her insan her kitabı okumaya layık değildir. bazı kitaplar vardır ki, her insanın diline düşemeyecek kadar değerlidir. türk edebiyatında tutunamayanlar bunların başında gelir. ((bkz: kime göre neye göre)). kitabın üzerine bir söz söylemeye kendimi layık görmüyorum. lakin kitap okunduktan sonra "bunun üzerine daha ne söylenebilir ki?" diyor insan
müslüman-doğu geleneğinde felsefenin ulaştığı en son merhaleyi temsil eden filozof olduğu kabul edilir. medreseyi ve oradaki başmüderrisliği terk edip 4 küsür yıl boyunca o zamana kadar öğrettiği bütün şeyleri sorgulamış, bu süre içinde hiç kimseyle konuşmamış, bu yüzden tekrar insanların arasına karıştığında bir süre kekeleyerek konuşmuştur. yazdığı kitapların yaşadığı ömre bölündüğünde gün başına 18 sayfa düştüğü rivayet edilir. bu kitaplardan günümüze ulaşanların içinde geçen kelimelerin bir çoğunun, yazıldığı zaman taşıdığı anlamı kaybedip günümüzde farklı şekilde algılanması, doğru anlaşılmasını güçleştirir. türkiye’de gazali genellikle dindar kesimler tarafından benimsenir ve okunur. lakin gazali’nin felsefesi sadece bir "izm"e veya sadece belli bir inancın esaslarına indirgenemeyecek kadar geniş ve cihanşümuldür. bu meyanda hegel’i anlamamış bir insan gazali’yi doğru anlaması mümkün değildir. ayrıca kendisinin henüz 11. asırda ortaya attığı kavramlardan, batı dünyasında ilk kez ancak 19. yüzyılda bahsedilmeye başlanması (bkz: henry bergson) düşündürücüdür.
"cevizin kabuğunu kırıp özüne inemeyen, cevizi kabuktan ibaret zanneder" sözü, gazali’nin felsefeye bakış mantığını kısmen özetlemekle beraber, benim düşünce serüvenimde bir milat olması bakımından şahsım nazarında ayrıca bir öneme sahiptir.
imam-ı gazali’nin kuran ve sünneti kaynak alarak yazdığı dini nitelikteki kitaplarında geçen bazı cümleleri başına sonuna bakmadan kırparak alıp, bunları kendi küçük dünyalarının ucuz değer yargılarıyla değerlendirdirerek kendisini örümcek kafalı olmakla itham edenlerin varlığı, gazali’nin gerçek değerinden hiçbir şey eksiltmemektedir.
"cevizin kabuğunu kırıp özüne inemeyen, cevizi kabuktan ibaret zanneder" sözü, gazali’nin felsefeye bakış mantığını kısmen özetlemekle beraber, benim düşünce serüvenimde bir milat olması bakımından şahsım nazarında ayrıca bir öneme sahiptir.
imam-ı gazali’nin kuran ve sünneti kaynak alarak yazdığı dini nitelikteki kitaplarında geçen bazı cümleleri başına sonuna bakmadan kırparak alıp, bunları kendi küçük dünyalarının ucuz değer yargılarıyla değerlendirdirerek kendisini örümcek kafalı olmakla itham edenlerin varlığı, gazali’nin gerçek değerinden hiçbir şey eksiltmemektedir.
anne-babaların, sıcak bir oda verip cebine de iki kuruş para koyduktan sonra kendisine karşı hiç bir yükümlülüklerinin kalmadığına inandıkları müddetçe yediği her bok mübah olan canlı türüdür. hoca kaprisleri, ders stresi, ergenlik krizi, gelecek kaygısı, kendisine biçilen yarış atı rolü nedir ki? yediği önünde yemediği arkasındadır. öğrenci dediğin varlığın tek görevi okumaktır. ekmek elden su göldendir. öğrenci adamın derdi mi olurmuş?
acaba... öyle midir?
acaba... öyle midir?
ders çalıştığını zannetmek...
1937 yılında idi. yaz aylarından biri.
doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede "makedonya" adlı bir eserim tefrika ediliyordu. bir akşam üstü başyaver celal bey beni telefonla aradı. dolmabahçe sarayına davet edildim ve saraya gidince de, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. bir kapı açıldı, kendimi büyük adamın karşısında buldum. saygılarımı bildirince mutad bir iki nezaket cümlesi ile beni taltif etti. sonra:
-yazını okuyorum, dedi. hürriyetin ilan edildiği zaman küçük bir çocuk olman lazım. fakat tebrik ederim, o günleri iyi canlandırıyorsun. yalnız abdülhamidi hiç sevmediğin belli.
biraz durdu. elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir fransızca kitaba dikine vurarak düşünür gibi oldu. ben susuyordum. bu hal bir iki dakika devam etti. sonra birdenbire şu sözler çıktı ağzından:
-sevme abdülhamidi. gene de sevme! fakat sakın hatırasına hakaret ediyim deme. senin neslin biraz daha temkinli kararlar vermeye alışmalı. bak çocuk! şahsi kanaatimi kısaca söyleyeyim:
tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun ahvali meşkuk (ne olacakları şüpheli) ve hudutları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette abdülhamidin idare tarzı, azami müsamahadır (en yüksek hoşgörüdür). hele bu idare, on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında tatbik edilmiş olursa...
bunun üzerine ayrılmama müsaade buyurmuşlardı. saygılarımı tekrarlayarak huzurlarından uzaklaşmıştım.
1937de artık devlet adamlığında iyice olgunlaşan atatürkün "nizamettin nazif tepedelenlioğlu" na söylediği bu sözler üzerinde abdülhamid düşmanlarının oturup iki dakika düşünmeleri güzel olacaktır. tabi, düşünme yetenekleri var ise...
doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede "makedonya" adlı bir eserim tefrika ediliyordu. bir akşam üstü başyaver celal bey beni telefonla aradı. dolmabahçe sarayına davet edildim ve saraya gidince de, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. bir kapı açıldı, kendimi büyük adamın karşısında buldum. saygılarımı bildirince mutad bir iki nezaket cümlesi ile beni taltif etti. sonra:
-yazını okuyorum, dedi. hürriyetin ilan edildiği zaman küçük bir çocuk olman lazım. fakat tebrik ederim, o günleri iyi canlandırıyorsun. yalnız abdülhamidi hiç sevmediğin belli.
biraz durdu. elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir fransızca kitaba dikine vurarak düşünür gibi oldu. ben susuyordum. bu hal bir iki dakika devam etti. sonra birdenbire şu sözler çıktı ağzından:
-sevme abdülhamidi. gene de sevme! fakat sakın hatırasına hakaret ediyim deme. senin neslin biraz daha temkinli kararlar vermeye alışmalı. bak çocuk! şahsi kanaatimi kısaca söyleyeyim:
tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun ahvali meşkuk (ne olacakları şüpheli) ve hudutları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette abdülhamidin idare tarzı, azami müsamahadır (en yüksek hoşgörüdür). hele bu idare, on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında tatbik edilmiş olursa...
bunun üzerine ayrılmama müsaade buyurmuşlardı. saygılarımı tekrarlayarak huzurlarından uzaklaşmıştım.
1937de artık devlet adamlığında iyice olgunlaşan atatürkün "nizamettin nazif tepedelenlioğlu" na söylediği bu sözler üzerinde abdülhamid düşmanlarının oturup iki dakika düşünmeleri güzel olacaktır. tabi, düşünme yetenekleri var ise...
en büyük potansiyel düşmandır
ne varlığe ne de yokluğa inanıp, ancak bunlardan hangisinin doğru olduğunun bilinemeyeceğine inanmanın karşıt halidir. agnostisizm kavramını, sözel tanımını bir kenara bırakarak matematiksel olarak somutlaştırmaya çalışacak olursak analitik düzlemde "sıfır" noktasına tekabül ettiğini söyleyebiliriz. sıfırın tersi "sonsuz" olup, bunu inanca uyarlamayı denediğimizde tanrının hem varlığına, hem de yokluğuna inanmak, daha da genelleştirirsek birbirine karşıt olan herşeye inanmak gibi bir durum söz konusu olur. her ne kadar materyalist felsefe bunu "her varlığın karşıtı kendi içinde gizlidir" önermesiyle açıklamaya çalışsa da benim de kabul ettiğim, "her varlık ancak karşıtıyla mevcudiyetini bulur" ilkesinden yola çıktığımızda bir şeyin hem mevcut olup hem de olamayacağına aynı anda inanmak sıfır ile sıfırı çarpıp sonsuzu elde etmek demektir. oysaki sonuç yine sıfırdır. dolayısıyla "hiç bir şeyi bilemeyeceğine inandığına inanmamak" kendi mantığı içinde yine tanrı olgusunun varlığı karşısında bir taraf olmamak anlamına gelir. sonuç olarak agnostisizmin karşıtı yine agnostisizm yani anti agnostisizm = agnostisizm dir.
"benim için ilginç olan gözlerimi yalnız sana baktıkları zaman görmektir" sözü de ona aittir.
"faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir" demiştir kendisi
ortamdakiler gülmek için yapılan esprinin kalitesini değil, değil espriyi yapan kişiyi ölçü alıyorlarsa, er kişinin burada verilen ince mesajı alıp yol alması gerekir
okurken sinirden klavyeye kafa attığım haber.
haberin veriliş tarzını gören 3. dünya savaşı çıktı sanacak.
olay ne?
lisenin bodrum katında namaz kılan üç-beş tane öğrenci.
genel seçimlerin yaklaştığı ve cumhurbaşkalığı seçiminin krize dönüştüğü (dönüştürüldüğü) şu hassas dönemde olayın türkiyenin başka derdi kalmamış gibi manşetten verilmesindeki manidarlığı bir başka baharda tartışmak üzere kenara bırakarak, gaza gelmiş "tehlikenin farkında mısınız" cı zihniyete iki kelam etmek istiyorum.
"kızımın beynini yıkadılar.... gecenin beşinde kalkıp namaz kılıyor." diyen acılı babanın üzüntüsü paylaşıyorsunuz, anlıyorum. hadi sabah yedide falan kalkıp kılsa neyse de gecenin beşi de ne demekmiş canım? buna yürek mi dayanır? yalnızca bununla kalmıyor ki; bu kız dini konularda kitap okuyup duran bir kız olup çıkmış. bak sen! peki bir insanın beyninin yıkanmış olduğuna nasıl kanaat getirilir? bunun evrensel somut bi ölçütü mü var? kendi yaşam tarzı üzerinde yaptığı tercihin sana ters gelmesi "beyni yıkanmış" ithamında bulunmaya hak mı veriyor? "kafası çalışmak", "özgür düşünmek", "ne yaptığının farkında olmak" ne zamandan beri sadece senin özelliklerin? "biliçli" olup olmama durumunun ölçütünü yalnızca namaz kılmaya kadar indirgemiş zihniyet mi yoksa "dini konularda kitap okuyup duran" mı daha yobaz? madem en doğru inancı kendinin taşıdığından bu kadar eminsin, bu insanlar seni neden bu kadar korkutuyor?
dinle ilgili ne zaman bi tartışma olsa, olayı hemen siyasete dökerek ne tarafından anladığını bir türlü çözemediğim laiklik anlayışıyla "laik devlette böyle şey olmaz" fermanını verip, arkasından otuz senelik müderris edasıyla "zaten bizim dinimiz hede hödö dinidir, siz dini yanlış yorumluyorsunuz" diye fetvalar düzmeye başlayan demagoji üstatlarının, bu olaya da "ibadet sadece camide yapılır" saçmalığıyla girip, "aslında bunların sorumlusu akp hükümetidir" teziyle yol alarak "öyleyse bu eylem laikliğe yönelik bir tehdittir" hipotezine varmalarıyla
okul yönetimini rejim düşmanı ilan etmeleri beni hiç şaşırtmadı.
yapmayın beyler. hayatınızda bir kez olsun kıbleye durmuşluğunuz yokken bu insanların oraya hangi duygular içinde gittikleri konusunda ahkam kesmeyin. illa üzerlerinde bir baskının olduğunu iddia ediyorsanız lise yıllarında okulun mescidini kullanmış biri olarak söyleyim, bizim üzerimizdeki tek baskı o mescide giderken başkalarına görünmekten çekinmemizin getirdiği baskıydı.
aslında mesele okulda namaz kılmaya çalışan 3-5 çocuk değil. hepimiz çok iyi biliyoruz ki asıl mesele, muhafazakar bir partinin iktidarda olmasına kafayı fena halde takmış, kendisini bu halkın ebedi hakimi sanan statükocu elitin ve onun halk arasındaki şakşakçılarının saldırganlık eşiğinin çok ama çok düşmüş olması. asıl mesele, sınıfsal imtiyazlarını kaybetmemek uğruna milletin değerleri üzerinden siyaset yapmakta hiç bir sakınca görmeyen zihniyetin insanları kutuplaştırmadaki takdire şayan başarısı.
şunu lütfen anlamaya çalışın ki; benim gibi, "ya bizdensin yada rejim düşmanısın" dayatmasıyla körüklenen öfke tacirliğine prim vermemeye çalışan insanlar, her gün pişirilip önümüze konan bu yapay sorunlar karşısında benimsediğimiz değerlere yapılan saldırılar çirkinleştikçe istemediğimiz halde bir taraf olmaya mecbur bırakılıyor. laikliği kendi yaşam tarzınızın bayrağı, sınıfsal kudretinizin tahammülsüzlüğünün bir imgesi haline getirdiniz. "siz" ve "biz" arasındaki uçurum derinleştikçe kaybeden "hepimiz" olacağız. bu uçurumu kapatmak için sadece biraz "saygı" gerek. yeter ki iş geri dönülemeyecek bir noktaya gelmesin.
haberin veriliş tarzını gören 3. dünya savaşı çıktı sanacak.
olay ne?
lisenin bodrum katında namaz kılan üç-beş tane öğrenci.
genel seçimlerin yaklaştığı ve cumhurbaşkalığı seçiminin krize dönüştüğü (dönüştürüldüğü) şu hassas dönemde olayın türkiyenin başka derdi kalmamış gibi manşetten verilmesindeki manidarlığı bir başka baharda tartışmak üzere kenara bırakarak, gaza gelmiş "tehlikenin farkında mısınız" cı zihniyete iki kelam etmek istiyorum.
"kızımın beynini yıkadılar.... gecenin beşinde kalkıp namaz kılıyor." diyen acılı babanın üzüntüsü paylaşıyorsunuz, anlıyorum. hadi sabah yedide falan kalkıp kılsa neyse de gecenin beşi de ne demekmiş canım? buna yürek mi dayanır? yalnızca bununla kalmıyor ki; bu kız dini konularda kitap okuyup duran bir kız olup çıkmış. bak sen! peki bir insanın beyninin yıkanmış olduğuna nasıl kanaat getirilir? bunun evrensel somut bi ölçütü mü var? kendi yaşam tarzı üzerinde yaptığı tercihin sana ters gelmesi "beyni yıkanmış" ithamında bulunmaya hak mı veriyor? "kafası çalışmak", "özgür düşünmek", "ne yaptığının farkında olmak" ne zamandan beri sadece senin özelliklerin? "biliçli" olup olmama durumunun ölçütünü yalnızca namaz kılmaya kadar indirgemiş zihniyet mi yoksa "dini konularda kitap okuyup duran" mı daha yobaz? madem en doğru inancı kendinin taşıdığından bu kadar eminsin, bu insanlar seni neden bu kadar korkutuyor?
dinle ilgili ne zaman bi tartışma olsa, olayı hemen siyasete dökerek ne tarafından anladığını bir türlü çözemediğim laiklik anlayışıyla "laik devlette böyle şey olmaz" fermanını verip, arkasından otuz senelik müderris edasıyla "zaten bizim dinimiz hede hödö dinidir, siz dini yanlış yorumluyorsunuz" diye fetvalar düzmeye başlayan demagoji üstatlarının, bu olaya da "ibadet sadece camide yapılır" saçmalığıyla girip, "aslında bunların sorumlusu akp hükümetidir" teziyle yol alarak "öyleyse bu eylem laikliğe yönelik bir tehdittir" hipotezine varmalarıyla
okul yönetimini rejim düşmanı ilan etmeleri beni hiç şaşırtmadı.
yapmayın beyler. hayatınızda bir kez olsun kıbleye durmuşluğunuz yokken bu insanların oraya hangi duygular içinde gittikleri konusunda ahkam kesmeyin. illa üzerlerinde bir baskının olduğunu iddia ediyorsanız lise yıllarında okulun mescidini kullanmış biri olarak söyleyim, bizim üzerimizdeki tek baskı o mescide giderken başkalarına görünmekten çekinmemizin getirdiği baskıydı.
aslında mesele okulda namaz kılmaya çalışan 3-5 çocuk değil. hepimiz çok iyi biliyoruz ki asıl mesele, muhafazakar bir partinin iktidarda olmasına kafayı fena halde takmış, kendisini bu halkın ebedi hakimi sanan statükocu elitin ve onun halk arasındaki şakşakçılarının saldırganlık eşiğinin çok ama çok düşmüş olması. asıl mesele, sınıfsal imtiyazlarını kaybetmemek uğruna milletin değerleri üzerinden siyaset yapmakta hiç bir sakınca görmeyen zihniyetin insanları kutuplaştırmadaki takdire şayan başarısı.
şunu lütfen anlamaya çalışın ki; benim gibi, "ya bizdensin yada rejim düşmanısın" dayatmasıyla körüklenen öfke tacirliğine prim vermemeye çalışan insanlar, her gün pişirilip önümüze konan bu yapay sorunlar karşısında benimsediğimiz değerlere yapılan saldırılar çirkinleştikçe istemediğimiz halde bir taraf olmaya mecbur bırakılıyor. laikliği kendi yaşam tarzınızın bayrağı, sınıfsal kudretinizin tahammülsüzlüğünün bir imgesi haline getirdiniz. "siz" ve "biz" arasındaki uçurum derinleştikçe kaybeden "hepimiz" olacağız. bu uçurumu kapatmak için sadece biraz "saygı" gerek. yeter ki iş geri dönülemeyecek bir noktaya gelmesin.
tevellüt : doğum mütevellit : doğmuş, doğan.
bir arkadaşımız ingilizce sınavında yemek tarifi verirken "horse the macaroni in the water" buyurmuştu. makarnaları suya at demek istemiş kendisi.
turgut özalın üzerine etiket gibi yapışmış bu cümle hiçbir zaman onun ağzından çıkmamıştır. şöyle ki: 1987 yılında referandum konusu tartışılırken chp grup başkan vekili hikmet çetin bir konuya itiraz ederken "sizin bu söylediğiniz anayasayı bir kere delmekle birşey olmaz anlamına geliyor" demiştir. olay bundan ibarettir.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?