değildir! çünkü sözün akıl ve izan ile telifi mümkün değildir. bu sözün mukallitler tarafından kıyasıya savunulmasındaki tek sebep, onların beyinlerine çocukluktan beri kazınan: "dinin sarsılmaz ikinci ana kaynağı kütüb-i sittedir ve kütüb-i sitte aynen kuran-ı kerim gibi yanılmaz ve yalanlanamaz kutsal bir kaynaktır!" safsatasıdır.
korkuyorlar. cehaletin ve inatçılığın en büyük göstergesi ve meyvesi olan korkaklıklarına engel olamıyorlar. akıllarını, çocukluklarından itibaren "kuran-ı kerim" ile değil; hocalarının, şeyhlerinin, melelerinin, liderlerinin ya da ebeveynlerinin doldurduğu çoğu köksüz ve kültürel safsatalarla ve -sözde- hadislerle yoğurdukları için hakikati göremeyecek, yanlışa "yanlış" diyemeyecek kadar korkak ve körler.
sanıyorlar ki, "kütüb-i sitte" denilen ve islamın kültürel bir mirası olan kitap serisi yeniden analiz edilse, kuran-ı kerime aykırı olan sözler ayıklansa ve bunlar dile getirilse din yıkılacak ve imanlar gidiverecek! bu kadar zavallıca bir düşünce olabilir mi?
imam buhari "sahih adlı kitabımı altı yüz bin hadisten seçtim..." diyen bir âlim. seçtiği hadis sayısı ise 7 bin 275dir! yani buhariye göre 592 bin 725 hadis, hadis değildir! hadis değildir çünkü "altı yüz bin hadisin her biri için iki rekat namaz kıldığını ve ilahî bir işaret aldıklarını kitabına kaydettiğini" iddia etmektedir. böyle bir iddia ile seçtiklerinin hadis diğerlerinin ise problemli olduğunu savunmaktadır.
hoş, böyle bir iddianın tutarlı bir tarafının olmadığı da açıktır esasen. çünkü yapılacak basit bir matematiksel hesap ile; günlük yeme - içme, tuvalet, uyku, banyo ve aslî ibadetlere ayrılacak vakti çıkarttığımızda ayrıca sahihi için çalışmaya başladığı yaşı ve vefat tarihini de göz ününde bulundurduğumuzda geriye kalan vakitler, altı yüz bin hadis için tek tek ikişer rekat namaz kılmasını -zaten- imkansız hale sokmaktadır! ayrıca, namazlardan sonra hafif bir uykuya geçmesi ve allah resulü ile irtibat kurması gerekmektedir -ki bunu da iddia etmiştir kendisi- bu iş için de ayrıca bir vakit gerekmektedir!
iddia etmek kolay, iddianın tutarsızlığını anlamak -görüldüğü üzere- bundan daha kolaydır!
elbette dileyen dilediği söze iman eder, dileyen dilediği gibi yaşar! ancak toplum fertlerinin yaşamlarını etkileyecek ve onların hayatı algılayış şekillerini değiştirecek iddialarda bulunanlara makul ve mantıklı reddiyeler getirmek hakkaniyetin bir gereğidir! hiç kimse, kuran terbiyesinden geçmiş bir aklın ve izânın kabul edemeyeceği safsataları, insanlara "hak" diyerek pazarlayamaz! kuranî akıl ile çelişen safsatalara reddiye getirenleri de "iftiralar" yoluyla susturamaz!
savunulacak ve telif edilecek bir yanı olmayan bu ve benzeri komik ve iğrenç -sözde- hadislerin isbatını, iknâsını yapabilecek yiğit varsa eğer "boş işlerle uğraşmayı" bırakıp meydana çıksın ve göstersin hünerini! değilse, basit iftiralar ve suçlamalarla ancak ve ancak ne tipte insan olduklarını âleme isbat ederler o kadar!
"hâşâ" dediğinizi duyar gibiyim. haklısınız. allah mücessem bir varlık değildir ki "baldırı" olsun. lakin sünnilerin, ana kaynaklardan biri olarak gördüğü sahih-i buhari başta olmak üzere müslim ve ibn-i hambelin de kitaplarına aldıkları hadiste geçen "baldır" dır bu baldır!
şöyle ki:
"allah ahirette peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir."
geçtiği kaynaklar: müslim-iman 302; buhari 97/24, 10/29; hanbel 3/1
bu -sözde- hadisi canhıraş bir şekilde savunanlar çıkacaktır. savunanların hemen hepsi de "bu hadiste teşbih sanatı var" diyeceklerdir. işin vahim tarafı, teşbih sanatının ne için kullanıldığını bilmeyen bu mukallit softa takımı, sırf kuran-ı kerimin yanına buhari-i kerim adında bir "kutsal kitap" daha ekleyebilmek adına bu -sözde- hadiste allaha atılan iftirayı kıyasıya savunacaktır. bu mukallit zavallılarla işim olmaz. derdim az biraz aklı olan ve "islamı gerçek anlamda öğrenmek" isteyenlere önlerine çıkacak şeytanî tuzakları göstermektir.
yukarıdaki uyduruk söz, ne dünya hayatına ne de ahiret hayatına katkı sağlamayan; ancak ve ancak allaha iftira etmeyi ve dinle alay etmeyi amaçlayan bir sözdür.
bu hakikati görmek ve seslendirmek hakkaniyetin bir gerekğidir!
şöyle ki:
"allah ahirette peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir."
geçtiği kaynaklar: müslim-iman 302; buhari 97/24, 10/29; hanbel 3/1
bu -sözde- hadisi canhıraş bir şekilde savunanlar çıkacaktır. savunanların hemen hepsi de "bu hadiste teşbih sanatı var" diyeceklerdir. işin vahim tarafı, teşbih sanatının ne için kullanıldığını bilmeyen bu mukallit softa takımı, sırf kuran-ı kerimin yanına buhari-i kerim adında bir "kutsal kitap" daha ekleyebilmek adına bu -sözde- hadiste allaha atılan iftirayı kıyasıya savunacaktır. bu mukallit zavallılarla işim olmaz. derdim az biraz aklı olan ve "islamı gerçek anlamda öğrenmek" isteyenlere önlerine çıkacak şeytanî tuzakları göstermektir.
yukarıdaki uyduruk söz, ne dünya hayatına ne de ahiret hayatına katkı sağlamayan; ancak ve ancak allaha iftira etmeyi ve dinle alay etmeyi amaçlayan bir sözdür.
bu hakikati görmek ve seslendirmek hakkaniyetin bir gerekğidir!
ak parti on yıla yaklaşan iktidar döneminde fazlasıyla yıprandı ancak bu yıpranmışlık ak partinin sonunu hazırlayacak derecede bir yıpranmışlık değildir. bunun iki nedeni var. birincisi ak parti bu on yıl içinde bir hata yaptıysa buna mukabil üç güzel iş ile bu hataları telafî etmeyi başardı. işte bu güzel işlerin ak partiye kazandırdığı kredi, büyük bir ihtimalle onu yeniden tek başına iktidar yapacaktır. ikincisi ise hal-i hazırda ak partinin alternatifi yoktur. ne, kılıçdaroğlunun yeni chpsi; ne de bahçelinin mhpsi ak partiye alternatif olabilecek durumdadır. bu partiler dışında herhangi bir oluşum da yakın planda oluşacak gibi görülmemektedir.
kısacası gerek yerel seçimlerde gerekse genel seçimlerde -şu an için- en güçlü parti ak partidir.
son günlerde artan terör olaylarının, suriye krizinin, bdpnin ak partiyi daha fazla yıpratmak ya da bitirmek amacıyla giriştiği sarmaş - dolaş ihanet oyununun ya da ekonomik durgunluğun ak partinin sonunu hazırladığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz! neden mi?
başbakan erdoğan için bu yukarıda sıraladığımız sorunları normale sokmak çok basit. şimdilik sadece bekliyor. toplumun "kurtarıcı mesih" nişanını kendisine vereceği en uygun zamanı bekliyor. herkesin "artık sonumuz geldi" dediği noktada abd, rusya ve arap birliği ile yapılacak olan -ki abd ile başladı- güzel pazarlıklar sonucu türkiyede terör durulacak, suriye krizi çözülecek ve bdp kapatılarak halkın içine su serpilecektir.
kısacası gerek yerel seçimlerde gerekse genel seçimlerde -şu an için- en güçlü parti ak partidir.
son günlerde artan terör olaylarının, suriye krizinin, bdpnin ak partiyi daha fazla yıpratmak ya da bitirmek amacıyla giriştiği sarmaş - dolaş ihanet oyununun ya da ekonomik durgunluğun ak partinin sonunu hazırladığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz! neden mi?
başbakan erdoğan için bu yukarıda sıraladığımız sorunları normale sokmak çok basit. şimdilik sadece bekliyor. toplumun "kurtarıcı mesih" nişanını kendisine vereceği en uygun zamanı bekliyor. herkesin "artık sonumuz geldi" dediği noktada abd, rusya ve arap birliği ile yapılacak olan -ki abd ile başladı- güzel pazarlıklar sonucu türkiyede terör durulacak, suriye krizi çözülecek ve bdp kapatılarak halkın içine su serpilecektir.
gerçekten dobra olan insan bu cümle ile karşısındakine aptal muamelesi yapmaz. bu cümleyi kullananların kahir ekseriyeti "ben bir öküzüm" diyemediklerinden bu cümleye sığınırlar.
allahın yol, yordam, izan, incelik bilmeyen yarması; olur - olmaz zamanlarda; yerli yersiz laf eder... ardından da "ben çok dobrayım" diyerek ortaya bıraktığı necasetin üstüne tüy diker.
sen "dobra" dedin ama bu "kobra" çıktı emmioğlu! ne iş?
ya "hayır" konuş ya da "sus"... lütfen!
allahın yol, yordam, izan, incelik bilmeyen yarması; olur - olmaz zamanlarda; yerli yersiz laf eder... ardından da "ben çok dobrayım" diyerek ortaya bıraktığı necasetin üstüne tüy diker.
sen "dobra" dedin ama bu "kobra" çıktı emmioğlu! ne iş?
ya "hayır" konuş ya da "sus"... lütfen!
buhari, hadisleri kitabına yazarken sahih olmaları konusunda allaha danışmış olduğu garantisini vermektedir.
bu hususla ilgili olarak şöyle demiştir: "herhangi bir hadisi sahihe dahil etmezden önce yıkanıp iki rekat namaz kılarak, allaha istihârede bulunup manevi bir işaret aramış, ondan sonra hadisin sıhhatine hükmettim. bu şekilde sıhhati nazarımda sübût bulmayan hiçbir hadisi sahihe almadım".
ayrıca sahihini 16 yılda altı yüz bin hadisten seçerek tekrarlarıyla birlikte 9082 hadis yazdığını iddia etmiştrir.
şöyle bir hesap yaparsak bu sözlerin herhangi bir gerçeği ifade etmediği ortaya çıkar:
altı yüz bin hadis için, altı yüz bin defa yıkandığını ve her bir hadis içinde iki rekat namaz kıldığını söylemekle, böylece (600000:16):365=103 kere her gün yıkanmıştır.
ayrıca (600000x2):(16x365)=205 rekat namaz kılmıştır.
her rekatı üç dakika da kılsa 3x205=605 dakika, bu da yaklaşık on saat demektir.
günde 103 kere yıkanıp on saat namaz kıldığını ve bunu 16 sene devam ettirdiğini iddia etmek ciddiyetten uzak bir iddiadır.
zira değil günde 103 kere yıkanmak, hiç uyumasa bile en az "saatte" dört defa giyinip soyunması gerekmektedir.
bu hususla ilgili olarak şöyle demiştir: "herhangi bir hadisi sahihe dahil etmezden önce yıkanıp iki rekat namaz kılarak, allaha istihârede bulunup manevi bir işaret aramış, ondan sonra hadisin sıhhatine hükmettim. bu şekilde sıhhati nazarımda sübût bulmayan hiçbir hadisi sahihe almadım".
ayrıca sahihini 16 yılda altı yüz bin hadisten seçerek tekrarlarıyla birlikte 9082 hadis yazdığını iddia etmiştrir.
şöyle bir hesap yaparsak bu sözlerin herhangi bir gerçeği ifade etmediği ortaya çıkar:
altı yüz bin hadis için, altı yüz bin defa yıkandığını ve her bir hadis içinde iki rekat namaz kıldığını söylemekle, böylece (600000:16):365=103 kere her gün yıkanmıştır.
ayrıca (600000x2):(16x365)=205 rekat namaz kılmıştır.
her rekatı üç dakika da kılsa 3x205=605 dakika, bu da yaklaşık on saat demektir.
günde 103 kere yıkanıp on saat namaz kıldığını ve bunu 16 sene devam ettirdiğini iddia etmek ciddiyetten uzak bir iddiadır.
zira değil günde 103 kere yıkanmak, hiç uyumasa bile en az "saatte" dört defa giyinip soyunması gerekmektedir.
istisnasız her çocuğun maruz kaldığı eğitimdir.
bir yönüyle "kaçınılmaz çocuk istismarıdır" diğer yönüyle "yaşamın doğal sürecinin doğal bir parçasıdır". hangi görüş, din, izm, mezhep ya da fikir olduğu farketmez... çocuğu, -tercih etme imkanından mahrum olduğu- sabitelerle yetiştirmek "masum" değildir fakat aynı zamanda da "kaçınılmaz"dır!
henüz çocuk sahibi olmamış dolayısıyla "evlat yetiştirme" kaygısını taşımayanların ya da ergenlik psikozlarıyla duygu ve düşünce dünyası kaos yaşayan klavye şovalyelerinin sıkı sıkıya eleştirdiği bu konu, çocuğu olan kişiler için "aşılması gereken zor süreç"lerden biridir.
her aile ve dolayısıyla her toplum inandığı değerlerle büyütür çocuğunu. bu ister dinî değer olsun, ister felsefî isterse dünyevî bir ideoloji olsun, farketmez; istisnasız her aile çocuğuna kendi değerlerini ve kutsallarını aşılar. "ben yapmayacağım" diyenler ise insana "bekâra karı boşamak..." atasözünü hatırlatır.
ailenin ve toplumun "doğal zorunluluk" nedeniyle yeni nesillere ideolojik eğitim vermesi -bir yönüyle- elbette tehlikelidir fakat devlet eliyle, sistemli ve organizeli bir şekilde yapılan ideolojik eğitimin yeni nesillere verdiği zarar daha büyüktür.
devletler, uyguladıkları bu sistemli ideolojik eğitimi "devletin bekası" gibi bir bahanenin ardına gizleyerek masum gösterirler fakat gerçek hiç de böyle değildir. zira, devleti kuran millet ile yönetimi ele geçiren kesim her zaman aynı duygu ve düşünceyi paylaşmamaktadırlar. dolayısıyla, milletin onaylamadığı ideoloji ya da ideolojiler yeni nesle -milletten sağlanan maddi kaynaklar kullanılarak- empoze edilmektedir.
bir yönüyle "kaçınılmaz çocuk istismarıdır" diğer yönüyle "yaşamın doğal sürecinin doğal bir parçasıdır". hangi görüş, din, izm, mezhep ya da fikir olduğu farketmez... çocuğu, -tercih etme imkanından mahrum olduğu- sabitelerle yetiştirmek "masum" değildir fakat aynı zamanda da "kaçınılmaz"dır!
henüz çocuk sahibi olmamış dolayısıyla "evlat yetiştirme" kaygısını taşımayanların ya da ergenlik psikozlarıyla duygu ve düşünce dünyası kaos yaşayan klavye şovalyelerinin sıkı sıkıya eleştirdiği bu konu, çocuğu olan kişiler için "aşılması gereken zor süreç"lerden biridir.
her aile ve dolayısıyla her toplum inandığı değerlerle büyütür çocuğunu. bu ister dinî değer olsun, ister felsefî isterse dünyevî bir ideoloji olsun, farketmez; istisnasız her aile çocuğuna kendi değerlerini ve kutsallarını aşılar. "ben yapmayacağım" diyenler ise insana "bekâra karı boşamak..." atasözünü hatırlatır.
ailenin ve toplumun "doğal zorunluluk" nedeniyle yeni nesillere ideolojik eğitim vermesi -bir yönüyle- elbette tehlikelidir fakat devlet eliyle, sistemli ve organizeli bir şekilde yapılan ideolojik eğitimin yeni nesillere verdiği zarar daha büyüktür.
devletler, uyguladıkları bu sistemli ideolojik eğitimi "devletin bekası" gibi bir bahanenin ardına gizleyerek masum gösterirler fakat gerçek hiç de böyle değildir. zira, devleti kuran millet ile yönetimi ele geçiren kesim her zaman aynı duygu ve düşünceyi paylaşmamaktadırlar. dolayısıyla, milletin onaylamadığı ideoloji ya da ideolojiler yeni nesle -milletten sağlanan maddi kaynaklar kullanılarak- empoze edilmektedir.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?