1954 yılında ankara’da doğan sanatçı, istanbul devlet konservatuarı klasik türk sanat müziği bölümünden mezun oldu. enstrüman ustası olan oğur, ud, tanbur, bağlama, cümbüş ve keman gibi geleneksel çalgıları başarıyla çalmaktadır. doğu anadolunun folk müziği ve aşık veysel gibi ozanların şarkılarıyla büyüyen sanatçı, 1960larda jimi hendrixi dinledi ve bu, yeni bir müzikal deneyimin başlangıcı oldu. perdesiz elektrikli gitarın pasajları üzerinde kayma ve çeyrek tonların çalınmasına olanak tanıdı.
müzik hayatına 1980 yılında çeşitli sanatçılara eşlik ederek başladı ve ilk albümü "fretless"i 1994 yılında almanyada çıkardı. bu albüme birkaç ilave ile 1996 yılında türkiyede "bir ömürlük misafir" adlı albümünü yayınladı ve aynı yıl eşkıya filminin müziklerini yaptı. bu albümünden sonra "gülün kokusu vardı" (1998), "hiç" (1999), "anadolu beşik" (2000) ve en son albümü olan fuad’ı (2001) müzikseverlere sundu.
türkiyenin en özgün müzisyenlerinden birisi olan oğur, içlerinde perdesiz gitarın da bulunduğu birçok gitar ve telli çalgıları kendisi, kendi amaçları doğrultusunda üreten büyük sanatçılardan birisidir. sanatçı, müziğe yalnız türkiyede değil dünya çapında da farklı zevkler ve tınılar getirdi.
anadolu ezgilerindeki hümanizmi, sufice bilgeliği, erdem arayışını yansıtan albümler yapan başarılı sanatçı, türkiye dışında bir çok festivallere katıldı ve bir çok değerli cazcılarla sahneye çıkıp kayıtlar gerçekleştirdi. türk folk müziğinden yola çıkarak bu müziğe büyük katkılar sağladı
kimkimdir.gen.tr
kimdir neşet ertaş? sarısözenin tabiri ile bir zamanlar sadece ve sadece "kırşehirli mahalli sanatçı" olarak bilinen neşet ertaşı binlerce, hatta milyonlarca saz çalıp türkü söyleyen diğerlerinden ayıran nedir? onun sazımn ve sesinin insanı büyüleyen sırrı nereden gelmektedir? neredeyse yarım asra varan bir süreden beri gerçek anlamda gönül telimizi titreten, ruhumuzu ürperten bu esrarlı sesin, sazın ve yorumun arka planında neler ve kimler vardır? sazı gümbür gümbür ses veren, adeta davula eslik edercesine sazının göğsünde pençesiyle sesler çıkaran, hep samimi ve kendi halinde yüreğinin acılarını ve kendi iç gurbetlerini seslendiren; hiç bir medyatik tutumu olmayan, kalabalıklardan ve şöhretten adeta köşe bucak kaçarak pek ortalıklarda görünmeyen; mezhep, parti ve etnik kimlik çağnsımlanna pirim vermeyen, sazından, sözünden ve sesinden gayri hiç bir şeyden medet ummayan bu "garip" insanı tanımak kadar tanımlamak da gerçekten zor. ayaklarının altındaki toprağın renginden, kokusundan haberdar olan, bastıkları yeri az çok tanıyan, yürekleri hep türkülerle birlikte atanlar için neşet ertaş, belki de tam bir "yaşayan efsane"; meçhul, uzak, esatiri ve sırlarla dolu... neşet ertaşın bir iki cümlede özetlenebilecek resmi biyografisi bize belki sadece ipuçları verebilir. onun "1938 yılında kırtıllar köyünde döneden doğma muharrem ertaşın oğlu" olduğunu; kırşehir, yozgat ve keskinin çeşitli köylerinde geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarının ardından, 15 yaşında çıktığı gurbet hayatinin hala devam etmekte olduğunu bilmenin fazla bir anlamı olmayabilir. neşet ertaşı tanımak, asıl onun ruh ve gönül macerasım bilmeyi gerektirir ki burada hemen karşımıza, neşet ertaşla en rafine üslubuna kavuşan orta anadolu abdal müziği geleneğinin gelmiş geçmiş en büyük ustalanndan olan babası muharrem ertas karşımıza çıkar. işte neşet ertaş, babası muharrem usta ile adeta anadoludaki en olgun seviyesine erişen bu türkmen/abdal müzik birikiminin yeni bir yorumcusudur. yoğun yöresel özellikleri ve baskın mahallilik unsurları ile donanmış bu müziği yöresinin dışına çıkarmış, ülke genelinde ve hatta yurt dışında bilinmesini ve tanınmasım sağlamıştır. 1960lardan itibaren binlerce yıllık sazımız bağlama ile birlikte anılan; sadece geniş halk kesimlerinde değil, ciddi musiki çevreleninin ve gerçek türkü dostlarının da gündeminden hiç düşmeyen neşet ertaşı farklı bir bağlamda değerlendirmek gerekiyor- çünkü o aslında bir anlamda tam bir yöre sanatçısı olmasına rağmen yaygın şöhreti ve söylediği türkülerin popülaritesi ile ülke genelinde tanınan biri olarak, hem babası muharrem ertaştan, hem de bu geleneğin diğer usta isimleri olan hacı taşan ve çekiç aliden de ayrılır. bir başka söyleyişle onun sanatı için, başta muharrem usta olmak üzere. hacı taşan, çekiç ali ve abdal/türkmen müziği geleneğinin çeşitli yörelerde farklı tavır ve üsluplarda karşımıza çıkan diğer ustaları da dahil olmak üzere hepsinin üst seviyede bir sentezi ve esrarlı bir bileşkesi denilebilir. neşet ertaşın sanatı hayatı ile hayatı sanatı i1e o kadar içice ki, çalıp çığırdığı türkü ve bozlaklarında bütün bir hayat hikayesini bulmak mümkün olduğu gibi, hayatına yakından baktığımızda da o içli türkülerin, acılı bozlakların nelerden nasıl doğduğunun ipuçlarını elde ederiz hemen. onun yokluk, yoksulluk ve acılarla dolu hayatım "garip" mahlasıyla yazdığı koşma tarzında usta işi şiirlerle anlattığı ozan yönünü yıllarca kimse farketmedi bile. babasından tevarüs ettiği geleneksel ve anonim türkülerin, bozlakların dışında, sözleri kendisine ait türküler, bozlaklar söylediğini de farkeden olmadı yıllarca. sözü ve müziği ile, anonim türkülerdeki erişilmez sadeliği ve estetik seviyeyi yakalayan sayısız türkünün, bozlağın altına attığı mütevazı imzasını kimselere söylemedi bile. neşet ertaş o büyük yaratıcı yeteneği ile okuduğu her eseri yeni baştan öyle bir yorumlar, ona öyle bir ruh ve hava verir ki, adeta yeni bir beste ile karşı karşıya olduğunuzu dahi sanabilirsiniz. bu durumu, yeteneği, kültürü ve birikimi oldukça sınırlı sığ ve sıradan sanatçıların yorum adına yaptıkları "dejenerasyon" ile karıştırmamak gerekir. çünkü neşet ertaş kendisine ait olmayan bir türküyü bi1e öyle bir okur ve yorumlar ki, o türkü o şekliyle yıllar öncesine ait bir neşet ertaş türküsü gibidir artık. olağanüstü denilebilecek yeteneği, geleneğe hakimiyeti, gelenekten kopmadan yeniye bağlılığı, yeni zamanların modern zevk ve eğilimlerini gözeten diri ve uyanık tecessüsü ile neşet ertaş, hep gündemde kalmış bir sanatçıdır. o, ismi bağlama ile özdeşmiş ve adeta bu dünyaya türkü söylemek için gelmiş gerçek bir türkü ustası... türküyü bağlamaya, bağlamayı türküye bu kadar yakınlaştıran ve yaklaştıran, adeta birbirlerinin içinde -kendisi ile birlikte- eritip yok eden ikinci bir sanatçı bulmak öyle sanıldığı kadar kolay olmasa gerek. neşet ertaşın sanatı; müziğin özünü, ruhunu kavrayan birinin, hiç bir yapmacıklığa tevessül etmeden, olduğu gibi kendini, kendi özünü ve hissettiklerini saza, söze dökmesidir.
kimkimdir.gen.tr
kimkimdir.gen.tr
+necla ezana 5 dakika var başlamasak mı??
-aman haydar şimdiye kadar geçtin de sanki 5 dakikayı...
-aman haydar şimdiye kadar geçtin de sanki 5 dakikayı...
+merhaba houstin mi?
-hayır houston.
+a pardon yanlış aramışım.
-hayır houston.
+a pardon yanlış aramışım.
+ne oldu gözüne bişey mi kaçtı?
-hayır duygulandım ve ağlıyorum bi itirazın mı var?
+haa . yok ben de gözüne bişey kaçtı sandım.
-hayır duygulandım ve ağlıyorum bi itirazın mı var?
+haa . yok ben de gözüne bişey kaçtı sandım.
(bkz: laughed out loudly)
(bkz: entry silip pis pis sırıtmak)
(bkz: kunteper canavarı)
can dündar´dan syd barrett üzerinden pink floyd hakkında bir yazı:
o hüzünlü gitar soloyu ilk duyduğumda 15’imde olmalıyım.
gitarın açtığı yoldan bir bateri atak yapıyor, sonra bir çığlık, ağır melodik motiflerle ilerleyen parçayı yırtarcasına yükseliyordu:
"hatırlıyor musun, gençliğinde güneş gibi parıldardın/
şimdi semada kara deliklere benziyor bakışların/
patlat kendini çılgın elmas / haydi gel ve parılda!.."
kimbilir kaç uykusuz gecenin ortağıydı, kapağında yanarak el sıkışan adam olan bu albüm; kaç ayrılık kabusunun, kaç kavuşma hasretinin yoldaşıydı.
"şimdi aynı akvaryumda yüzen iki yitik ruhsuz yalnızca/
yıllar yılı aynı eski toprakları aşındırarak ne bulduk ki?
aynı eski korkulardan başka... / burada olsaydın keşke..."
* * *
şarkıya ilham veren adamın gerçek öyküsünü nice sonra öğrendim. (pink floyd, stüdyo imge, 1996)
adı; syd barret’ti.
cambridge lisesi’nden arkadaşı roger waters’la okul çıkışı, burs paralarını barlarda harcar, geceleri motor yarıştırır, sonra uyuşturucu ve seks için eve kapanırlardı.
o yıllarda bir yandan gitar çalmayı öğreniyor, bir yandan da rolling stones dinleyip, ilerde kuracakları grubu hayal ediyorlardı.
20 yaşına gelince hayalleri gerçek oldu.
syd gitar, roger bas çalıyor, aynı liseden rick wright klavyede, nick mason davulda oturuyordu.
gruba isim ararken syd, hayran olduğu iki cazcının, pink anderson’la flyod council’in adlarını birleştirmişti.
pink floyd böyle doğdu.
* * *
ilk albümde tüm sözleri syd barrett yazmıştı. yan yana düşen çılgın sözcüklerden şaşırtıcı mısralar oluşturan inanılmaz sözlerdi bunlar...
syd bir dahiydi; ama fazla "uçmaya" başlamıştı. güne, kahvesine acid atarak başlıyor, günde 3 - 4 kez tribe giriyordu.
cromwell yolunda harabe bir evde, pink ve floyd adında, kendisi gibi acid düşkünü iki kedi ve bir sürü insanla birlikte yaşıyordu.
1967’de çevresine bir "duvar" ördü ve hepten içine kapandı.
katıldıkları tv programlarında boş bakışlarla oturuyor, konserlerde saatlerce aynı akorları basıyordu.
sonunda 1968’de, adını verdiği ve ilk albümünün bütün sözlerini yazdığı gruptan kovuldu.
pink floyd, "çılgın dahi"sini kaybetmişti.
* * *
annesi syd’i bir sanatoryuma yatırdı. 8 yıl orada kaldı. bütün gün televizyon karşısında oturup şişmanlıyordu.
o, hayattan koparken, pink floyd şöhrete kavuştu. dark side of the moon’la hepten patlamışlardı.
1975’te yeni bir albüm için abbey road stüdyosuna girdiklerinde tuhaf bir şey oldu. hep önce müziği yapıp, sonra üzerine söz yazdıkları halde bu kez david’in hüzünlü gitar solosunu duyan roger, syd için bir şarkı yazmak istedi "keşke burada olsaydın" döküldü dilinden...
sonrasını rick wright anlatıyor:
"stüdyoya geldiğimde kanepede şişman, iri yarı, kel bir adam oturuyordu. miksaj masasında çalışmaya başladık. roger’e adamın kim olduğunu sordum, bilmediğini söyledi. 45 dakika sonra aniden bu adamın syd barrett olduğunu fark ettim. yıllardır onu görmemiştik ve tam kendisi için yazılan bir parçanın vokallerini kaydederken çıkagelmişti. dişlerini fırçalayıp yanımıza geldi:
’- peki ben gitar kayıtlarını ne zaman yapıyorum?’ diye sordu.
’- üzgünüz syd, gitar kayıtları yapıldı’ dedik."
roger waters ise o günü şöyle hatırlıyor:
"karşımda iri, şişman, delirmiş bir adam vardı. üstelik tam ’keşke burada olsaydın’ı kaydederken gelmişti. gözyaşlarımı tutamadım. syd tutkulu insanların yok oluşunun en uç noktasını simgeler. modern hayatın hüznüyle ancak böyle baş edebiliyordu".
* * *
geçen ay pink floyd, 35. yıldönümünü "echoes" (yankılar) adlı bir albümle kutladı. 26 eski şarkının yer aldığı albümü alıp cd - çalarıma koyduğumda, 15 yaşında başucumdan eksik etmediğim albümün kapağındaki "tokalaşırken yanan adam" geldi gözümün önüne...
buruk gitar soloylo başlayan parçayı seçtim ve onun hüzünlü tellerine tutunup çeyrek asır öncesine geçtim:
"hatırlar mısın, gençliğinde güneş gibi parıldardın /
şimdi semada kara delikler gibi bakışların... (..)
keşke burada olsaydın...
o hüzünlü gitar soloyu ilk duyduğumda 15’imde olmalıyım.
gitarın açtığı yoldan bir bateri atak yapıyor, sonra bir çığlık, ağır melodik motiflerle ilerleyen parçayı yırtarcasına yükseliyordu:
"hatırlıyor musun, gençliğinde güneş gibi parıldardın/
şimdi semada kara deliklere benziyor bakışların/
patlat kendini çılgın elmas / haydi gel ve parılda!.."
kimbilir kaç uykusuz gecenin ortağıydı, kapağında yanarak el sıkışan adam olan bu albüm; kaç ayrılık kabusunun, kaç kavuşma hasretinin yoldaşıydı.
"şimdi aynı akvaryumda yüzen iki yitik ruhsuz yalnızca/
yıllar yılı aynı eski toprakları aşındırarak ne bulduk ki?
aynı eski korkulardan başka... / burada olsaydın keşke..."
* * *
şarkıya ilham veren adamın gerçek öyküsünü nice sonra öğrendim. (pink floyd, stüdyo imge, 1996)
adı; syd barret’ti.
cambridge lisesi’nden arkadaşı roger waters’la okul çıkışı, burs paralarını barlarda harcar, geceleri motor yarıştırır, sonra uyuşturucu ve seks için eve kapanırlardı.
o yıllarda bir yandan gitar çalmayı öğreniyor, bir yandan da rolling stones dinleyip, ilerde kuracakları grubu hayal ediyorlardı.
20 yaşına gelince hayalleri gerçek oldu.
syd gitar, roger bas çalıyor, aynı liseden rick wright klavyede, nick mason davulda oturuyordu.
gruba isim ararken syd, hayran olduğu iki cazcının, pink anderson’la flyod council’in adlarını birleştirmişti.
pink floyd böyle doğdu.
* * *
ilk albümde tüm sözleri syd barrett yazmıştı. yan yana düşen çılgın sözcüklerden şaşırtıcı mısralar oluşturan inanılmaz sözlerdi bunlar...
syd bir dahiydi; ama fazla "uçmaya" başlamıştı. güne, kahvesine acid atarak başlıyor, günde 3 - 4 kez tribe giriyordu.
cromwell yolunda harabe bir evde, pink ve floyd adında, kendisi gibi acid düşkünü iki kedi ve bir sürü insanla birlikte yaşıyordu.
1967’de çevresine bir "duvar" ördü ve hepten içine kapandı.
katıldıkları tv programlarında boş bakışlarla oturuyor, konserlerde saatlerce aynı akorları basıyordu.
sonunda 1968’de, adını verdiği ve ilk albümünün bütün sözlerini yazdığı gruptan kovuldu.
pink floyd, "çılgın dahi"sini kaybetmişti.
* * *
annesi syd’i bir sanatoryuma yatırdı. 8 yıl orada kaldı. bütün gün televizyon karşısında oturup şişmanlıyordu.
o, hayattan koparken, pink floyd şöhrete kavuştu. dark side of the moon’la hepten patlamışlardı.
1975’te yeni bir albüm için abbey road stüdyosuna girdiklerinde tuhaf bir şey oldu. hep önce müziği yapıp, sonra üzerine söz yazdıkları halde bu kez david’in hüzünlü gitar solosunu duyan roger, syd için bir şarkı yazmak istedi "keşke burada olsaydın" döküldü dilinden...
sonrasını rick wright anlatıyor:
"stüdyoya geldiğimde kanepede şişman, iri yarı, kel bir adam oturuyordu. miksaj masasında çalışmaya başladık. roger’e adamın kim olduğunu sordum, bilmediğini söyledi. 45 dakika sonra aniden bu adamın syd barrett olduğunu fark ettim. yıllardır onu görmemiştik ve tam kendisi için yazılan bir parçanın vokallerini kaydederken çıkagelmişti. dişlerini fırçalayıp yanımıza geldi:
’- peki ben gitar kayıtlarını ne zaman yapıyorum?’ diye sordu.
’- üzgünüz syd, gitar kayıtları yapıldı’ dedik."
roger waters ise o günü şöyle hatırlıyor:
"karşımda iri, şişman, delirmiş bir adam vardı. üstelik tam ’keşke burada olsaydın’ı kaydederken gelmişti. gözyaşlarımı tutamadım. syd tutkulu insanların yok oluşunun en uç noktasını simgeler. modern hayatın hüznüyle ancak böyle baş edebiliyordu".
* * *
geçen ay pink floyd, 35. yıldönümünü "echoes" (yankılar) adlı bir albümle kutladı. 26 eski şarkının yer aldığı albümü alıp cd - çalarıma koyduğumda, 15 yaşında başucumdan eksik etmediğim albümün kapağındaki "tokalaşırken yanan adam" geldi gözümün önüne...
buruk gitar soloylo başlayan parçayı seçtim ve onun hüzünlü tellerine tutunup çeyrek asır öncesine geçtim:
"hatırlar mısın, gençliğinde güneş gibi parıldardın /
şimdi semada kara delikler gibi bakışların... (..)
keşke burada olsaydın...
sevdiceğinin seni istiyorum dediği an.
türk filmlerinde fakir gençlerin para kazanmaya çalışırken karşılarına çıkan her zorlukta söyledikleri söz öbeği.
muessir fil: etkili zarar veren fil.
eric adams´ın ne kadar yumuşak ve ne kadar sert vokal yapabildiğini kanıtlayan şarkı.
(bkz: şeytan rıdvan)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?