saçımı taradım, keşke yüzümü de tarayabilseydim." charles bukowski
"tipimi skiim" umut sarıkaya
umut sarıkaya
yazısından;
"yok aramıyor, bakma sinirlidir, ayıdır ama iyi birisidir o. sevdiğinden yapıyor öyle" dedi. celalin bu ayılığı bir hafta sonra eşşek oldu, o eşşek bir hafta sonra haylaz oldu, o haylaz bir hafta sonra çılgın oldu. günden güne celal övüldü ve beni bırakıp celale gitti. ben de onun aşk defterinde bir ara geçiş formu, hatırlanılmak istenmeyen bir hata olarak kaldım. ama o terkediş süresince de mahallede şahane çevre yaptım. sarıyer merkez kafasına göre herkez!
"yok aramıyor, bakma sinirlidir, ayıdır ama iyi birisidir o. sevdiğinden yapıyor öyle" dedi. celalin bu ayılığı bir hafta sonra eşşek oldu, o eşşek bir hafta sonra haylaz oldu, o haylaz bir hafta sonra çılgın oldu. günden güne celal övüldü ve beni bırakıp celale gitti. ben de onun aşk defterinde bir ara geçiş formu, hatırlanılmak istenmeyen bir hata olarak kaldım. ama o terkediş süresince de mahallede şahane çevre yaptım. sarıyer merkez kafasına göre herkez!
yazısından;
"iki saattir aynı kafede oturuyorduk ve ben ne büyük eşşekmişim ki iki saattir kedi muhabbeti dinleyip mmm, tabii tabii, aynı fikirdeyim diye anlattıklarını onaylıyordum. kedi asildir dedi, onayladım; kedi karakterlidir dedi, katıldım; kedi özgürlüğüne düşkündür dedi, bravo dedim. sonra başladım ben de kediyi övmeye. başladım dediysem niyetlendim sadece. çünkü o kedinin bütün meziyetlerini övmüştü, bana övecek bir şey kalmamıştı. kedi eee... kedi ööö... deyip övecek bir halini, tavrını arıyordum ama bulamıyordum. sonunda biraz bulamamaktan, biraz da benim ne kadar coşkun bir kedisever olduğumu anlayıp etkilensin diye ben var ya ben, kedinin daşşağını yiyiim be! dedim. hatta gaza gelip keşke imkan olsa da hepimiz kediye bi kere versek, öyle seviyorum yani diye de ekledim. ben böyle deyince kısa bi suskunluk oldu. kahvelerimizden son bi yudum aldıktan sonra hesabı isteyip kalktık. "
"iki saattir aynı kafede oturuyorduk ve ben ne büyük eşşekmişim ki iki saattir kedi muhabbeti dinleyip mmm, tabii tabii, aynı fikirdeyim diye anlattıklarını onaylıyordum. kedi asildir dedi, onayladım; kedi karakterlidir dedi, katıldım; kedi özgürlüğüne düşkündür dedi, bravo dedim. sonra başladım ben de kediyi övmeye. başladım dediysem niyetlendim sadece. çünkü o kedinin bütün meziyetlerini övmüştü, bana övecek bir şey kalmamıştı. kedi eee... kedi ööö... deyip övecek bir halini, tavrını arıyordum ama bulamıyordum. sonunda biraz bulamamaktan, biraz da benim ne kadar coşkun bir kedisever olduğumu anlayıp etkilensin diye ben var ya ben, kedinin daşşağını yiyiim be! dedim. hatta gaza gelip keşke imkan olsa da hepimiz kediye bi kere versek, öyle seviyorum yani diye de ekledim. ben böyle deyince kısa bi suskunluk oldu. kahvelerimizden son bi yudum aldıktan sonra hesabı isteyip kalktık. "
’’sudaki kireç çamaşır makinanızı sker.calgon sudaki kirecin amına koyar."
bir şiiri;
aşkım rüştüyü bilirsin
hani şu milli kalecimiz rüştü
tokyo daki dünya kupası maçlarında
yaptığı kurtarışlardan önce
gol yemem sörf tabi ki yerim
reklamındaki şiirsel duruşuyla
girmişti ikimizin de gönlüne hatırladın mı?
bırakıp bu ülkeyi ardında gittiğinde barselonaya
nasıl da burkulmuştu içimiz
bunu da hatırladın mı?
bir dosttan duydum (doğrumu bilmiyorum)
rüştü barselona ile maç başına para alıcam
diye sözleşme imzalamış
şimdi ben kaç zamandır izliyorum
rüştü lü barselona maçlarını
bakıyorum kale içinde rüştü yok başka bi lavuk var
üzülüyorum sonra rüştü parasızdır rüştü açtır diye
türkiye de iyi sakal yaptı onu yiyordur
diye avutuyorum kendimi
hazıra dağ dayanmaz diyor bi ses
sözün kısası şimdi sen de gidiyorsun
ama nolur şu bitmiş kahrolmuş adamı
son bir kez dinle de , gittiğin yerde
kendini sağlama al da git
ya da gitme rüştü gibi gaza gelme
rüştü demedi ama sen bi kere olsun
kalıyorum çünkü yediğim önümde yemediğim arkamda de
de bi kere olsun de...
aşkım rüştüyü bilirsin
hani şu milli kalecimiz rüştü
tokyo daki dünya kupası maçlarında
yaptığı kurtarışlardan önce
gol yemem sörf tabi ki yerim
reklamındaki şiirsel duruşuyla
girmişti ikimizin de gönlüne hatırladın mı?
bırakıp bu ülkeyi ardında gittiğinde barselonaya
nasıl da burkulmuştu içimiz
bunu da hatırladın mı?
bir dosttan duydum (doğrumu bilmiyorum)
rüştü barselona ile maç başına para alıcam
diye sözleşme imzalamış
şimdi ben kaç zamandır izliyorum
rüştü lü barselona maçlarını
bakıyorum kale içinde rüştü yok başka bi lavuk var
üzülüyorum sonra rüştü parasızdır rüştü açtır diye
türkiye de iyi sakal yaptı onu yiyordur
diye avutuyorum kendimi
hazıra dağ dayanmaz diyor bi ses
sözün kısası şimdi sen de gidiyorsun
ama nolur şu bitmiş kahrolmuş adamı
son bir kez dinle de , gittiğin yerde
kendini sağlama al da git
ya da gitme rüştü gibi gaza gelme
rüştü demedi ama sen bi kere olsun
kalıyorum çünkü yediğim önümde yemediğim arkamda de
de bi kere olsun de...
"biz aztekler daha önce hiç ata binmediğimiz için beyaz adam ülkemize at sırtında gelince onu tek bi yaratık sanıp çok kortuk. o korkuynan nasıl elimiz ayağımız boşandıysa ülkeyi teslim ettik...sağlam kafayla düşününce kerizmişisz gibi oluyor ama öyle böyle değil. çok korktuk. aklım çıktı..."
geçenlerde sayısını tarihini tam hatırlayamadığım uykusuz da anane espirisi ile beni güldürmüş, o espirisini içkili cicili bicili ortamlarda anlatarak 30 sn.lik güldürme zevkini tattıran kişi.
karikatürde hsbc bankasının karşısında yaşlı bir nine;
-eyçbiç
-eybriç
-eyç...(akabinde dışardan ses )
+kabul et sen bir ananesin.
karikatürde hsbc bankasının karşısında yaşlı bir nine;
-eyçbiç
-eybriç
-eyç...(akabinde dışardan ses )
+kabul et sen bir ananesin.
kaan dobra lı şiirini her okuduğumda yüzümde bir tebessüme neden olur.
kaan dobranın takıma yeni geldiği günlerdi aşkım
off ne alakası var şimdi deyip dinlememezlik etme,
dinle bi kere.
kaan dobra takıma yeni gelmişti.
yalan söylemiyim sanırım antep maçıydı.
maç neredeyse bitmiş. skor kesindi..
hoca maçın 89. dakikasında oyuna aldı kaanı
sahada herkes çok yorgundu.
bi tek kaan, civelek gibi koşuyordu sağa sola.
ben de dahil herkes güler gibi bakıyordu kaana.
aa kerize bak aa enerjike bak diye.
ama hoca beğendi kaanın performansını
diğer maçta daha çok yer verdi.
bir diğer maçta daha bi çok.
ve bugün kaan dobra, kaan dobraysa
o 89. dakika yüzündendir.
şimdi gelelim sadede.
ben de ilişkimizi kurtarmak için
89. dakikada oyuna girmiş bir oyuncu gibi
koşuyorum,
çırpınıyorum.
gör performansımı diye.
sev beni diye...
kaan dobranın takıma yeni geldiği günlerdi aşkım
off ne alakası var şimdi deyip dinlememezlik etme,
dinle bi kere.
kaan dobra takıma yeni gelmişti.
yalan söylemiyim sanırım antep maçıydı.
maç neredeyse bitmiş. skor kesindi..
hoca maçın 89. dakikasında oyuna aldı kaanı
sahada herkes çok yorgundu.
bi tek kaan, civelek gibi koşuyordu sağa sola.
ben de dahil herkes güler gibi bakıyordu kaana.
aa kerize bak aa enerjike bak diye.
ama hoca beğendi kaanın performansını
diğer maçta daha çok yer verdi.
bir diğer maçta daha bi çok.
ve bugün kaan dobra, kaan dobraysa
o 89. dakika yüzündendir.
şimdi gelelim sadede.
ben de ilişkimizi kurtarmak için
89. dakikada oyuna girmiş bir oyuncu gibi
koşuyorum,
çırpınıyorum.
gör performansımı diye.
sev beni diye...
ayrılık doru bir ata benzer ancak iyi biniciler biner ona, ihanet ise demin dediğimin tam tersini düşün ama atsız düşün.
o sivilceli suratına rağmen kız kardeşimi kendine aşık edebilmesi ilginçtir.
gezi olayları ile ilgili çizdiği karikatürle beni benden almış çizer.
http://img43.imageshack.us/img43/7623/93144852862468719660011.jpg
http://img43.imageshack.us/img43/7623/93144852862468719660011.jpg
"sıradan bir sabahtı. uyandım, çayın altını yaktım, su kaynarken kahvaltı masasını hazırlamaya başladım. peyniri, zeytini ve çay bardağını tek tek masaya koydum. tam o anda evde ekmek olmadığının farkına varıp, bakkala gitmek için eşofmanımı giydim. anahtarı ve buzdolabının üzerindeki bozuk paraları cebime koyup kapı dışına çıktım. ayağıma teee on altı yaşındayken annemin 'oğlum büyüme çağındasın seneye de giyersin' diyerek aldığı 45 numara terlikleri geçirerek bayırın aşağısındaki bakkala doğru gitmeye başladım. bayırdan inerken ayağımdaki terlikler büyük olduğu için parmaklarım asfalta değiyor, asfalt da sıcak olduğundan parmak uçlarım yanıyordu. ben de reflekssel olarak dizlerimi daha fazla kıvırıyordum. buraya kadar her şey normal gibiydi, fakat gelin görün ki annem ileri görüşlüydü, annem kurnazdı... eşofmanı da büyük almıştı. eşofmanın cebi derin olduğu için dizim cebimdeki para ile anahtara çarpıyor ve 'çüküde çüküde' diye sesler çıkararak bakkala doğru seğirtiyordum. ince bir insan olduğum için mahallenin gelinlik kızlarına gönderme diye algılanmasın, ayıp olmasın diye elimle para ve anahtarı sabitleyip sesi keserek yürümeye devam ettim. bakkala geldiğimde ekmeğin kalmadığını ama ekmek arabasının yolda olduğunu, biraz beklersem geleceğini öğrendim. 'hayhay' deyip bakkalın önündeki bira kasalarına oturarak bekledim.
beklerken birden onu gördüm. köşedeki duvarın orda durmuş, bütün alımlılığıyla bana bakıyordu. bizim gibi mütevazı, binalarının dış cephesi kilim desenli mozaiklerle kaplanarak güzelmiş gibi gösterilen bir mahallede ne arıyordu bu bebek? kendimi daha fazla tutamadım ve yanına gittim. evet şu ana kadar mahallemize girmiş en süpersonik arabaydı o ve beni çok etkilemişti. asil adımlarla yanına yaklaştım ve acaba kaç yapıyor diye ellerimi gözlerimin kenarlarına siper ederek içine baktım. geniş iç hacmi ve iç mekan tasarımının zarif olduğu kadar rahat da olması beni daha da bi etkiledi. ben öyle etkilene etkilene arabaya bakarken birden alarmı çaldı. panik halinde 'çüküde çüküde çüküde' diye ordan kaçtım. karşıdaki balkondan bi adam çıkıp 'laan dolaşmayın arabanın etrafında' diye bağırdıktan sonra küfretti. zarif bir insan evladı olduğum için 'abi kusura bakma, ben sadece arabanın kadranına bakacaktım' diye özür diledim. adam 'umut sen misin lan tırto?' diye beni tanırcasına seslendi. güneş arkasında olduğu için yüzünü seçemiyordum. 'evet benim abi, fakat siz?' diye sordum. 'yakup lan, yakup! tanımadın mı? dur bekle, aşağıya geliyorum' dedi.
yakup'la çocukluk arkadaşıydık, annem sürekli yakup'u bana 'ateş gibi çocuk, mateş gibi çocuk' diye överdi. 'her gün bulgur yiye yiye, yemeden içmeden zeytinburnu'nda ev yaptırdı ailesi' diye örnek gösterirdi yakupgil'i. ama bütün bunlara rağmen yakup bana karşı hep saygılıydı. küçükken o pinokyo bisikletiyle gezmekten yorulduğunda bisikletini bayırdan binmeden çıkarmama izin verir, hatta evlerine kadar götürmeme de müsaade ederdi. iyi çocuktu yakup. aynı mahallede oturmamıza rağmen yıllardır görüşmemiştik. indi aşağı, konuştuk. başladı arabasının özelliklerini anlatmaya. dur durak bilmiyordu, anlattıkça anlattı. inceden uyuz oldum yakup'a. 'istersen bir tur vereyim. ha ha ha!' deyince iyice tepem attı. neyse ki o anda ekmek arabası geldi. tam bakkala girerken 'ne var oğlum, ben de bora sürücü kursu'na yazıldım' diye laf soktum.
ekmeğimi alıp sinir içinde eve döndüm. dolaptan reçeli çıkarıp, kaynaya kaynaya suyu bitmiş çaydanlığa tekrar su koyarak altını yaktım. yakup'u, arabasını, onun zenginliğini ve benim şu halimi bir müddet düşündüm, sonra annemin 'bulgur yiye yiye ev yaptılar' sözü aklıma geldi. koşup kalem kağıt aldım, hemen iki yıllık bir kalkınma planı hazırladım kendime. bu plana göre evdeki gereksiz eşyaları elden çıkarıp paraya çevirecek, kenarda köşede duran paraları da değerlendirecektim, ayrıca gereksiz harcamalarımı da kesecektim. evet planımı şu anda, şimdi hayata geçirecektim. hemen gidip kışlık pantolonlarımın, montumun ceplerine baktım. kenarda köşede kalmış, astarın içine düşmüş 50 binlikleri, 100 binlikleri toplayıp, koltuğun altına iki gün önce düşmüş olan 250 bin lirayla birleştirip dikiş kutusunda bir fon oluşturdum. evet planım tıkır tıkır işliyordu. sonra gözüme masa üzerindeki reçel kasesi ilişti. reçel benim için gereksiz bir harcamaydı. hemen kaseyi paketleyip dışarı çıktım. bu arada aldığım ekmeği yemeyip akşam yiyecek olmam, plana dahil değildi ama ayrı bir kar marjıydı.
minibüse binip dergiye doğru hareket ettim. şoför bir müddet sonra 'evet ücretini uzatmayan kalmasın!' diye aynadan beni keserek seslendi. cebimde bozuk olmasına rağmen külçe gibi bir 20 milyon çıkardım. 'arkadaşım bozuğun yok muydu?' dedi şoför. 'yok abi' dedim. 'al kardeşim paranı, nerden bozucam ben' dedi. 'abi bozaydınız' diye usulcasına seslenirken parayı cebime koydum. bi müddet öyle gerilimli gerilimli gittik, sonra ben utanıp 'e o zaman ben ineyim abi' dedim. 'e in bari!' deyip indirdi beni. evet sarıyer'den maslak'a kadar bedava gelmiştim. başka bir minibüs çevirdim. dördüncü levent mevkiine geldiğimizde şoför bana 'arkadaşım sen ücretini ödedin mi?' dedi. 'haa abi dalmışım' deyip bu sefer bir milyon çıkararak 'şurdan bi sarıyer alır mısınız?' dedim. 'ne sarıyer'i kardeşim, inip ters istikametten bineceksin sen' dedi. 'öyle mi abi? ben buranın yabancısıyım da' deyip indim. planım dahilinde 850 bin lira masrafa girmeden metro istayonuna kadar gelmiştim. ordan metroya insan gibi binip dergiye geldim.
dergide serkan altuniğne öyle mal gibi oturmuş espri düşünüyordu, merabalaştık. 'serkancığım, bir arkadaşım malatya arguvan yöresinin vişnelerini dalından kopararak yaptığı özel ev yapımı reçel getirdi. satayım mı sana, hem çocuğa da yardım olur' dedim. 'abi n'apıyım ben reçeli?' dedi. 'öyle deme oğlum egzamaya, kolite, bağırsak düğümlenmesine birebir bu reçel. tee avrupa'lardan gelip yiyorlar bunu' diye övdüm reçeli. 'eh bi bakiim' dedi, paketi açıp gösterdim. 'abi bunun içinde ekmek kırıntıları var yaa!' diye zırladı serkan. 'ah be serkanım, güzel olduğun kadar aptalsın da' dedim ve 'reçele bütün tadı veren o kırıntılar. ekmek kırıntıları reçelle etkileşiyor ve öyle kıvama geliyor. o kırıntıyı at, bi şeye benzemez bu reçel' deyip ağzına bi parmak reçel sürdüm. baktım sevdi, 20 milyon fiyat çektim; pazarlık yaptık, 3 milyona anlaştık sattım. odama gidip plana göz atıp, çeşitli notlar aldım. plana göre günde 2 milyon 200 bin lira kar yapmam gerekirken ben bugün 3 milyon 850 bin lira artı bir ekmek kar etmiştim.
ilk gün için süper bi oran tutturmanın sevinciyle dolup taştığım anda, evden çıkarken çaydanlığın altını kapatmadığımı fark ettim. panik içinde hemen bi taksiye atlayıp eve doğru gittim. taksimetre arttıkça başımdan aşağı soğuk terler boşanıyor, hırsımdan elimdeki plan kağıdını küçük küçük parçalara ayırıyordum. eve iki yüz metre kadar kala taksimetre 23 milyon 850 bin lirayı, yani cebimdeki bütün parayı gösterdiği anda taksiden indim. hayırlı işler dileyip eve doğru koşmaya başladım. eve koşarken yakup süpersonik arabasıyla yanımdan geçti. sanki ben de mahallenin küçük çocuklarıyla beraber onun arabasının peşinden koşuyormuşum gibi oldu. yakup da öyle zannetti ki 'dori dori dori' diye kornaya basarak daha bi coşarak geçti yanımdan.
güçbela eve gittiğimde çayın altının kendiliğinden söndüğünü, zira tüpün bittiğini gördüm. yeni tüp almak için dikiş kutusundaki fona baktım ama sadece 650 bin lira vardı. sonra yakup'tan borç istemeye karar verdim. ne de olsa yakup iyi çocuktu, bana karşı hep saygılıydı."
beklerken birden onu gördüm. köşedeki duvarın orda durmuş, bütün alımlılığıyla bana bakıyordu. bizim gibi mütevazı, binalarının dış cephesi kilim desenli mozaiklerle kaplanarak güzelmiş gibi gösterilen bir mahallede ne arıyordu bu bebek? kendimi daha fazla tutamadım ve yanına gittim. evet şu ana kadar mahallemize girmiş en süpersonik arabaydı o ve beni çok etkilemişti. asil adımlarla yanına yaklaştım ve acaba kaç yapıyor diye ellerimi gözlerimin kenarlarına siper ederek içine baktım. geniş iç hacmi ve iç mekan tasarımının zarif olduğu kadar rahat da olması beni daha da bi etkiledi. ben öyle etkilene etkilene arabaya bakarken birden alarmı çaldı. panik halinde 'çüküde çüküde çüküde' diye ordan kaçtım. karşıdaki balkondan bi adam çıkıp 'laan dolaşmayın arabanın etrafında' diye bağırdıktan sonra küfretti. zarif bir insan evladı olduğum için 'abi kusura bakma, ben sadece arabanın kadranına bakacaktım' diye özür diledim. adam 'umut sen misin lan tırto?' diye beni tanırcasına seslendi. güneş arkasında olduğu için yüzünü seçemiyordum. 'evet benim abi, fakat siz?' diye sordum. 'yakup lan, yakup! tanımadın mı? dur bekle, aşağıya geliyorum' dedi.
yakup'la çocukluk arkadaşıydık, annem sürekli yakup'u bana 'ateş gibi çocuk, mateş gibi çocuk' diye överdi. 'her gün bulgur yiye yiye, yemeden içmeden zeytinburnu'nda ev yaptırdı ailesi' diye örnek gösterirdi yakupgil'i. ama bütün bunlara rağmen yakup bana karşı hep saygılıydı. küçükken o pinokyo bisikletiyle gezmekten yorulduğunda bisikletini bayırdan binmeden çıkarmama izin verir, hatta evlerine kadar götürmeme de müsaade ederdi. iyi çocuktu yakup. aynı mahallede oturmamıza rağmen yıllardır görüşmemiştik. indi aşağı, konuştuk. başladı arabasının özelliklerini anlatmaya. dur durak bilmiyordu, anlattıkça anlattı. inceden uyuz oldum yakup'a. 'istersen bir tur vereyim. ha ha ha!' deyince iyice tepem attı. neyse ki o anda ekmek arabası geldi. tam bakkala girerken 'ne var oğlum, ben de bora sürücü kursu'na yazıldım' diye laf soktum.
ekmeğimi alıp sinir içinde eve döndüm. dolaptan reçeli çıkarıp, kaynaya kaynaya suyu bitmiş çaydanlığa tekrar su koyarak altını yaktım. yakup'u, arabasını, onun zenginliğini ve benim şu halimi bir müddet düşündüm, sonra annemin 'bulgur yiye yiye ev yaptılar' sözü aklıma geldi. koşup kalem kağıt aldım, hemen iki yıllık bir kalkınma planı hazırladım kendime. bu plana göre evdeki gereksiz eşyaları elden çıkarıp paraya çevirecek, kenarda köşede duran paraları da değerlendirecektim, ayrıca gereksiz harcamalarımı da kesecektim. evet planımı şu anda, şimdi hayata geçirecektim. hemen gidip kışlık pantolonlarımın, montumun ceplerine baktım. kenarda köşede kalmış, astarın içine düşmüş 50 binlikleri, 100 binlikleri toplayıp, koltuğun altına iki gün önce düşmüş olan 250 bin lirayla birleştirip dikiş kutusunda bir fon oluşturdum. evet planım tıkır tıkır işliyordu. sonra gözüme masa üzerindeki reçel kasesi ilişti. reçel benim için gereksiz bir harcamaydı. hemen kaseyi paketleyip dışarı çıktım. bu arada aldığım ekmeği yemeyip akşam yiyecek olmam, plana dahil değildi ama ayrı bir kar marjıydı.
minibüse binip dergiye doğru hareket ettim. şoför bir müddet sonra 'evet ücretini uzatmayan kalmasın!' diye aynadan beni keserek seslendi. cebimde bozuk olmasına rağmen külçe gibi bir 20 milyon çıkardım. 'arkadaşım bozuğun yok muydu?' dedi şoför. 'yok abi' dedim. 'al kardeşim paranı, nerden bozucam ben' dedi. 'abi bozaydınız' diye usulcasına seslenirken parayı cebime koydum. bi müddet öyle gerilimli gerilimli gittik, sonra ben utanıp 'e o zaman ben ineyim abi' dedim. 'e in bari!' deyip indirdi beni. evet sarıyer'den maslak'a kadar bedava gelmiştim. başka bir minibüs çevirdim. dördüncü levent mevkiine geldiğimizde şoför bana 'arkadaşım sen ücretini ödedin mi?' dedi. 'haa abi dalmışım' deyip bu sefer bir milyon çıkararak 'şurdan bi sarıyer alır mısınız?' dedim. 'ne sarıyer'i kardeşim, inip ters istikametten bineceksin sen' dedi. 'öyle mi abi? ben buranın yabancısıyım da' deyip indim. planım dahilinde 850 bin lira masrafa girmeden metro istayonuna kadar gelmiştim. ordan metroya insan gibi binip dergiye geldim.
dergide serkan altuniğne öyle mal gibi oturmuş espri düşünüyordu, merabalaştık. 'serkancığım, bir arkadaşım malatya arguvan yöresinin vişnelerini dalından kopararak yaptığı özel ev yapımı reçel getirdi. satayım mı sana, hem çocuğa da yardım olur' dedim. 'abi n'apıyım ben reçeli?' dedi. 'öyle deme oğlum egzamaya, kolite, bağırsak düğümlenmesine birebir bu reçel. tee avrupa'lardan gelip yiyorlar bunu' diye övdüm reçeli. 'eh bi bakiim' dedi, paketi açıp gösterdim. 'abi bunun içinde ekmek kırıntıları var yaa!' diye zırladı serkan. 'ah be serkanım, güzel olduğun kadar aptalsın da' dedim ve 'reçele bütün tadı veren o kırıntılar. ekmek kırıntıları reçelle etkileşiyor ve öyle kıvama geliyor. o kırıntıyı at, bi şeye benzemez bu reçel' deyip ağzına bi parmak reçel sürdüm. baktım sevdi, 20 milyon fiyat çektim; pazarlık yaptık, 3 milyona anlaştık sattım. odama gidip plana göz atıp, çeşitli notlar aldım. plana göre günde 2 milyon 200 bin lira kar yapmam gerekirken ben bugün 3 milyon 850 bin lira artı bir ekmek kar etmiştim.
ilk gün için süper bi oran tutturmanın sevinciyle dolup taştığım anda, evden çıkarken çaydanlığın altını kapatmadığımı fark ettim. panik içinde hemen bi taksiye atlayıp eve doğru gittim. taksimetre arttıkça başımdan aşağı soğuk terler boşanıyor, hırsımdan elimdeki plan kağıdını küçük küçük parçalara ayırıyordum. eve iki yüz metre kadar kala taksimetre 23 milyon 850 bin lirayı, yani cebimdeki bütün parayı gösterdiği anda taksiden indim. hayırlı işler dileyip eve doğru koşmaya başladım. eve koşarken yakup süpersonik arabasıyla yanımdan geçti. sanki ben de mahallenin küçük çocuklarıyla beraber onun arabasının peşinden koşuyormuşum gibi oldu. yakup da öyle zannetti ki 'dori dori dori' diye kornaya basarak daha bi coşarak geçti yanımdan.
güçbela eve gittiğimde çayın altının kendiliğinden söndüğünü, zira tüpün bittiğini gördüm. yeni tüp almak için dikiş kutusundaki fona baktım ama sadece 650 bin lira vardı. sonra yakup'tan borç istemeye karar verdim. ne de olsa yakup iyi çocuktu, bana karşı hep saygılıydı."
işinde gücünde bi tip. bize onun da söyleyecekleri var. naber demek istiyor. eskiden biraz uykusuzdu. hayır uykusuz değilim işinde gücünde bir bireyim diyor. seviyoruz,aşığız. hayatımda hiçbi tanınmış kişiye aşık olmadım ergenliğim boyu bile. ergenlik bitti ben bu adama aşık olduğumu düşünmeye başladım. büyük hayranlığım var. sizden ricam lütfen beni onun timelineına düşürün bi şey yapın bi cam mam bi başlık maşlık bi şey açın beni görsün artık şu adam.
mont beni umut abi ...
mont beni umut abi ...
en çok güldüğüm adam bu adam.hem karikatürlerinde hemde hikayelerinde oldukça başarılı.dergisi naberi alma fırsatım olmadı ne yazık ki
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?