20062006 tarihli kutsal günde 18. yaşıma girerken gerçekleşmiş eşsiz bir doğumgünü hediyesi. dostlarla brain damage + eclipse i canlı dinlemek, eller kenetlenmiş, gözler buğulu, aptal bir gülümsemeyle. torunlara anlatılası olaylardan biri.
20 haziran 2006 roger waters konseri
lise yıllarımda en büyük hayalim olan, ama hayal olarak kalacağında emin olduğum konser. türkiyeye geldiği takdirde yapabileceklerimi hesapladığım ama yine de gerçekleşebileceğinden hiç emin olmadığım konser. bir gün roger watersın istanbula geleceğini duyduğumda biletixteki ilanı görene kadar inanamadığım konser. biletlerin 100 ytl olduğunu gördüğümde gidememekten korktuğum fakat hemen akabinde millette dilenmeme sebep olmuş konser. bileti aldıktan sonraysa konser başlayana kadar -yaklaşık iki aylık bi süreç- sürekli ya kaza geçirir de gidemezsem, ya tam da o gün annem babam ölür de gidemezsem, ya o zamana kadar roger ölürse ya da ona bişi olursa, biletime bişi olursa diye korkmama sebep olan konser. roger waters sahneye çıkana kadar konserin gerçekleşeceğine inanmakta zorluk çektiğim konser. ve evet, sahneye çıktı, "set the controls for the heart of the sunı çalarken tüylerimi diken diken etti. ne kadar şanslıydım ki ışık kulesinin önündeki demirlerde yer bulup bütün sahneyi, ışık gösterilerini hiç zorlanmadan izleyebilmiştim. konser bittiğinde içimde bitmiş olmasının burukluğu vardı. bir de kesinlikle "hey you"yu çalmalıydı. onun dışında olağanüstü bir konserdi.
hi hat´ten usulca gelen ritmik sesler... anlıyoruz ki "in the flesh" girecek ve rüyamız gerçek olacak. önümdeki adamın roger waters olduğuna hala inanamıyorum, sahne yanındaki ekranlara bakıyorum gerçekten o. hi hat devam ederken duyuluyor roger waters´ın sesi "are you ready?" diyor, hazır mısınız? biz senelerdir hazırız bu konsere roger asıl sen hazır mısın? diye sormak geliyor insanın içinden üstada. sonra "eine" diyor roger waters ve bütüninsanlar hep birden devam ediyor saymaya zwei, drei ve artık bir rüyanın gerçeğe dönüştüğü an. tüm sahnenin kıvılcımlara boğulmasıyla türkiye de ilk defa bir pink floyd elemanı arkasında çekiç figürleriyle in the flesh´i çalıyor. herkes çığlık çığlığa şarkıyı söylüyor, daha iyisi olamaz.
küçük bir çocuk gibi mother şarkısını söylüyor herkes, ve set the controls for the heart of the sun şarkısıyla psychedelic müziğin ne demek olduğunu anlıyor.
konsere ara verildiğinde herkes biliyor ki esas rüya bundan sonra başlıyor, boğazda dark side of the moon dinlemek. ateş çemberi tabir edilen ışıklı çember sahnedeki yerini alıyor ve yuvarlağın ortasına ay resmi yansıtılıyor. albümün başındaki kalp atışları sırasında lambaları yanıp sönen bir uydu yaklaşıyor ekrana doğru. bütün albüm bir çırpıda bitiyor, herkes ezberden söylüyor şarkıları. tabi unutulmayacak bir çok an: time şarkısının başındaki bateri solosu, time´ın gitar solosu, ian ritchie´nin money´deki saksafon solosu, the great gig in the sky şarkısındaki hanım vokalistin akıllara durgunluk veren sesi, herkesin yine bu hanımla beraber şarkıyı söylemeye çalışması... ve bu bölüm de yine kalp atışları ve uzaklaşan uyduyla beraber bitti.
sahneyi boşaltan grup elemanları hemen bis için geri döndüler ve bir helikopter sesi duyulmaya başlandı. you..yes you...stand still laddy.. gercekten de bir benzerini bir daha izleyemeyeceğimiz bir konser izliyorduk ve bu hayatımız en güzel günlerinden biriydi. hemen akabinde artık herkesin bildiği another brick in the wall çalınmaya başlandı. son şarkı roger waters´ın tabiriyle "david ve benim bir araya geldiğimizde neler yapabileceğimizi gösteren son örnek" dediği comfortably numb şarkısıydı ve yine hep bir ağızdan söylendi. belki söylemeyip sadece roger waters´tan dinlemek daha iyi olacaktı ama o an insan hiçbir şey düşünemeyip söylemeye başlıyor şarkıları.
bir rüyanın sonu... sadece 10 dakika ara verilerek 2.5 saat süren bir konser ve yeni yetmelere bu performansıyla taş çıkartan 60 yaşındaki dahi müzisyen.
küçük bir çocuk gibi mother şarkısını söylüyor herkes, ve set the controls for the heart of the sun şarkısıyla psychedelic müziğin ne demek olduğunu anlıyor.
konsere ara verildiğinde herkes biliyor ki esas rüya bundan sonra başlıyor, boğazda dark side of the moon dinlemek. ateş çemberi tabir edilen ışıklı çember sahnedeki yerini alıyor ve yuvarlağın ortasına ay resmi yansıtılıyor. albümün başındaki kalp atışları sırasında lambaları yanıp sönen bir uydu yaklaşıyor ekrana doğru. bütün albüm bir çırpıda bitiyor, herkes ezberden söylüyor şarkıları. tabi unutulmayacak bir çok an: time şarkısının başındaki bateri solosu, time´ın gitar solosu, ian ritchie´nin money´deki saksafon solosu, the great gig in the sky şarkısındaki hanım vokalistin akıllara durgunluk veren sesi, herkesin yine bu hanımla beraber şarkıyı söylemeye çalışması... ve bu bölüm de yine kalp atışları ve uzaklaşan uyduyla beraber bitti.
sahneyi boşaltan grup elemanları hemen bis için geri döndüler ve bir helikopter sesi duyulmaya başlandı. you..yes you...stand still laddy.. gercekten de bir benzerini bir daha izleyemeyeceğimiz bir konser izliyorduk ve bu hayatımız en güzel günlerinden biriydi. hemen akabinde artık herkesin bildiği another brick in the wall çalınmaya başlandı. son şarkı roger waters´ın tabiriyle "david ve benim bir araya geldiğimizde neler yapabileceğimizi gösteren son örnek" dediği comfortably numb şarkısıydı ve yine hep bir ağızdan söylendi. belki söylemeyip sadece roger waters´tan dinlemek daha iyi olacaktı ama o an insan hiçbir şey düşünemeyip söylemeye başlıyor şarkıları.
bir rüyanın sonu... sadece 10 dakika ara verilerek 2.5 saat süren bir konser ve yeni yetmelere bu performansıyla taş çıkartan 60 yaşındaki dahi müzisyen.
almanca üçe kadar sayıp nefesimi tuttuğum sonra ikibuçuk saat hiç bırakmadığım,time çalınırken boşaldığım,hey teacher leave us kids alone diye iman gücü ile yırtındığım,leaving beirut çalınırken ağlamamak için kendimi zor tuttuğum,hayatıma anlam katan adamlardan birini en kafa arkadaşım olan floydian’la beraber izlediğim,iranlılarla akraba olduğum(!),v.ı.p’nin götü kocaman diye bağırdığım konser.
yıllardan 2006, gunlerden 20 haziran. sıcak, kuru, bulutsuz bir istanbul yazı. saat salı.
zaten olayın istanbul,da geciyor olması bambaska bir buyu yaratmısz uzerimde. sehire ucaktan ineli henüz 72 saat olmamıs. 3 saatlik rotarın etkisinden bile çıkamamış ki bünye.
pixie ve kardeşimi alıp otobüs durağına gidiyorum, bu konseri benim kadar umursamadığı için hafif tartışıyoruz durakta. sanki dünyada herhangi biri bu konseri benim kadar önemseyebilirmiş gibi. biniyoruz otobüse, akbil’ler unutulmuş. aman ne leziz. söförün pis bakışları altında bir dahaki durakta inip büfeye depar atıyorum, içeriden kardeşim "bu ne kardeşim bileti olmayan binmesin" diyor. gülenlere kızmıyorum, dusam ben de gülerdim.
maslak’ta garanti bankası genel merkezine gidiyoruz. oradan bize biletleri temin eden, hatta bana zamanında pink floyd’u öğreten uber-cool baba ile bulusucaz. valide hanım da bize katılarak şeref verme lutfunu göstermişler o gece.
o anda fark ediyoruz ki o gece bize gelecek olan 13 yaşındaki kuzenime anahtar bırakmadan çıkmışız. ne zeki bir aileyiz biz. ne sorumluyuz oyle. biniyoruz arabaya bir yandan annem telefonla sitenin güvenlik görevlisi ve komşuları arıyor. herkez panik ve stres içinde. ne o konsere gidiyoruz.
maslaktan sahile inmeye çalışırken şeytanın bulaşmayacağı türden bir yokuştan iniyoruz. sanki araba ile bungee jumping yapıyoruz da kıçımızda ipi yokmuş gibi bir his üzerimde. bir taksinin arkasından dönmemiz ile kabus başlıyor.
bizim tarafta 8 karşı tarafta 14 tane araba, hiç kimsenin hiç bir yere kımıldamasına imkan yok. bir de üzerine 55 derecelik bir egim. babamın kafasında ter boncuları, herkes birbirine bağırıyor. hayır arabaları da sınavla mı almıslar ne yapmıslarsa bizim passat içlerinde en dandiği kalıyor. dokunduğun her tampon yarım milyar hesap çıkarıcak nitelikte. annem arabanın her kıpırtısına "ay ay ay" diye tempo tutarak sanki bizi konserin ritmine hazırlıyor. çıkıyorum arabadan, arkadaki arabalarla konusuyorum, biraz geri gidiyorlar, biz kaldırıma çıkıyoruz, babam ömründen 3 yıl kaybediyor, ben babamın direksiyon becerisine hayran kalıyorum. aynı anda 3 kişi sağ yap, 4 kişi sol yap, bir kişi topla gel derken bir karar vermek kolay olmasa gerek.
neyse çıkıyoruz cehennemden ve yaklaşık konser alanına 2 km ileride sahilde resmen cillop gibi bir yer buluyoruz da bırakıyoruz arabayı. bu gün ilk defa bir şeyin iyi gitmiş olması dikkatimi çekiyor.
güneş yavaş yavaş batarken kolumun altında pixie ve elimde kardeşimle boğazın sularının üzerinde yürüyoruz. balık lokantaları ve balıkçı teknelerinin selamında istanbul doluyor içim. 10 metre kadar önümüzde annemle babam el ele. evet diyorum. güzel bir gün bu.
bu arada içindeki bütün belgelerin çıkarılması 1 ay alacak cüzdanımı kaybettiğimi fark ediyorum. içindeki kimlikler kredi kartları yine o kadar önemli değil ama askerlik belgelerı hollanda oturumum falan hepsi içinde. düşünüyorum, o yokuşta arabadan çıkarken mi düşürdüm, yoksa arabada mı bıraktım diye. en sonunda ko götüne diyip tekrar boğaza çeviriyorum gözlerimi.
en sonunda geliyoruz konser alanına. birden içimde bir şeyler kıpırdıyor. bir şairin durmaz parmakları gibi bacaklarım. incecik ve kıpır kıpır. karaborsacılar geçiyor etrafımızdan, çok yaklaşanlara gururla bileti gösteriyorum. çıkışta buluşmak için bir yer karar verip giriyoruz içeri.
içeride konser afişinin önünde tam prizmanın altında resim çektiriyoruz. niyeyse fikir çok hoşuna gidiyor insanların, bir anda orası bir monument oluyor, her gelen bir afişin önüne atıyor kendini. içeri girince bizim peder beyin istekleri doğrultusunda sahneye hafif yukardan bakan bir tepe konuşlanıyoruz. ve tam 21:34’te kafama kazınmış çekiç figürleri, waters’ın isyankar sesi ve the wall’un simgeleşmiş elektro solosu ile başlıyor konser.
ilk anda alkışlıyamıyorum bile, sahneden verilen kutsal ışık bedenimi delip geçiyor, gözlerimi kapayıp kollarımı açıyorum, waters bas gitara her dokundugunda adını bilmediğim bir turfanı çarpıyor yüzüme. ilk parça bittiğimde kollarım havada bir elimde rock diğerinde barış işareti ve sesim şimdiden kısılmış şekilde geliyorum kendime. pixie bedeninin yaslıyor bana, babam gülümsüyor, göz ucuyla görüyorum.
kardeşimle pixie’yi bırakıp annemle babamın yanına gidiyorum. tam mother başladığında sarılıyorum anneme. o şarkının içinden sadece "mother" kelimesini anladığı için büyük ihtimalle "sevgi dolu türkülerle annemize dönelim" tarzında bir şeyler söylendigini zannediyor. bense kollarımı beline sarmış, gözlerimi kapamış "mother will she tear your little boy apart" diye mırıldanıyorum. tam "have a cigar" başlarken kolumu babamın omzuna atıyorum. aradaki otuz yılın tanrısallığa ulaşmış 3 nota ile birleştirildiği o anda baba ve oğul olmanın bağını hissediyorum içimde. o konser alanında birbirimizi o anda en iyi birbirimiz anlıyoruz.
görüntülerde radyoyu görünce zaten wish you were here’ın başlayacağını anlamak için bir dahi olmak gerekmiyor. "so... so you think you can tell/ heaven from hell, blue skies from..." pixıe nin gözlerinin arkasında elimdeki kahverengi gitarla bu şarkıda ben, bensiz bu şarkının dinlendiği onlarca gece, benim ona bu şarkıda nelerin anlatıldığını açıkladığım gece, pixie’nin gözlerinin arkasında anılar, pixie’nin gözlerinde yaşlar "two lost souls swimming in a fish bowl...".
daha sonrasındaa final cut, onlarca yıl önce amerika ve ingilterenin tutumunu protesto etmek için yazılmış şarkıların hala bütün gerçekliğini koruyor olmasının acı tadı gelıyor dudaklarıma. fonda bir kısa filmmişcesine işlenmiş görüntüler, duvarda bush’un resimlerı, sehircilerden kopan alkış "its the only connection they feel"
babama bir öpücük veriyorum, annema sarılıyorum, tutuyorum pixie’nin elini, diger elimde de kardeşim, hoop dalıyoruz kalabalığa.
hücum botu gibi insan dalgalarını yara yara ilerliyoruz sahneye. tek sorun normalde omuzu koyup gececegin bir ton insanın senden 20 yaş büyük olması... inciltmeden, kabalaşmadan, sigaraların arasından hugo gibi hoplaya zıplaya ilerliyoruz.
derken ara veriyor konser. her ilerleyen şey gibi bizim de bir duruşumuz oluyor. millet oturmuş yerlere simsiyah kıyafetlerle uzerlerine basmak da istemiyorum. kendimizi güzel bir lokomotif bulup biraz daha onların arkasından ambulans ardına takılmış cingöz gibi ilerliyoruz.
orada etraftaki insanlarla laklak ederken ne olduğunu anlamadan başlıyor yine konser. ayın karanlık yüzünde kayboluyoruz hepimiz.
bir ara transın üst noktalarında gezinirken biri arkadan omzuma dokunuyor, dönüp bakıyorum, 40larının ortalarında bir adam "kolunu indir" diyor. "hassiktir len" gibisinden bir bakıyorum adama dönüyorum dans etmeye, 3 dakika geçmiyor ki tekrar bu sefer daha yüksek sesle
-kolunu indir
-yok duydum zaten ne dediğinizi...
yok canım... ben 7 yıl beklemişim bu konser için. çağın en protest grubuyla kendımden geçerken biliyorum ki ömrümde bir daha olmayacak. ve kollarımı indiricekmişim. hadi len...
neyse tabi 10 saat zaten o şekilde durmanın imkanı olmadığı için indiriyorum kollarımı. bir ara bir saksafon solonun gazıyla tam tekrar kaldırıyorum ki adam geliyor aklıma, soldaki mavi t-shirtlu arkadaşa yüklenip bir adım yana kayıyorum.
solo bittiginde amca elini denım sırtıma koyoyur gülümseyerek, "ben bu anı 30 yıldır beklıyorum" diyor... bir anda fark ediyorum ki ben 7 yıldır bekliyorusam adam 27 yıldır bekliyor bu konseri. bu yaşında kısa boylu ve yapayalnız adamcağıza çok acıyorum. elimi adamın omzuna atıp "benim de bu anı 30 yıldır bekleyen bir babam var, zaten o yüzden burada olma şansım var" diyorum. konser salonunun ortasında sarılıyoruz adamla birbirimize. öpsem ayıp mı olur diyorum, bir yandan da hayırdır manyak mıyım neyim.
vokal’ler başlangıçta teknik sorun çekselerde açılıyorlar sonra, müzik, ortam ve görsel şölen sarıp sarmalıyor insanı ve sözler minicik yapıp yok ediyor.
dark side of the moon bitip the wall başlıyınca otoriteye karşı birikmiş kollektif nefret adına ne warsa çıkyor dışarı. yumruklar sıkılmış bağırıyoruz çığlık çığlıga, beyin yıkamasına, kalıplaşmışlığa, ön yargılara, savaşa karşı 3 nesil bir arada. sanki biz değiliz öss sınavına giren, karikatür için adam öldürüp bir top peşinde fanatikleşen.
pixie’nin saçlarından kokusu yayılıyor içime, gözlerimi kıstıkça içim akıyor ona. sırtını, kollarını, kalçalarını hissediyorum üzerimde, ayrılık susatıyor insanı.
ikinci bir kadın yanımda. belki pixie’nin beni belli bir seviyeye kadar paylaşmaktan rahatsız olmayacağı tek kadın. canım. kardeşim.
o günden sonraki bir hafta boyunca hiç bir müzik dinleyemeyeceğimi bilsem de tadını çıkarıyorum elimdekinin. kendimi bir göz yaşında kaybedip geri dönerken neden "hey you"’yu çalmadılar diye hayıflanıyorum.
arabada buluyorum cüzdanımı. pixie yolda kucagımda uyuyor. yaslanıyorum koltuğun arkasına. mırıldanıyorum "together we’ll stand, divide and we’ll fall..."
zaten olayın istanbul,da geciyor olması bambaska bir buyu yaratmısz uzerimde. sehire ucaktan ineli henüz 72 saat olmamıs. 3 saatlik rotarın etkisinden bile çıkamamış ki bünye.
pixie ve kardeşimi alıp otobüs durağına gidiyorum, bu konseri benim kadar umursamadığı için hafif tartışıyoruz durakta. sanki dünyada herhangi biri bu konseri benim kadar önemseyebilirmiş gibi. biniyoruz otobüse, akbil’ler unutulmuş. aman ne leziz. söförün pis bakışları altında bir dahaki durakta inip büfeye depar atıyorum, içeriden kardeşim "bu ne kardeşim bileti olmayan binmesin" diyor. gülenlere kızmıyorum, dusam ben de gülerdim.
maslak’ta garanti bankası genel merkezine gidiyoruz. oradan bize biletleri temin eden, hatta bana zamanında pink floyd’u öğreten uber-cool baba ile bulusucaz. valide hanım da bize katılarak şeref verme lutfunu göstermişler o gece.
o anda fark ediyoruz ki o gece bize gelecek olan 13 yaşındaki kuzenime anahtar bırakmadan çıkmışız. ne zeki bir aileyiz biz. ne sorumluyuz oyle. biniyoruz arabaya bir yandan annem telefonla sitenin güvenlik görevlisi ve komşuları arıyor. herkez panik ve stres içinde. ne o konsere gidiyoruz.
maslaktan sahile inmeye çalışırken şeytanın bulaşmayacağı türden bir yokuştan iniyoruz. sanki araba ile bungee jumping yapıyoruz da kıçımızda ipi yokmuş gibi bir his üzerimde. bir taksinin arkasından dönmemiz ile kabus başlıyor.
bizim tarafta 8 karşı tarafta 14 tane araba, hiç kimsenin hiç bir yere kımıldamasına imkan yok. bir de üzerine 55 derecelik bir egim. babamın kafasında ter boncuları, herkes birbirine bağırıyor. hayır arabaları da sınavla mı almıslar ne yapmıslarsa bizim passat içlerinde en dandiği kalıyor. dokunduğun her tampon yarım milyar hesap çıkarıcak nitelikte. annem arabanın her kıpırtısına "ay ay ay" diye tempo tutarak sanki bizi konserin ritmine hazırlıyor. çıkıyorum arabadan, arkadaki arabalarla konusuyorum, biraz geri gidiyorlar, biz kaldırıma çıkıyoruz, babam ömründen 3 yıl kaybediyor, ben babamın direksiyon becerisine hayran kalıyorum. aynı anda 3 kişi sağ yap, 4 kişi sol yap, bir kişi topla gel derken bir karar vermek kolay olmasa gerek.
neyse çıkıyoruz cehennemden ve yaklaşık konser alanına 2 km ileride sahilde resmen cillop gibi bir yer buluyoruz da bırakıyoruz arabayı. bu gün ilk defa bir şeyin iyi gitmiş olması dikkatimi çekiyor.
güneş yavaş yavaş batarken kolumun altında pixie ve elimde kardeşimle boğazın sularının üzerinde yürüyoruz. balık lokantaları ve balıkçı teknelerinin selamında istanbul doluyor içim. 10 metre kadar önümüzde annemle babam el ele. evet diyorum. güzel bir gün bu.
bu arada içindeki bütün belgelerin çıkarılması 1 ay alacak cüzdanımı kaybettiğimi fark ediyorum. içindeki kimlikler kredi kartları yine o kadar önemli değil ama askerlik belgelerı hollanda oturumum falan hepsi içinde. düşünüyorum, o yokuşta arabadan çıkarken mi düşürdüm, yoksa arabada mı bıraktım diye. en sonunda ko götüne diyip tekrar boğaza çeviriyorum gözlerimi.
en sonunda geliyoruz konser alanına. birden içimde bir şeyler kıpırdıyor. bir şairin durmaz parmakları gibi bacaklarım. incecik ve kıpır kıpır. karaborsacılar geçiyor etrafımızdan, çok yaklaşanlara gururla bileti gösteriyorum. çıkışta buluşmak için bir yer karar verip giriyoruz içeri.
içeride konser afişinin önünde tam prizmanın altında resim çektiriyoruz. niyeyse fikir çok hoşuna gidiyor insanların, bir anda orası bir monument oluyor, her gelen bir afişin önüne atıyor kendini. içeri girince bizim peder beyin istekleri doğrultusunda sahneye hafif yukardan bakan bir tepe konuşlanıyoruz. ve tam 21:34’te kafama kazınmış çekiç figürleri, waters’ın isyankar sesi ve the wall’un simgeleşmiş elektro solosu ile başlıyor konser.
ilk anda alkışlıyamıyorum bile, sahneden verilen kutsal ışık bedenimi delip geçiyor, gözlerimi kapayıp kollarımı açıyorum, waters bas gitara her dokundugunda adını bilmediğim bir turfanı çarpıyor yüzüme. ilk parça bittiğimde kollarım havada bir elimde rock diğerinde barış işareti ve sesim şimdiden kısılmış şekilde geliyorum kendime. pixie bedeninin yaslıyor bana, babam gülümsüyor, göz ucuyla görüyorum.
kardeşimle pixie’yi bırakıp annemle babamın yanına gidiyorum. tam mother başladığında sarılıyorum anneme. o şarkının içinden sadece "mother" kelimesini anladığı için büyük ihtimalle "sevgi dolu türkülerle annemize dönelim" tarzında bir şeyler söylendigini zannediyor. bense kollarımı beline sarmış, gözlerimi kapamış "mother will she tear your little boy apart" diye mırıldanıyorum. tam "have a cigar" başlarken kolumu babamın omzuna atıyorum. aradaki otuz yılın tanrısallığa ulaşmış 3 nota ile birleştirildiği o anda baba ve oğul olmanın bağını hissediyorum içimde. o konser alanında birbirimizi o anda en iyi birbirimiz anlıyoruz.
görüntülerde radyoyu görünce zaten wish you were here’ın başlayacağını anlamak için bir dahi olmak gerekmiyor. "so... so you think you can tell/ heaven from hell, blue skies from..." pixıe nin gözlerinin arkasında elimdeki kahverengi gitarla bu şarkıda ben, bensiz bu şarkının dinlendiği onlarca gece, benim ona bu şarkıda nelerin anlatıldığını açıkladığım gece, pixie’nin gözlerinin arkasında anılar, pixie’nin gözlerinde yaşlar "two lost souls swimming in a fish bowl...".
daha sonrasındaa final cut, onlarca yıl önce amerika ve ingilterenin tutumunu protesto etmek için yazılmış şarkıların hala bütün gerçekliğini koruyor olmasının acı tadı gelıyor dudaklarıma. fonda bir kısa filmmişcesine işlenmiş görüntüler, duvarda bush’un resimlerı, sehircilerden kopan alkış "its the only connection they feel"
babama bir öpücük veriyorum, annema sarılıyorum, tutuyorum pixie’nin elini, diger elimde de kardeşim, hoop dalıyoruz kalabalığa.
hücum botu gibi insan dalgalarını yara yara ilerliyoruz sahneye. tek sorun normalde omuzu koyup gececegin bir ton insanın senden 20 yaş büyük olması... inciltmeden, kabalaşmadan, sigaraların arasından hugo gibi hoplaya zıplaya ilerliyoruz.
derken ara veriyor konser. her ilerleyen şey gibi bizim de bir duruşumuz oluyor. millet oturmuş yerlere simsiyah kıyafetlerle uzerlerine basmak da istemiyorum. kendimizi güzel bir lokomotif bulup biraz daha onların arkasından ambulans ardına takılmış cingöz gibi ilerliyoruz.
orada etraftaki insanlarla laklak ederken ne olduğunu anlamadan başlıyor yine konser. ayın karanlık yüzünde kayboluyoruz hepimiz.
bir ara transın üst noktalarında gezinirken biri arkadan omzuma dokunuyor, dönüp bakıyorum, 40larının ortalarında bir adam "kolunu indir" diyor. "hassiktir len" gibisinden bir bakıyorum adama dönüyorum dans etmeye, 3 dakika geçmiyor ki tekrar bu sefer daha yüksek sesle
-kolunu indir
-yok duydum zaten ne dediğinizi...
yok canım... ben 7 yıl beklemişim bu konser için. çağın en protest grubuyla kendımden geçerken biliyorum ki ömrümde bir daha olmayacak. ve kollarımı indiricekmişim. hadi len...
neyse tabi 10 saat zaten o şekilde durmanın imkanı olmadığı için indiriyorum kollarımı. bir ara bir saksafon solonun gazıyla tam tekrar kaldırıyorum ki adam geliyor aklıma, soldaki mavi t-shirtlu arkadaşa yüklenip bir adım yana kayıyorum.
solo bittiginde amca elini denım sırtıma koyoyur gülümseyerek, "ben bu anı 30 yıldır beklıyorum" diyor... bir anda fark ediyorum ki ben 7 yıldır bekliyorusam adam 27 yıldır bekliyor bu konseri. bu yaşında kısa boylu ve yapayalnız adamcağıza çok acıyorum. elimi adamın omzuna atıp "benim de bu anı 30 yıldır bekleyen bir babam var, zaten o yüzden burada olma şansım var" diyorum. konser salonunun ortasında sarılıyoruz adamla birbirimize. öpsem ayıp mı olur diyorum, bir yandan da hayırdır manyak mıyım neyim.
vokal’ler başlangıçta teknik sorun çekselerde açılıyorlar sonra, müzik, ortam ve görsel şölen sarıp sarmalıyor insanı ve sözler minicik yapıp yok ediyor.
dark side of the moon bitip the wall başlıyınca otoriteye karşı birikmiş kollektif nefret adına ne warsa çıkyor dışarı. yumruklar sıkılmış bağırıyoruz çığlık çığlıga, beyin yıkamasına, kalıplaşmışlığa, ön yargılara, savaşa karşı 3 nesil bir arada. sanki biz değiliz öss sınavına giren, karikatür için adam öldürüp bir top peşinde fanatikleşen.
pixie’nin saçlarından kokusu yayılıyor içime, gözlerimi kıstıkça içim akıyor ona. sırtını, kollarını, kalçalarını hissediyorum üzerimde, ayrılık susatıyor insanı.
ikinci bir kadın yanımda. belki pixie’nin beni belli bir seviyeye kadar paylaşmaktan rahatsız olmayacağı tek kadın. canım. kardeşim.
o günden sonraki bir hafta boyunca hiç bir müzik dinleyemeyeceğimi bilsem de tadını çıkarıyorum elimdekinin. kendimi bir göz yaşında kaybedip geri dönerken neden "hey you"’yu çalmadılar diye hayıflanıyorum.
arabada buluyorum cüzdanımı. pixie yolda kucagımda uyuyor. yaslanıyorum koltuğun arkasına. mırıldanıyorum "together we’ll stand, divide and we’ll fall..."
20sinden 70ine, sağınızda, solunuzda, önünüzde, arkanızda, sağ ayağınızın üstünde, omzunuzun dibinde binlerce insan.. hiçkimse bir kalabalıkta yer almaktan bu kadar mutlu olmamıştır. hepsinin elleri havada. hepsi bir ağızdan bağıra bağıra comfortably numb’ı söylüyor. kendi çığlığını dahi duyamayacak kadar.
insan selinin en ucunda, elinde gitarıyla roger waters görünüyor. hemen arkasındaki ekranda yıllar geçse de belleğimden asla silinmeyecek görüntüler geçiyor. sanki gerçek değil gibi orada olanlar. sanki on bin insan hep beraber aynı hayali görmekteyiz. her saniyesini kazımaya çalışıyorum hafızama. hemen arkamda duran ithilquessir’e dönüp bakıyorum... yok yok kesin hayal bunlar.
artık ses tellerimden tek bir manalı ses dahi çıkaramıyorum..
..ben demiştim. konser öncesi, konser sonrası olarak bölündü hayatlar. k.ö ve k.s.
kulaklarımda hala yankılanan gitar soloları, gözlerimi kapıyorum. ithilquessir’in kucağında uyuyakalıyorum..
..yok yok kesin hayal bunlar..
insan selinin en ucunda, elinde gitarıyla roger waters görünüyor. hemen arkasındaki ekranda yıllar geçse de belleğimden asla silinmeyecek görüntüler geçiyor. sanki gerçek değil gibi orada olanlar. sanki on bin insan hep beraber aynı hayali görmekteyiz. her saniyesini kazımaya çalışıyorum hafızama. hemen arkamda duran ithilquessir’e dönüp bakıyorum... yok yok kesin hayal bunlar.
artık ses tellerimden tek bir manalı ses dahi çıkaramıyorum..
..ben demiştim. konser öncesi, konser sonrası olarak bölündü hayatlar. k.ö ve k.s.
kulaklarımda hala yankılanan gitar soloları, gözlerimi kapıyorum. ithilquessir’in kucağında uyuyakalıyorum..
..yok yok kesin hayal bunlar..
an itibariyle kiz arkadasimin sagladigi canli telefon baglantisiyla kesintisiz dinledigim konserdir. ilk yorumu benden olsun istedim. isteyipte gidemeyen, isi gucu cikan herkesin bin pisman olacagi konserdir. tum salon hep bir agizdan roger waters ile soylemektedir, tuyler diken modundadir.
2 saat sonra kapıların açılmasıyla başlayacak olan ve yıllardır türkiyedeki floydianların beklediği konserdir..roger amca nihayet burdadır..harika bir konser olacağı kesindir..lakin 376 sız bir konser olması hasebiyle konsere giden herkese uzun süreliğine kıl olunacaktır 376 tarafından.ve utanmadan bu başlığı zırt pırt güncelleyip, asabını bozanlara da kıl olacaktır 376.
(bkz: yalnız bırakın lan beni)
(bkz: yalnız bırakın lan beni)
işte sonunda olmuştur. kendimi konsere gitmek üzere evden çıkmak için hazırlanırken bulmuşumdur. şimdiye kadar olan ve şimdiden sonra olacak hayatımın bir kilit noktasıdır bu gece roger waters.
gerçektende happiest days of our lives´ten birisi olan bugün de konserin ikinci şarkısında her zaman sisteme ve büyüklere uymadığımız kendi yolumuzu çizdiğimiz için duvardaki tuğlalardan biri değiliz diye bağırılacak, sonra her konuda annelere danışıldığı ama annelerin her zaman doğru yolu göstermediğini belirten mother şarkısıyla devam eden konserde shine on you crazy diamond söylenerek syd´e atıfta bulunulacak ve "bir şeyi çok istiyorsanız yapabilecekleriniz sizi şaşırtır" kıvamındaki have a cigar ile devam edilecektir.
konserin ikinci yarısında zaten tek şarkı olarak dinlenen dark side of the moon hep bir ağızdan söylenecek ve muhtemelen biste de herkesin o anki durumunu ortaya koyacak olan comfortably numb ile konser sonlanacak.
(bkz: gün bugündür)
konserin ikinci yarısında zaten tek şarkı olarak dinlenen dark side of the moon hep bir ağızdan söylenecek ve muhtemelen biste de herkesin o anki durumunu ortaya koyacak olan comfortably numb ile konser sonlanacak.
(bkz: gün bugündür)
biletler tükenmesine rağmen ek olarak 1000 bileti daha satışa çıkan konser.
başlığın yeniden sol frame’e taşınmasıyla damarlarımdaki adrenalin miktarı aniden fırlamış, kan basıncımda yükselme kalp atışımda artma görülmüştür.
muhtemel playlisti aşağıdaki gibi olan ve artık biletleri tükenen konser.
ilk yarı : happiest days of our lives, another brick in the wall, mother, shine on you crazy diamond, have a cigar, wish you were here, set the controls for the heart of the sun, the gunners dream, southampton dock, fletcher memorial home, perfect sense, leaving beirut, sheep.
ikinci yarı : dark side of the moon baştan sona
bisden sonra; in the flesh, vera lynn, bring the boys back home, comfortably numb.
istanbul konseri hakkında tüm bilgiler için:
http://pinkfloydturk.net/waterstanbul/default.asp
ilk yarı : happiest days of our lives, another brick in the wall, mother, shine on you crazy diamond, have a cigar, wish you were here, set the controls for the heart of the sun, the gunners dream, southampton dock, fletcher memorial home, perfect sense, leaving beirut, sheep.
ikinci yarı : dark side of the moon baştan sona
bisden sonra; in the flesh, vera lynn, bring the boys back home, comfortably numb.
istanbul konseri hakkında tüm bilgiler için:
http://pinkfloydturk.net/waterstanbul/default.asp
biletleri çoktan tükenen,(bkz: pink floyd ) efsanesinin kurucusunu yakından görebileceğimiz ve gittikçe yaklaşan konser.
bu muhtesem duyurunun etkisiyle, bugun itibariyle yillik izini biraz daha one alma gayretlerim baslamis durumdadir...insallah basaririm, gazamiz mubarek olsun diyelim, kandil dolayisiyla da bu dilegimin ayni gune gelmesinden cok umutluyum...ayrica, butun inananlarin bu kutlu gunu, hayirlara vesile olsun...
2006da bir insanın başına gelebilecek en güzel etkinliktir. ithilquessir ve pederi sayesinde benim de başıma bir bilet düşmüştür. düşündükçe insanın "nasıl bekleyeceğim 20 hazirana kadar" diyesi gelmektedir. 73 gün vardır hala.
(bkz: ölme eşeğim ölme)
(bkz: ölme eşeğim ölme)
biletlerin satışa çıkmasından bir gün öncesinde konserin sponsorlarından olan garanti bankasında çalışan bir adet über-cool baba sayesinde 5 bilet temin ettiğim, pixie ile beraber katılacağım konserdir.
ilk 5500 bilet 7 saat içinde tükendi. geriye 2500 bilet kaldı.
roger waters konser biletleri 6 nisan saat 11:00 de biletix üzerinden satışa çıktı. ön bölüm biletleri zaten hafta içi tükenmişti ancak ilaveten çok az sayıda da ön bilet satışa çıktı onlar da bittikten sonra saat 18:00 civarı bu biletler de bitti. şimdi ilave edilen 99 ytl ye satılan 3. blok bilet satışları başlamış durumda.
roger waters konser biletleri 6 nisan saat 11:00 de biletix üzerinden satışa çıktı. ön bölüm biletleri zaten hafta içi tükenmişti ancak ilaveten çok az sayıda da ön bilet satışa çıktı onlar da bittikten sonra saat 18:00 civarı bu biletler de bitti. şimdi ilave edilen 99 ytl ye satılan 3. blok bilet satışları başlamış durumda.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?