haberin var mı taş duvar, demir kapı, kör pencere, yastığım, ranzam, zincirim, uğruna ölümlere gidip geldiğim, zulamdaki mahzun resim, haberin var mi? görüşmecim, yeşil soğan göndermiş, karanfil kokuyor cigaram dağlarına bahar gelmiş memleketimin...
...
bilmezler nasıl aradık birbirimizi, bilmezler nasıl sevdik, iki yitik hasret, iki parça can. çatladı yüreği çakmaktaşının, ağıyor gök kuşaklarının serinliğinde çağlardır boğulmuş bir su... ağıyor yeşil.
birçoğunun saçma hatta gülünç olduğu efsanelerdir. işte bir tanesi;
bir sümer ilahisinde, en güçlü tanrı enlil göğü yerden ayırır. " canlı bedenin yetiştiği yerde" ilk insanlar tıpkı bitkiler gibi topraktan biter ve enlil bundan hoşnut kalır. diğer tanrılar yeni filiz veren insanları görünce, hayranlık dolu bakışlarla enlil’e yalvararak, ondan kendilerine hizmet edecek ve ihtiyaçlarını karşılayacak insanlar yaratmasını ister. ana tanrıça ninmena hükümdarlar yaratır ve böylece insanlığa düzen getirir. ayrıca insanların ürüme yoluyla çoğalmasını mümkün kılar.
eski ve yeni kuşak çatışmasının diyaloglarla anlatıldığı şahane turgenyev eseri. ayrıca yeni kuşağın ilk bolşevikleri temsil ettiği de bir gerçektir. -----------------------------spoiler---------------------------- pavel patroviç:
-insan kendi değerini bilmez, kendisine karşı saygı göstermezse – ki bu duygular bir asilzadede gelişmiştir- hiçbir toplum kurumu sağlam bir temele oturtulamaz. hiçbir kamu malı, hiçbir toplumsal yapıt meydana getirilemez. çok iyi biliyorum ki, mesela siz benim alışkanlıklarımı, giyimimi, hatta tertipliliğimi gülünç buluyorsunuz. ama büyün bunlar benim kendi kendime olan saygımdan ileri geliyor... aynı zamanda, bir sorumluluk, bir ödev duygusundan... ben köyde, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde oturuyorum; ama, gene de kendimi bırakmıyorum: bir insan olarak kendime karşı saygı duyuyorum!
bazarov:
-bakın kendinize saygı duyduğunuzu söylüyorsunuz ama, kollarınızı kavuşturmuş, hiçbir iş yapmıyorsunuz: bunun o kamu malına ne faydası var? siz kendi kendinize karşı saygı duymasaydınız, gene aynı şey olacaktı, öyle değil mi ?
1862- 1918 yılları arasında yaşamış avusturyalı ressam. klimt en önemli viyana ressamı olup, eserleri dönemine göre orijinal ve farklıdır. aynı zamanda eski ve tabu olmuş şeylerden kopmak istemektedir. eserlerinde kendi kişiliğini ve o zamanın viyanasını anlatır. en göze çarpan şey ise tabloların çoğunda kadın kullanımıdır ve genellikle eller duyarlı, naif; yüzler ise saklanmış durumdadır. bu klimtin doğrudan duyguyu vermektense, izleyiciyi daha derin duygulara götürmek istemesinden kaynaklanmaktadır.
ingilizceye barefoot gen, türkçeye ise yalınayak gen olarak çevrilen, keiji nakazawa tarafından yazılmış 4 ciltlik bir mangadır. filmleri ise sırasıyla, 1983 ve 1986 yıllarında çekilmiştir.
yapıt, hiroşima’ya ve nagazaki’ye atılan atom bombalarının öncesi ve sonrasında geçmektedir. aynı zamanda o dönemin japonyası hakkında da bilgiler vermektedir. baş karakter olan gen’in - ki kendisi keiji nakazawa’dır- gözünden savaşın tüm kötülükleri gözler önüne seriliyor. 1980leri düşündüğümüzde anime olarak da bir o kadar başarılıdır. sanırım bu link, ne demek istediğimi çok daha iyi anlatacak:
eski zamanlarda hint imparatoru, satranç oyununu pers imparatoruna, yanında bir mektup ile hediye olarak göndermiş. ve aşağıdaki mesajı geçmiştir;
kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyor ise o kazanır. işte hayat budur...
pers imparatoru veziri büzür merih e bu mesajı göstermiş ve ondan oyunu analiz etmesini ve kendisinin de bu hediyeye karşılık olarak hint imparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini istemiş. vezir uzun bir analiz döneminin ardından nihayet çalışmalarına başlayarak 10 günde "tavla" yı icat edip imparatora takdim etmiş. hint imparatoruna tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere aşağıdaki mesaj yazılmıştır;
cevap notu; evet, kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyor ise o kazanır. ama biraz da şanstir. işte hayat budur...
ayrıca dişime göre bir rakip bulsam, daha fazla oynayacağım, hiç bıkmayacağım oyun. ama hep yen, hep yen nereye kadar ?
gerçekleştiği vakit, kendimi dünyada tek kalmışım, yalnızlaşmışım gibi hissediyorum. ya başıma bir iş gelirse, ya bir şey olursa diye düşünmeden alamıyorum kendimi. e beni arayan bulamayacak, ben zaten arayamam. hele biriyle buluşacaksam yediğim küfürler de cabası.
aslında bu gibi durumlarda şunu fark ediyorum ki gitgide bağımlı oluyoruz teknolojik aletlere. neyse, sosyolojik çözümlemeleri bir kenara bırakırsak, en iyisi kimseyi üzmeden, kendini üzmeden her gün telefonun şarjını kontrol etmek anacım.
türkçeye "görünmez canavarlar" olarak çevrilen bir chuck palahniuk eseri. kitap başta estetik değerler olmak üzere; toplumsal değerleri, aile yapısını ve "kimlik krizi"ni ele alıyor.
shannon ve brandy alexander üzerinde dönen kitap, zıt gibi görünen iki karakterin, nasıl ortak paydada buluştuğunu, bir süre sonra aslında aynı olduklarını gözler önüne seriyor. daha fazla spoiler vermek istemiyorum ama son olarak:
sanırım show tvnin yayın hayatı boyunca yaptığı en saçma program. yemekteyizde en azından insan iki üç yemek tarifi öğrenebiliyordu. bu yarışma kime ne yarar sağlıyor, anlamış değilim. neyse, format ise kısaca şöyle, bir sürü genç- yaşlı ablalarımız, kendi seçtikleri kıyafetleriyle podyuma çıkıyor. jüri üyeleri de bunu değerlendiriyor. kazanan yarışmacı da 100.000 lira alıyor.
dün oturdum ve bayağı izledim, sonuç olarak jüriye yalakalık yapanlar mı, seda sayan edasında bacımlı konuşmalar mı, annem hasta deyip ağlayanlar mı dersin, hepsi vardı. aslında düşündümde bu program tüm programların birleşmiş hali galiba.
mümkünse bu yaz kullanacağım sitedir kendisi. en kötü yanı ise, - elin adamında kalıyorsun, ya sapık çıkarsa? tarzı sorulara maruz kalmaktır. sanılanın aksine ilk önce bu sitede "referans" denen bir olay var. bir kişiyi eklerken, ne zaman, nerede, nasıl tanıştığına kadar sorular soruluyor. teklif gönderdiğin insan da aynı şekilde bu sorulara yanıt vermek zorunda. iki taraf da hemen hemen aynı şeyleri yazdığı zaman couchsurfing isteğiniz onaylanabiliyor. yani farklı hesaplar açıp, kendini onaylatmak, bir sürü referans yazmak o kadar da kolay bir iş değil. elbette ki şanssız olan insanlar vardır. mümkünse olumlu referans almış ve bol fotoğraflı - özellikle evin fotoğraflarını içeren- profiller seçilmeli. bakalım artık, deneyip göreceğiz.
acı besinler bağırsak sistemini çalıştırır, yani kısaca sık sık tuvalete gidersiniz. pepper time, red pepper gibi zayıflama ürünlerinin de tutma nedeni budur aslında. sırf acı yiyerek bir haftada 10 kilo verebilirsiniz ama kaybettiğiniz şey sadece sudur. adamlar o kadar araştırma yapmış diyeceğim ama onlara göre her şey zayıflatıyor anasını satayım. maydonozundan tutun sirkeye, limona kadar.
ankaraya gidip de sevmeyenlere bir çift lafım olacak. e arkadaş sen kalkıp hep görüştüğün, yakın olduğun insanlarla, güzelim istanbuldan ankaraya gidersen elbette bişey bulamazsın o beton şehirde. bir kenti kent yapan şey de içindekilerdir biraz da olsa. hele bi sevdiğin insanlar olsun orada, bak bakalım ne kadar değerli oluyor o ankara. şahsen gün saydığımı bilirim.
bence küfüre en çok yakışan sözcüktür. böyle anlamı yumuşatan, hem sevgi dolu hem de sert olabilen yegane kelimedir. muhabbeti bile mevcuttur. neyse bok sevgimi daha fazla dışa vuramayacağım.
kökeni sibiryaya dayanan, kızak köpeğidir. teorik bilgilerinden çok, kişisel görüşlerim ise şöyledir: lider ruhu sebebiyle asla ama asla söz dinlemezler, eğer dışarı çıkmak istiyorlarsa, hangi saat olursa olsun, ulumaya, ağlamaya başlayıp siz onu dışarı çıkarana kadar susmazlar, şımarıklardır yani azıcık ya da ben onu şımarttım, orasını bilemiyorum. eğer gitmek istediği bir yer varsa, illa oraya gidecektir. gitmezseniz yolun ortasında otururlar ve sizi yarım saat kadar bekletebilirler, eğer siz de inatçıysanız sabaha kadar yolu var diyeyim.
iyi özelliklerine gelince, hayatınızda bulup bulabileceğiniz en sevimli, zeki ve iyi huylu hayvanlardır diyebilirim.sahiplerine o kadar düşkündürler ki, evde olmadığınız zaman yemeden, içmeden kesilebilirler. şımarıklıklarını, nazlanmalarını ve yaramazlıklarını, o güzel ve sevimli yüzleri sayesinde hemen göz ardı edebilirsiniz. yemek yemeye de pek düşkündürler. hatta mamasından çok ev yemeği yerler.
6. senemizdeyiz, onunla birlikte büyüdüm diyebilirim. uyarı niteliğinde söyleyeyim, bir samoyed alırken çok iyi düşünün, çok sevimliler gerçekten ama eğitilmeleri çok zor. hele sıcak iklime sahip yerlerde oturuyorsanız, iki kere düşünün.
antalyaya bağlı,tarihiyle doğasıyla insanlarıyla bambaşka bi yerdir kaş. ilk defa geçen sene gitmiştim, ilk izlenimim - eh pek bir küçükmüş burası, neyse fethiyeye geçeriz bari, olmuştu. sonuç ise o tatilimde 2 kere biletimi erteletip, bi türlü dönememem ve aynı yıl içinde 2 kere daha gitmemle sonuçlanmıştır.
sanılanın aksine, burası kurtarılmış bölgedir. antalya profilinden çok uzak mekanlarıyla -mavi,köprü6, echo, barcelona- müziğin en kalitelisini dinleyebilirsiniz. ayrıca echo barda sarp maden, bülent ortaçgil, özge fışkın ve aklan akdağ gibi isimler çıkıyor.
he param yok diyorsanız duvara oturup içkinizi içebilir,acıktığınızda şengül ablanın gözlemelerinden yiyebilirsiniz.
denizi de çok güzeldir,mavinin türlü tonunu görebilirsiniz.dalış imkanı da mevcuttur.
ister pansiyonda, ister otelde isterseniz çadırda kalın, alacağınız zevk aynıdır. şimdi marinası açıldı, bir bodruma dönüşmesinden çok korkuyorum. dedim ya benim için özel diye. bir an önce, kaş çok değişmeden, yapısını bozmadan gidiniz, görünüz.
sözlükte boş yere database kaplayan bilgiçlere laf söyleniyor, sonra da neden kimse üye olmuyor, neden kimse sözlüğe yazmıyor. ya fazla alınganım ya da gerçekten bir mantık hatası var.
bırakın isteyen üye olsun, yazsın, istemeyen yazmasın. iş üçün beşin hesabına gelince böyle oluyor sanırım.
iyi insan, hoş insan, hem yeraltı edebiyatı da seviyor. ama sanırım sözlükte gece geç vakitlere kadar durmamdan pek hoşlanmıyor. eh madem öyle (bkz: kafama sıkar giderim)