cnn türk ekranlarında yayınlanan mesut yar’ın sunduğu burada laf çok programının dünkü bölümüne ünlü şovmen okan bayülgen ve pop müziğin sevilen ismi rafet el roman konuk oldu.
yar da, bayülgen de, el roman da siyahlar giymişti. mesut yar, "siyahların gecesi oldu ama çok karizma duruyor belli bir yaştan sonra üzerimizdeki renkler" dedi.
bunun üzerine bayülgen, "bu gecenin hakikaten sinir bozucu bir tarafı var" ifadesini kullandı.
"programın dünkü bölümünün özetini izlerken görülülen şey çok eğleniyormuşuz ve bir anda bir şey patlamış, ulusal bir yas ortamı ortaya çıkmış" diyen bayülgen, "ben bir yayıncı olarak ne yapabileceğimi bilmiyorum. biraz da bana riyakarlık olarak görünüyor. sanki bende bu riyakarlığın içindeymişim gibi geliyor. çünkü bu gece senin konukların arasında safa (yetenek sizsiniz’in birincisi)’da vardı. safa bu gece iptal. neden iptal? bu olay dün olsaydı çok başarılı arkadsaşımız da dün iptal olacaktı. peki bu komik arkadaşlar ne zaman çıkacak? yarın mı çıkacak, ertesi gün mü çıkacak? peki bu arkadaş yarın çıktığında bu iş geçmiş mi olacak? bu yüreği dağlanan ailelerin, insanların acısı geçmiş mi olacak? eğlenelim, gülelim mi olacak, değişecekler mi, nasıl olacak bu iş? bütün ülkede olduğu gibi konserler iptal edilir vs. hakikaten üzgünüz. bu bizim samimi üzüntümüz. zaten başka bir şeyde gösteremiyoruz" şeklinde konuştu.
"bu komikler, eğlenceli şarkılar söyleyenler ne yapacak?" diye soran bayülgen, "bu riyayı bırakalım ulusal yas ilan edelim. hakikaten herkes de buna uyum göstersin" dedi.
okan bayülgen, "bu olaydan herkesin haberi olsun 13 şehit, 7 yaralı var, onların aileleri var. bu çocuklar artık ölmesin. ben işin tüm yönleriyle ortaya açıkmasını istiyorum. bu çocuklar boş yere mi ölüyor? ölmelerinin bir anlamı mı var? bu kardeş kanını aktımanın, bilmediğimiz bu büyük pazarlığın bir sonucu bir şey olacak mı?" diye konuştu.
"bu olaylar olmadıkça, medyada yazılan çizilen, herkes bir yumuşuyor, herkes kardeştir deniliyor. sonra böyle bir olay oluyor, tekrar içimize kapanıyoruz" ifadesini kullanan bayülgen, "bu bizim ülkemizdeki milli bir felkakettir, milli bir yastır. bu gece bir yas günüdür. bu gece üzgün duralım, yarın tekrar vur patlasın çal oynasın eğlenmeye başlayalım olmaz" şeklinde konuştu.
http://haber.ekolay.net/haber/2908/794027/bu-riyayi-birakalim-ulusal-yas-ilan-edelim.aspx
trenler bir yerlerde uyuduğunda
insanlar garlarda nasıl beklerse, öyle beklerim seni
neruda..
insanlar garlarda nasıl beklerse, öyle beklerim seni
neruda..
an itibari ile trt fm radyo kulübü programında konuk... istanbul için frekans: 91.4
beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın, denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın ... öylesine yıktın ki bütün inançlarımı beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın...
that ’70s show, 1998 yılında ilk sezon bölümleri abd’de gösterilmeye başlanmış, wisconsin eyelatindeki hayali bir yer olan point place kasabasındaki bir grup gencin 17 mayıs 1976’dan 31 aralık 1979’e kadar yaşadığı olayların analtıldığı bir komedi dizisidir. dizi 8 sezon olarak çekilmiş, amerika’da fox adlı kanalda yayınlanmıştır. ülkemizde ise 2005 yılında tv8 adlı televizyon kanalında türkçe altyazılı olarak yaklaşık 50 bölümden fazla, ardından türkçe dublajlı olarak yine aynı kanalda yaklaşık 10 bölüm gösterilmiştir. günümüzde ise comedy smart (d-smart) adlı televizyon kanalında hala yayınlanmaktadır. dizide ashton kutcher, topher grace ve mila kunis gibi amerika’nın başarılı genç oyuncular da oynamaktadır.
dizi 2006 yılında 8. sezonunda sona ermiştir.
dizi 6 gencin etrafında geçen olayları konu alır. grubun lideri eric forman sıska, star wars ve komşularının kızıl saçlı, feminist kızı donna pinciotti’yi seven bir gençtir. steven hyde asi, led zeppelin ve pink floyd tutkunu biri, aynı zamanda da eric’in en iyi arkadaşıdır, annesi onu terkettiğinde ise forman ailesinin yanına taşınır. michael kelso ise yakışıklı fakat fazla zeki olmayan bir karakterdir. kelso’nun süreli adlattığı kız arkadaşı jackie burkhart zengin ve okulda popüler bir amigo kız lideridir. grubun en garip üyesi fez (ingilizce’de yabancı değişim öğrencisi anlamına gelen foreign exchange student) ülkesi ve nereden geldiği açıklanmayan, garip aksanlı biridir. ashton kutcher ve topher grace’in 8. sezonda diziden ayrılması üzerine katılan karakterlerden biri randy pearson, hyde’ın müzik dükkanında çalışmaktadır. yine diziye katılan karakterlerden biri olan samantha adlı striptizci sadece 9 bölümde oynamıştır. gelen iki karakterin dizi izleyicileri tarafından negatif karşılanması sonucu ilerleyen bölümlerde geri planda kalmışlardır.
dizideki yetişkin karekterlerin başında ise eric’in ebeveynleri kitty ve red forman gelmektedir. kitty bir hastanede hemşire olarak çalışıp, ve evdeki işlerle ilgilenen bir anne, red ise sinirli bir vietnam gazisidir. karşı komşuları midge ve bob pinciotti sürekli olarak kavga eden, garip bir çifttir. leo da genelde yardımcı rollerde bulunan unutkan bir hippidir.
dizi 2006 yılında 8. sezonunda sona ermiştir.
dizi 6 gencin etrafında geçen olayları konu alır. grubun lideri eric forman sıska, star wars ve komşularının kızıl saçlı, feminist kızı donna pinciotti’yi seven bir gençtir. steven hyde asi, led zeppelin ve pink floyd tutkunu biri, aynı zamanda da eric’in en iyi arkadaşıdır, annesi onu terkettiğinde ise forman ailesinin yanına taşınır. michael kelso ise yakışıklı fakat fazla zeki olmayan bir karakterdir. kelso’nun süreli adlattığı kız arkadaşı jackie burkhart zengin ve okulda popüler bir amigo kız lideridir. grubun en garip üyesi fez (ingilizce’de yabancı değişim öğrencisi anlamına gelen foreign exchange student) ülkesi ve nereden geldiği açıklanmayan, garip aksanlı biridir. ashton kutcher ve topher grace’in 8. sezonda diziden ayrılması üzerine katılan karakterlerden biri randy pearson, hyde’ın müzik dükkanında çalışmaktadır. yine diziye katılan karakterlerden biri olan samantha adlı striptizci sadece 9 bölümde oynamıştır. gelen iki karakterin dizi izleyicileri tarafından negatif karşılanması sonucu ilerleyen bölümlerde geri planda kalmışlardır.
dizideki yetişkin karekterlerin başında ise eric’in ebeveynleri kitty ve red forman gelmektedir. kitty bir hastanede hemşire olarak çalışıp, ve evdeki işlerle ilgilenen bir anne, red ise sinirli bir vietnam gazisidir. karşı komşuları midge ve bob pinciotti sürekli olarak kavga eden, garip bir çifttir. leo da genelde yardımcı rollerde bulunan unutkan bir hippidir.
rufus wainwright şarkısıdır. sözleri;
im going to a town that has already been burnt down
im going to a place that has already been disgraced
im gonna see some folks who have already been let down
im so tired of america
im gonna make it up for all of the sunday times
im gonna make it up for all of the nursery rhymes
they never really seem to want to tell the truth
im so tired of you, america
making my own way home, aint gonna be alone
ive got a life to lead, america
ive got a life to lead
tell me, do you really think you go to hell for having loved?
tell me, enough of thinking everything that youve done is good
i really need to know, after soaking the body of jesus christ in blood
im so tired of america
i really need to know
i may just never see you again, or might as well
you took advantage of a world that loved you well
im going to a town that has already been burnt down
im so tired of you, america
making my own way home, aint gonna be alone
ive got a life to lead, america
ive got a life to lead
i got a soul to feed
i got a dream to heed
and thats all i need
making my own way home, aint gonna be alone
im going to a town
that has already been burnt down
im going to a town that has already been burnt down
im going to a place that has already been disgraced
im gonna see some folks who have already been let down
im so tired of america
im gonna make it up for all of the sunday times
im gonna make it up for all of the nursery rhymes
they never really seem to want to tell the truth
im so tired of you, america
making my own way home, aint gonna be alone
ive got a life to lead, america
ive got a life to lead
tell me, do you really think you go to hell for having loved?
tell me, enough of thinking everything that youve done is good
i really need to know, after soaking the body of jesus christ in blood
im so tired of america
i really need to know
i may just never see you again, or might as well
you took advantage of a world that loved you well
im going to a town that has already been burnt down
im so tired of you, america
making my own way home, aint gonna be alone
ive got a life to lead, america
ive got a life to lead
i got a soul to feed
i got a dream to heed
and thats all i need
making my own way home, aint gonna be alone
im going to a town
that has already been burnt down
rufus mcgarrigle wainwright (d. 22 haziran 1973), kanadalı-abd’li şarkıcı ve söz yazarı
albümleri
rufus wainwright (1998, dreamworks)
poses (2001, dreamworks)
want one (2003, dreamworks)
waiting for a want (ep; 2004, dreamworks) —
want two (2004, dreamworks/geffen)
all i want (2004, (dvd)
want (2005, dreamworks/geffen) —
alright already (ep; 2005, dreamworks/geffen) —
release the stars (15 mayıs, 2007)
ödülleri ve adaylıkları
juno ödülleri
1990 - aday gösterildi; yılın en çok gelecek vaad eden erkek vokalisti
1999 - kazandı; en iyi alternatif albüm, rufus wainwright
2000 - aday gösterildi; en iyi şarkı sözü yazarı; "poses," "cigarettes and chocolate milk," ve "grey gardens"
2002 - kazandı; en iyi alternatif albüm, poses
genie ödülleri
1989 - kazandı; en iyi film müziği, "i’m a runnin’"
şöyle de bir şarkısı var ki...
going to a town
http://tinyurl.com/d45tra
albümleri
rufus wainwright (1998, dreamworks)
poses (2001, dreamworks)
want one (2003, dreamworks)
waiting for a want (ep; 2004, dreamworks) —
want two (2004, dreamworks/geffen)
all i want (2004, (dvd)
want (2005, dreamworks/geffen) —
alright already (ep; 2005, dreamworks/geffen) —
release the stars (15 mayıs, 2007)
ödülleri ve adaylıkları
juno ödülleri
1990 - aday gösterildi; yılın en çok gelecek vaad eden erkek vokalisti
1999 - kazandı; en iyi alternatif albüm, rufus wainwright
2000 - aday gösterildi; en iyi şarkı sözü yazarı; "poses," "cigarettes and chocolate milk," ve "grey gardens"
2002 - kazandı; en iyi alternatif albüm, poses
genie ödülleri
1989 - kazandı; en iyi film müziği, "i’m a runnin’"
şöyle de bir şarkısı var ki...
going to a town
http://tinyurl.com/d45tra
24 eylül itibariyle 6. sezonu başlayacak olan hastalıklı dizi.
eski bir gıdacı olarak, denetmen arkadaşlarımın şiddetle önerdikleri tek süt ürünleri markası.
(bkz: sivrisinek ile mücadele yöntemi )
tanzanyalı bir bilim adamı hastalık taşıyan sivrisineklere karşı güçlü bir silah üretti.
dr. fredos okumu tarafından gerçekleştirilen kapan sivrisinekleri çekmek için keskin çorap kokusunu kullanıyor.
okumu, sentetik olarak üretilen bu kokunun, insanlar tarafından salgılanan normal kokudan dört kat daha fazla sinek çektiğini tespit etmiş.
kapan yakaladığı sivrisinekleri zehirleyerek öldürüyor.
okumu, kapanların, cibinlik ve sivrisinekle mücadelede başvurulan alışıldık yöntemlerle birlikte kullanılabileceğini söylüyor.
koku yayan kapanların evlerin dışına kurulması ve sinekleri evin içine girmeden öldürmesi öngörülüyor.
fredos okumuya, kapanları geliştirmesi için 700 bin doların üstünde fon sağlandı.
ap haber ajansına açıklamalarda bulunan okumu, ayak kokusunun sivrisinekleri çektiğinin, ilk olarak hollandalı bilim adamı bart knols tarafından keşfedildiğini anlattı.
karanlık bir odada çıplak duran knols, sivrisineklerin vücudunun hangi bölgelerini ısırdığını incelemiş.
okumu, araştırmacıların yaklaşık 15 sene boyunca bu bilgiyi nasıl kullanabilecekleri üzerine çalıştıklarını söyledi.
kendisi de defalarca sıtma hastalığına yakalanan okumu, "sıtmanın küresel olarak yok edilmesi için yeni teknolojiler şart" diyor.
ap haber ajansı, iç mekanlarda kullanılan cibinlik ve sivrisinek ilaçlarının, sıtmayla mücadelede önemli adımlar kaydettiğini; ancak dış mekanlardaki sivrisineklerle mücadelede başarılı bir yöntem bulunamamış olduğunu da aktarıyor.
dr. fredos okumu tarafından gerçekleştirilen kapan sivrisinekleri çekmek için keskin çorap kokusunu kullanıyor.
okumu, sentetik olarak üretilen bu kokunun, insanlar tarafından salgılanan normal kokudan dört kat daha fazla sinek çektiğini tespit etmiş.
kapan yakaladığı sivrisinekleri zehirleyerek öldürüyor.
okumu, kapanların, cibinlik ve sivrisinekle mücadelede başvurulan alışıldık yöntemlerle birlikte kullanılabileceğini söylüyor.
koku yayan kapanların evlerin dışına kurulması ve sinekleri evin içine girmeden öldürmesi öngörülüyor.
fredos okumuya, kapanları geliştirmesi için 700 bin doların üstünde fon sağlandı.
ap haber ajansına açıklamalarda bulunan okumu, ayak kokusunun sivrisinekleri çektiğinin, ilk olarak hollandalı bilim adamı bart knols tarafından keşfedildiğini anlattı.
karanlık bir odada çıplak duran knols, sivrisineklerin vücudunun hangi bölgelerini ısırdığını incelemiş.
okumu, araştırmacıların yaklaşık 15 sene boyunca bu bilgiyi nasıl kullanabilecekleri üzerine çalıştıklarını söyledi.
kendisi de defalarca sıtma hastalığına yakalanan okumu, "sıtmanın küresel olarak yok edilmesi için yeni teknolojiler şart" diyor.
ap haber ajansı, iç mekanlarda kullanılan cibinlik ve sivrisinek ilaçlarının, sıtmayla mücadelede önemli adımlar kaydettiğini; ancak dış mekanlardaki sivrisineklerle mücadelede başarılı bir yöntem bulunamamış olduğunu da aktarıyor.
kompleksin kelime anlamı karmaşık. hemen hepimizin bildiği, kullandığı, bize yakıştırılacak diye çekindiğimiz kompleks, çoğu kez hayatımızı zindana çevirip, mutsuzluğumuzun kaynağını oluşturuyor.komplekslerin en sık görüleni ise aşağılık kompleksi. ama farkında olduğumuz ya da olmadığımız daha onlarca kompleks var.
işte insanoğlu ve kompleksleri.amma da kompleksli bırak onu, burnu bir karış havada, ne kadar da kendini beğenmiş,kıskançlığı ortamı geriyor gibi cümleleri gün içinde çoğu kez söylemiş ya da duymuş olabilirsiniz. kompleks insanın istemeden yaşamak zorunda kaldığı bir durum ne yazık ki. insanoğlu var olduğu günden beri kompleksle içiçe yaşıyor. pek azımız bu illetle mücadele ediyoruz ama çoğumuz ya görmezden geliyor ya da komplekslerimizin farkında olmadan yaşıyoruz.
huzursuz ve mutsuz kiliyor
hangi türden olursa olsun bir komplekse sahip olmak insanı mutsuz, huzursuz ve başarısız kılıyor. çoğu insan komplekslerini değişik şekillerde gösterebiliyor diyor psikolog serdar serdaroğlu. serdaroğluna göre kompleksin temelinde o insanın kendine olan güvensizliği ve hissettiği yetersizlik duygusu yatıyor. kompleksli insanlar, her sözden ve davranıştan nem kapabilen, yaşadığı ortamda çabuk kırılan, ya da hiç kimseyi beğenmeyip, dikkate almayarak tavrını ortaya koyan insan modelleri olarak karşımıza çıkıyor.
devamı da var; serdaroğluna göre bu tür kompleksli insanlar, diğer insanları sürekli eleştirip, ona buna çamur atmaya, olayları hep kendi ekseninde görmeye çalışıyor. bu bir çeşit büyüklük komplekslerine kayıştır diyor serdaroğlu.
aşağilik bir kompleks
kötü geçen çocukluk dönemi aşağılık kompleksinin oluşmasında en önemli etken olarak görülüyor. ana- baba ve öğretmenler çocuğu sürekli eleştirip, aşşağılamışsa, başka çocuklarla mukayase etmişse, çocuk komplekse iyi bir namzet oluyor. aile içindeki yoksulluk, yokluk çok fazla veya sürekli kavga, problem, çocuğun temel ihtiyaçlarının karşılanmaması da yine aşağılık kompleksi oluşturuyor.
bu komplekste kişi bazı yönlerini diğerlerinden aşağı hisseriyor. çoğunlukla farkına varılmıyor ve telafi etme düşüncesi, insanı eziyet içine sürüklüyor. psikolog serdaroğluna göre çok kere depresyonla birlikte beliren aşağılık duygularına emeklilikte ve yaşlılıkta sık rastlanıyor. bu vakalarda, hasta kendisine saygısını önemli derecede kaybediyor, toplumsal bakımdan düştüğünü, önemsiz kaldığını hissediyor.
hangi hallerde gelişiyor?
aşağılık kompleksinin hangi hallerde geliştiğini de şöyle açıklıyor serdaroğlu çocuğun temel ihtiyaçları zamanında karşılanmıyor ve talepleri hep baskılanıyorsa; anne babası ayrılmış veya üvey evlat konumundaysa, başkasının yanında evlatlık gibi bir statüdeyse bu çocuk ve gençlerde aşşağlık kompleksi gelişme riski vardır. eğer bunlara bakan, çalıştıran insanlar, yetimhanelerin idarecileri çocuklara sevgi, ilgi, şefkat ve destekle yaklaşırsalar risk azalır.
diğer yandan gelir dağılımının çok dengesiz olduğu ülkelerde refah ve yokluk içinde yaşayan insanların birbirini görüp aynı ortamları paylaşması durumlarında, yoksulluk çeken insanlar bu insanlara karşı, özenti, öfke, kızgınlık , eziklik, aşşağılık kompleksi veya onlara zarar verme duygularını taşıyabilirler.
büyüklük kompleksi
sık karşılaşılan komplekslerden biri de büyüklük kompleksi. serdaroğlu bu kompleksle ilgili bakın neler söylüyor.büyüklük kompleksinin temelinde kişinin kendisinden kaçış ve beğenmeyişi vardır. kişi kendisinden rahatsızlık duymaktadır. bu rahatsızlığı bastırmak için kendisini olmak istediği şekilde görür ve çevresine bu konumdan seslenir.
çok konuşabilir, yalanlar söyleyebilir. erdemliği, dürüstlüğü, sevgisinin, insanlığın ne kadar yüce olduğunu anlatmaya çalışır. psikolojide çok temel bir kuraldır. bir insan ben iyiyim, doğruyum, dürüstüm diyorsa, siz tersini algılayın psikoloji bilen insanlar, bu insanların nasıl yakayı ele verdiklerini zevkle izlerler.
peki ya narsistler
büyüklük kompleksine yakın duran narsisizm var bir de.narsist insanlar da burnu büyük, herkesi eleştiren, beğenmeyen büyüklük kompleksinde olan insanlardır diyor serdaroğlu ve ekliyor.bunların bir çoğu temeldeki yetersiz kişiliklerin verdiği acıyı tatmamak için, çok çalışmaya, başarılı olmaya çalışırlar, sürekli başkalarını eksik, kusurlu görürler.
cyrano kompleksi
kişinin kendi ihtiyaç, istek ve amaçlarının başkaları tarafından gerçekleştirilmesini tercih eden tutumun psikolojide cyrano kompleksi olarak adlandırıldığını vurguluyor serdaroğlu ve şunları ekliyor .
bu komplekse sahip olan kişiler, başkalarının başarılarından, en az kendi başarılarından duydukları kadar sevinç duyarlar. kişinin, kendisini bir başkasının yerine tam olarak koyabilme yeteneği bu kompleksin temelidir. işin içine, suçluluk duyguları, kendi kendini cezalandırma tutkusu ya da mazoizm gibi şeyler karıştığı takdirde, cyrano kompleksi bir hastalık halini alabilir.
suçluluk kompleksi
vicdan azabı çekmenin en kötü biçimi olan bu kompleks ne yazık ki insanların büyük çoğunluğunda var. serdaroğluna göre, suçluluk duygusu ya da suçluluk kompleksi en aşırı şekliyle kişiyi kendi canını almaya kadar sürükleyecek ya da başka trajedilere yol açabilecek ruhsal bir aksaklık. kişilerde suçluluk duygusunun oluşmasında toplum ve çocukluktan itibaren yetiştirilme biçimi çok büyük rol oynuyor. her güzel şeyin günah ya da yasak, her zevk verici şeyin suç olduğu inancıyla büyümek insanı ömrü boyunca içinden çıkamayacağı suçluluk duygusunun içine atıyor.
bana davranişini göster sana kompleksini söyleyeyim
psikolog server serdaroğluna göre kompleksli insanların ortak tavırları arasında şu belirgin özellikler yatıyor: aşırı şekilci, protokolcü, çok kibarca davranışlar, aşırı şüphecilik, kuşkuculuk, alınganlık davranışları da kişinin temeldeki yetersiz ve güvensiz kişiliğini ele veriyor... sanatla, kültürle, bilimle, üretimle kendisini kanıtlayamayan insanların çoğu ayrıntılarla, kabukla, şekille, içi boş statülerle kendi varoluşlarını yaşıyorlar.
bazen de komplekslerimiz bize başarılı bir insan olmanın kapılarını aralar ve adam olmamıza yardımcı olabiliyorr. eksikliğimizi kompanse etmek için yaptıklarımız, ürettiklerimizle gerçekten takdir topluyorsak, kendimize güvenimiz gelebiliyor... motivasyonumuz artabiliyor0. daha sonra da kendimizi aşma ve değiştirme potansiyelimizle şekillerle değil de özellikle tatmin olmayı öğreniyoruz.
işte insanoğlu ve kompleksleri.amma da kompleksli bırak onu, burnu bir karış havada, ne kadar da kendini beğenmiş,kıskançlığı ortamı geriyor gibi cümleleri gün içinde çoğu kez söylemiş ya da duymuş olabilirsiniz. kompleks insanın istemeden yaşamak zorunda kaldığı bir durum ne yazık ki. insanoğlu var olduğu günden beri kompleksle içiçe yaşıyor. pek azımız bu illetle mücadele ediyoruz ama çoğumuz ya görmezden geliyor ya da komplekslerimizin farkında olmadan yaşıyoruz.
huzursuz ve mutsuz kiliyor
hangi türden olursa olsun bir komplekse sahip olmak insanı mutsuz, huzursuz ve başarısız kılıyor. çoğu insan komplekslerini değişik şekillerde gösterebiliyor diyor psikolog serdar serdaroğlu. serdaroğluna göre kompleksin temelinde o insanın kendine olan güvensizliği ve hissettiği yetersizlik duygusu yatıyor. kompleksli insanlar, her sözden ve davranıştan nem kapabilen, yaşadığı ortamda çabuk kırılan, ya da hiç kimseyi beğenmeyip, dikkate almayarak tavrını ortaya koyan insan modelleri olarak karşımıza çıkıyor.
devamı da var; serdaroğluna göre bu tür kompleksli insanlar, diğer insanları sürekli eleştirip, ona buna çamur atmaya, olayları hep kendi ekseninde görmeye çalışıyor. bu bir çeşit büyüklük komplekslerine kayıştır diyor serdaroğlu.
aşağilik bir kompleks
kötü geçen çocukluk dönemi aşağılık kompleksinin oluşmasında en önemli etken olarak görülüyor. ana- baba ve öğretmenler çocuğu sürekli eleştirip, aşşağılamışsa, başka çocuklarla mukayase etmişse, çocuk komplekse iyi bir namzet oluyor. aile içindeki yoksulluk, yokluk çok fazla veya sürekli kavga, problem, çocuğun temel ihtiyaçlarının karşılanmaması da yine aşağılık kompleksi oluşturuyor.
bu komplekste kişi bazı yönlerini diğerlerinden aşağı hisseriyor. çoğunlukla farkına varılmıyor ve telafi etme düşüncesi, insanı eziyet içine sürüklüyor. psikolog serdaroğluna göre çok kere depresyonla birlikte beliren aşağılık duygularına emeklilikte ve yaşlılıkta sık rastlanıyor. bu vakalarda, hasta kendisine saygısını önemli derecede kaybediyor, toplumsal bakımdan düştüğünü, önemsiz kaldığını hissediyor.
hangi hallerde gelişiyor?
aşağılık kompleksinin hangi hallerde geliştiğini de şöyle açıklıyor serdaroğlu çocuğun temel ihtiyaçları zamanında karşılanmıyor ve talepleri hep baskılanıyorsa; anne babası ayrılmış veya üvey evlat konumundaysa, başkasının yanında evlatlık gibi bir statüdeyse bu çocuk ve gençlerde aşşağlık kompleksi gelişme riski vardır. eğer bunlara bakan, çalıştıran insanlar, yetimhanelerin idarecileri çocuklara sevgi, ilgi, şefkat ve destekle yaklaşırsalar risk azalır.
diğer yandan gelir dağılımının çok dengesiz olduğu ülkelerde refah ve yokluk içinde yaşayan insanların birbirini görüp aynı ortamları paylaşması durumlarında, yoksulluk çeken insanlar bu insanlara karşı, özenti, öfke, kızgınlık , eziklik, aşşağılık kompleksi veya onlara zarar verme duygularını taşıyabilirler.
büyüklük kompleksi
sık karşılaşılan komplekslerden biri de büyüklük kompleksi. serdaroğlu bu kompleksle ilgili bakın neler söylüyor.büyüklük kompleksinin temelinde kişinin kendisinden kaçış ve beğenmeyişi vardır. kişi kendisinden rahatsızlık duymaktadır. bu rahatsızlığı bastırmak için kendisini olmak istediği şekilde görür ve çevresine bu konumdan seslenir.
çok konuşabilir, yalanlar söyleyebilir. erdemliği, dürüstlüğü, sevgisinin, insanlığın ne kadar yüce olduğunu anlatmaya çalışır. psikolojide çok temel bir kuraldır. bir insan ben iyiyim, doğruyum, dürüstüm diyorsa, siz tersini algılayın psikoloji bilen insanlar, bu insanların nasıl yakayı ele verdiklerini zevkle izlerler.
peki ya narsistler
büyüklük kompleksine yakın duran narsisizm var bir de.narsist insanlar da burnu büyük, herkesi eleştiren, beğenmeyen büyüklük kompleksinde olan insanlardır diyor serdaroğlu ve ekliyor.bunların bir çoğu temeldeki yetersiz kişiliklerin verdiği acıyı tatmamak için, çok çalışmaya, başarılı olmaya çalışırlar, sürekli başkalarını eksik, kusurlu görürler.
cyrano kompleksi
kişinin kendi ihtiyaç, istek ve amaçlarının başkaları tarafından gerçekleştirilmesini tercih eden tutumun psikolojide cyrano kompleksi olarak adlandırıldığını vurguluyor serdaroğlu ve şunları ekliyor .
bu komplekse sahip olan kişiler, başkalarının başarılarından, en az kendi başarılarından duydukları kadar sevinç duyarlar. kişinin, kendisini bir başkasının yerine tam olarak koyabilme yeteneği bu kompleksin temelidir. işin içine, suçluluk duyguları, kendi kendini cezalandırma tutkusu ya da mazoizm gibi şeyler karıştığı takdirde, cyrano kompleksi bir hastalık halini alabilir.
suçluluk kompleksi
vicdan azabı çekmenin en kötü biçimi olan bu kompleks ne yazık ki insanların büyük çoğunluğunda var. serdaroğluna göre, suçluluk duygusu ya da suçluluk kompleksi en aşırı şekliyle kişiyi kendi canını almaya kadar sürükleyecek ya da başka trajedilere yol açabilecek ruhsal bir aksaklık. kişilerde suçluluk duygusunun oluşmasında toplum ve çocukluktan itibaren yetiştirilme biçimi çok büyük rol oynuyor. her güzel şeyin günah ya da yasak, her zevk verici şeyin suç olduğu inancıyla büyümek insanı ömrü boyunca içinden çıkamayacağı suçluluk duygusunun içine atıyor.
bana davranişini göster sana kompleksini söyleyeyim
psikolog server serdaroğluna göre kompleksli insanların ortak tavırları arasında şu belirgin özellikler yatıyor: aşırı şekilci, protokolcü, çok kibarca davranışlar, aşırı şüphecilik, kuşkuculuk, alınganlık davranışları da kişinin temeldeki yetersiz ve güvensiz kişiliğini ele veriyor... sanatla, kültürle, bilimle, üretimle kendisini kanıtlayamayan insanların çoğu ayrıntılarla, kabukla, şekille, içi boş statülerle kendi varoluşlarını yaşıyorlar.
bazen de komplekslerimiz bize başarılı bir insan olmanın kapılarını aralar ve adam olmamıza yardımcı olabiliyorr. eksikliğimizi kompanse etmek için yaptıklarımız, ürettiklerimizle gerçekten takdir topluyorsak, kendimize güvenimiz gelebiliyor... motivasyonumuz artabiliyor0. daha sonra da kendimizi aşma ve değiştirme potansiyelimizle şekillerle değil de özellikle tatmin olmayı öğreniyoruz.
gördükçe içimi acıtan pet bakkalı. ordaki her canlı ayrı bir hayat ve onların hayatlarını duyarsızca kafes içinde nasıl sınırlandırırlar mantığım almıyor. oraya açanları destekleyen tüm müşterilerinin bir gün kafes içerisine tıkılmasını umuyorum.
bazen görülmeyen detayları bile bulup sorun haline dönüştürebilecek kadar ince işleyişle çalışan kafa yapısı.
(bkz: alp)
kinyas ve kayra’nın sadece 2 sayfada hayat bulan, unutulmayan efsane karakteri.
----spoiler------
kayra: nasılsın?
...ve başladı konuşmaya.’’seni kinyas en son fransa’da görmüştüm. paris’te. ama kayra, seni en son ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. neyse, önemli değil. çok zaman geçti sonuçta görüşmeyeli. paris’ten ayrılmamı biliyorsunuz herhalde. zaten çok fazla anlatılacak bir tarafı da yok. neden bana verdiklerini hala anlayamadığım o bursla, şu an ismini yanlışlık yapmamak için telaffuz etmediğim okula giriş hakkı kazanmıştım. ama paris’te okuldan biraz uzakta bir ev kiralamıştım. yani ben uzak olduğunu düşünüyordum. okulun nerede olduğunu hiç öğrenemedim de!.. neyse, kaldığım ev çok güzeldi. iki odalı, geniş balkonlu bir ev. eiffel’i ya da seine’i görmüyordu ama yine de iyiydi manzarası. bir avluya bakıyordu. üç apartmanın kapısının açıldığı bir avluya... yüzyılın başından kalmış bir bina... evet, neyse. birkaç parça vardı evi tuttuğumda. bir yatak vardı salonda. bıraktım valizlerimi yere. ’şöyle bir uzanayım. yol yorgunluğu ne de olsa’ dedim. işte, dört aya yakın yatmışım. sonra yatağın yayları bozuldu. rahatsız oldum. okuldan attılar herhalde bu arada. ’ülkeden de atılmadan kendim giderim’ dedim. arkadan kelepçelenmiş elleriyle, kollarından yanındaki iki polis tarafından tutulan mahkumun bir omuz hareketiyle birkaç saniyeliğine de olsa, otoritenin elinden her şeye rağmen kurtulması gibi. ’bırakın! ben yürürüm!’ diyen idam mahkumunun darağacına gittiği bir sahne gibiydi, benim de memlekete dönüşüm...geldiğimde annemi çoktan gömmüşlerdi. kanser. göğüs kanseri. babamı zaten biliyorsunuz. o da kanserden gitmişti. tabii bir iki palavracı uzaktan akraba çıkıp söylenmeye başladı. işaret parmağımı kapalı dudaklarıma götürüp susturdum hepsini...iki ay geçti. her şey iyi gidiyordu. fazla bir şey yapmıyordum. resim yapmayı da bırakmıştım ama eve giden gelen çok oluyordu. geçiyordu zaman bir şekilde...bir yıl sonra gelen gidenin arasında üniformalı birilerini gördüm. dediler, ’askerlik!’ ’tamam’ dedim. zamanı gelmiş. devletin resmi uyandırma servisi. adamı hayatının bir yerinde uyandırıyorlar. kapıyı kilitleyip gittim askere. tam on altı ay! er alp. gaziantep ıslahiye. oraya da alıştım. çarşı izninde kendime dövme yaptırınca biraz zor günler yaşadım, ama geçti. sırtıma kendi portremi çizdirdim bir arap’a. fonda da siyah bir ejderha olsun istedim. ama arap hayatında ejderha görmediği için, daha çok bildiği yırtıcı memeli bir hayvana benzeteceğinden vazgeçtim. bana biri gelip ejderha çizmemi istese sırtına, ben çizerdim. ben gördüm ejderha. filmlerde gördüm. rüyamda da bir iki kez. rodeo yapıyordum kırmızı bir ejderhayla... neyse, bir gün bir kağıt verdiler elime. dediler, ’’bunun adı teskere. git artık!’ ’tamam’ dedim. topladım valizi, bindim otobüse. geldim eve. çatı akıyordu. kiremitler uçmuştu ben yokken. her yer su içindeydi. ’dayanırım’ dedim. ama yatağımın da ıslak olduğunu görünce çok sinirlendim. o kadar sinirlendim ki elimdeki her şeyi fırlatıp yatağı bir metre sağa ittim. daha kuru bir tarafa. bir süre sonra kesildi akıntılar. eve gelip gidenler, ’artık yağmur yağmıyor, yaz geldi’ dediler. ’olur mu?’ dedim. güvercin ve martı bokuyla doldu delikler. kurmuş pislikle sıvandı çatı... neyse, bir gün. bir televizyon getirdi misafirlerimden biri. anten taktı terasın arka tarafına. doğum günümdü herhalde. çok kanal vardı. bir de uzaktan kumanda. her düğmenin ucunda bir program, bir film...çok eğlenceli. hepsini seyrettim. en kötü programı bile. adını duymadığım yerlerin hava raporlarını bile. hepsini! birkaç ay böyle sürdü. bir reklam seyrederken, o iki dakikalık işi yapmak için uğraşan yüzlerce kişinin hummalı çalışmasını düşünüyordum. zaman geçiyordu. sonra televizyonu getiren adam geldi. herhalde bana bir nedenden dolayı kızmıştı ya da başka birisinin doğum günü vardı. aldı televizyonu, anteni, gitti. televizyondan boşalan yeri seyrettim üç beş gün. duvarı. ama çok eğlenceli değildi. hep aynı program. bazen belgesele benzeyen bir şey çıkıyordu. böceklerin hayatı. özellikle hamamböceklerinin duvar hayatı. ama ben daha önce seyrettiğim için sıkıldım o programdan...bir ara, aklıma kadınlar geldi. hani göğüsleri bizimkilerden büyük olanlar var ya? işte onlar! dedim, ’bir tane olsa bu evde belki iyi olur. bana bakar...’ aslında ben de bakıyordum kendime aynada. ama zamanla o da kirlendi, göremedim kendimi. bir kız vardı eve gidip gelen. daha doğrusu bir kadın. benimkinden beş yıl daha eski nüfus cüzdanlı. gelip gidiyordu. sonra gelip gitmemeye başladı. hiç gitmedi. hep oturdu. çatının onarımını yaptırdı. etrafı temizledi. erkekler getirip yan odada sevişti. daha önce evlenip boşanmış. herhalde fahişelik yapıyordu. ama yalan söylemeyeyim. tam bilmiyorum! evin yeri çalışma yerine yakındı herhalde. sonra bir gece, birileri kapıyı kırıp içeri girdiler. kadını yaka paça dışarı çıkartıp götürdüler. üniformaları yoktu. ben iyi niyetliydim. adamların kadını pazarlayanlar olduğunu düşünmedim. ’ben konsomatrisim’ diyordu kadın. ne de olsa paris’ten gelmişim. az çok fransızcam var. kaldığım evin kapıcısıyla iki üç sefer, birkaç kez de havayolları bürosundaki kadınla pratik yapma fırsatım olmuştu. konsomatris! yani concomatrice. yani tüketici. bir yanıt vermem gerekiyordu. ’hepimiz öyle değil miyiz?’ dedim...kapıyı yaptırmak çok zordu. her ay babamın maaşını yakınlarda bir bankamatikten çekiyorum. yürüyüş oluyor. biraz alışveriş yapıp dönüyorum. her çıktığımda caddeyi, sokağı değişmiş görüyorum. çok hızlı dönüyor dünya. her neyse, kadın gittikten sonra biraz sıkıldım ama geçti. birkaç kez tuvalin başına oturdum. aldım elime fırçaları. sonra baktım tuvale. ’ulan’ dedim. ’en iyi resim bu işte!’. pürüzsüz, hatasız. daha iyisini yarılsam yapamam. attım bir imza sağ alt köşesine. tarih de koydum yanına amatörler gibi. ileride, sergimi dolduracak resimlerden biri oldu. koydum diğerlerinin yanına. tabii, onlar da hemen hemen buna benziyordu. vurguladıkları fikir aynıydı. tek fark tarihlerdi. ben ölünce çok para edecek bunlar. belki bir kaç kişinin daha ölmesi gerekebilir ama bir gün çok değerli olacaklar. mükemmel tuvaller! desenlerde hiç hata yok. çünkü desen yok. mükemmel boş tuval resimleri!.. bir gece evde parti düzenledi birileri. alt kattaki ihtiyar gelip ikaz etti üç kez. o gece, bir adam geldi, yanıma oturdu. anlayamadığım bir sürü terimle dolu konuşmalar yaptı. sevgilisi olmamı istedi. ’tamam’ dedim. üç ay kaldı evde. sonra herhalde sıkılmış olacak ki, gitti. bir sanatçıydı. heykeltıraş. televizyonu vardı. fazla konuşuyordu. bana göre fazla entelektüeldi. bir sürü şey biliyordu. ve daha da kötüsü, bildiklerini başkasında da öğretme arzusuyla yanıyordu. sonra kül oldu. ama televizyon kaldı. almadı yanına, giderken. ’oh!’ dedim. ’sonunda! sonunda televizyon bana kaldı.’ ama uzaktan kumandası yoktu. kalkıp yanına gitmek gerek. ben de günde bir defa kanal değiştiriyordum. televizyonu açarken. programlar değişmiş, daha hareketli olmuş. bir müzik kanalı bile var. hep şarkı çalıyor. şarkılara uygun da kısa metrajlı filmler gösteriyor. zaman geçiyordu. artık böcek belgeseli yok! bir süre sonra gelip gidenler kesildi. büyüdüler herhalde. gelmediler. yalnız kaldım. konuşmayı özledim. kendi kendime konuşmayı sevmem. söyleyeceklerimi daha önceden bildiğim için zevki yok. neyse, aslında birisi gelmişti o zamanlar. nüfus memuruymuş. sayım varmış. bir sürü soru sordu. gitti. diyecektim ’kal biraz, konuşalım.’ ama çok ciddi bir yüzü vardı. çekindim. o yalnızlık bir boş tuval resmi daha yaptım. bu sefer çok uğraştırdı beni. birkaç gecemi aldı. oysa uykumu almalıyım ben. yoksa gündüz hayalet gibi oluyorum. en az sekiz saat! uyumadan bahsetmişken, yataktan çıkmama rekoru kurdum. guinnesse’e bakmadım ama rekorun bir ay olduğunu düşündüm. ve otuz iki gün yataktan kalkmayarak dünya rekorunu kırdım. tabii tanıklık yapacak resmi görevliler yoktu, ama olsun. yalnız, içlerine tuvaletimi yaptığım sonra da fırlatabileceğim en uzak noktaya attığım torbalar çok pis koktular. o otuz iki gün içinde de, mutlaka sekiz saatlik uykumu almaya gayret ettim. yataktan ayaklarımı sarkıtıp yere bastığımda vücudumda karıncalanmalar oldu. kalkınca biraz sendeledim. ama sonra alıştım. her başarının bir bedeli vardır. kolay mı dünya rekortmeni olmak? değil...iki hafta sonra televizyon bozuldu. ve bu sefer karar verdim. büyük bir karar. üstüme bir şeyler giydim. televizyonun fişini prizden çektim. yüklendim, dışarı çıktım. zaten para çekme ve alışveriş zamanım da gelmişti. uzun bir yürüyüşün sonunda bulduğum tamirciye bıraktım televizyonu. bir hafta sonra gel, al! dedi. toptan ihtiyaçlarımı alıp on torbayla döndüm eve. bir dahaki para çekme zamanı gelince gelince çıktım dışarı. aklıma televizyon geldi. sevindim tabii. hatta bir ara koştum tamirciye giderken. dedim ’ ben geldim. verin televizyonu.’ adam dedi: ’çok geç! bir ay geçti. masrafı çok yüksekti. gelmeyeceğini düşünüp sattık.’ beni kandırıyor olabilirdi ama doğru olma ihtimali de vardı. belki de bir ay içinde geri alınmayan bütün televizyonlar kanunen satılmak zorundaydı. ’tamam’ dedikten sonra adama, dükkandan çıktım...sonra insanlar yine gelmeye başladılar. eskiden gelenlerin kardeşleri, bir ufak boyları. yeni bir televizyon aldım. birkaç kez yıkandım. ve siz kapıyı çaldınız... nasıl mıyım? iyiyim.iyi. fena değil!.. kalkıyor musunuz? konuşsaydık biraz daha... neyse, peki, tamam. sonra görüşürüz...tamam...’’
----spoiler------
kayra: nasılsın?
...ve başladı konuşmaya.’’seni kinyas en son fransa’da görmüştüm. paris’te. ama kayra, seni en son ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. neyse, önemli değil. çok zaman geçti sonuçta görüşmeyeli. paris’ten ayrılmamı biliyorsunuz herhalde. zaten çok fazla anlatılacak bir tarafı da yok. neden bana verdiklerini hala anlayamadığım o bursla, şu an ismini yanlışlık yapmamak için telaffuz etmediğim okula giriş hakkı kazanmıştım. ama paris’te okuldan biraz uzakta bir ev kiralamıştım. yani ben uzak olduğunu düşünüyordum. okulun nerede olduğunu hiç öğrenemedim de!.. neyse, kaldığım ev çok güzeldi. iki odalı, geniş balkonlu bir ev. eiffel’i ya da seine’i görmüyordu ama yine de iyiydi manzarası. bir avluya bakıyordu. üç apartmanın kapısının açıldığı bir avluya... yüzyılın başından kalmış bir bina... evet, neyse. birkaç parça vardı evi tuttuğumda. bir yatak vardı salonda. bıraktım valizlerimi yere. ’şöyle bir uzanayım. yol yorgunluğu ne de olsa’ dedim. işte, dört aya yakın yatmışım. sonra yatağın yayları bozuldu. rahatsız oldum. okuldan attılar herhalde bu arada. ’ülkeden de atılmadan kendim giderim’ dedim. arkadan kelepçelenmiş elleriyle, kollarından yanındaki iki polis tarafından tutulan mahkumun bir omuz hareketiyle birkaç saniyeliğine de olsa, otoritenin elinden her şeye rağmen kurtulması gibi. ’bırakın! ben yürürüm!’ diyen idam mahkumunun darağacına gittiği bir sahne gibiydi, benim de memlekete dönüşüm...geldiğimde annemi çoktan gömmüşlerdi. kanser. göğüs kanseri. babamı zaten biliyorsunuz. o da kanserden gitmişti. tabii bir iki palavracı uzaktan akraba çıkıp söylenmeye başladı. işaret parmağımı kapalı dudaklarıma götürüp susturdum hepsini...iki ay geçti. her şey iyi gidiyordu. fazla bir şey yapmıyordum. resim yapmayı da bırakmıştım ama eve giden gelen çok oluyordu. geçiyordu zaman bir şekilde...bir yıl sonra gelen gidenin arasında üniformalı birilerini gördüm. dediler, ’askerlik!’ ’tamam’ dedim. zamanı gelmiş. devletin resmi uyandırma servisi. adamı hayatının bir yerinde uyandırıyorlar. kapıyı kilitleyip gittim askere. tam on altı ay! er alp. gaziantep ıslahiye. oraya da alıştım. çarşı izninde kendime dövme yaptırınca biraz zor günler yaşadım, ama geçti. sırtıma kendi portremi çizdirdim bir arap’a. fonda da siyah bir ejderha olsun istedim. ama arap hayatında ejderha görmediği için, daha çok bildiği yırtıcı memeli bir hayvana benzeteceğinden vazgeçtim. bana biri gelip ejderha çizmemi istese sırtına, ben çizerdim. ben gördüm ejderha. filmlerde gördüm. rüyamda da bir iki kez. rodeo yapıyordum kırmızı bir ejderhayla... neyse, bir gün bir kağıt verdiler elime. dediler, ’’bunun adı teskere. git artık!’ ’tamam’ dedim. topladım valizi, bindim otobüse. geldim eve. çatı akıyordu. kiremitler uçmuştu ben yokken. her yer su içindeydi. ’dayanırım’ dedim. ama yatağımın da ıslak olduğunu görünce çok sinirlendim. o kadar sinirlendim ki elimdeki her şeyi fırlatıp yatağı bir metre sağa ittim. daha kuru bir tarafa. bir süre sonra kesildi akıntılar. eve gelip gidenler, ’artık yağmur yağmıyor, yaz geldi’ dediler. ’olur mu?’ dedim. güvercin ve martı bokuyla doldu delikler. kurmuş pislikle sıvandı çatı... neyse, bir gün. bir televizyon getirdi misafirlerimden biri. anten taktı terasın arka tarafına. doğum günümdü herhalde. çok kanal vardı. bir de uzaktan kumanda. her düğmenin ucunda bir program, bir film...çok eğlenceli. hepsini seyrettim. en kötü programı bile. adını duymadığım yerlerin hava raporlarını bile. hepsini! birkaç ay böyle sürdü. bir reklam seyrederken, o iki dakikalık işi yapmak için uğraşan yüzlerce kişinin hummalı çalışmasını düşünüyordum. zaman geçiyordu. sonra televizyonu getiren adam geldi. herhalde bana bir nedenden dolayı kızmıştı ya da başka birisinin doğum günü vardı. aldı televizyonu, anteni, gitti. televizyondan boşalan yeri seyrettim üç beş gün. duvarı. ama çok eğlenceli değildi. hep aynı program. bazen belgesele benzeyen bir şey çıkıyordu. böceklerin hayatı. özellikle hamamböceklerinin duvar hayatı. ama ben daha önce seyrettiğim için sıkıldım o programdan...bir ara, aklıma kadınlar geldi. hani göğüsleri bizimkilerden büyük olanlar var ya? işte onlar! dedim, ’bir tane olsa bu evde belki iyi olur. bana bakar...’ aslında ben de bakıyordum kendime aynada. ama zamanla o da kirlendi, göremedim kendimi. bir kız vardı eve gidip gelen. daha doğrusu bir kadın. benimkinden beş yıl daha eski nüfus cüzdanlı. gelip gidiyordu. sonra gelip gitmemeye başladı. hiç gitmedi. hep oturdu. çatının onarımını yaptırdı. etrafı temizledi. erkekler getirip yan odada sevişti. daha önce evlenip boşanmış. herhalde fahişelik yapıyordu. ama yalan söylemeyeyim. tam bilmiyorum! evin yeri çalışma yerine yakındı herhalde. sonra bir gece, birileri kapıyı kırıp içeri girdiler. kadını yaka paça dışarı çıkartıp götürdüler. üniformaları yoktu. ben iyi niyetliydim. adamların kadını pazarlayanlar olduğunu düşünmedim. ’ben konsomatrisim’ diyordu kadın. ne de olsa paris’ten gelmişim. az çok fransızcam var. kaldığım evin kapıcısıyla iki üç sefer, birkaç kez de havayolları bürosundaki kadınla pratik yapma fırsatım olmuştu. konsomatris! yani concomatrice. yani tüketici. bir yanıt vermem gerekiyordu. ’hepimiz öyle değil miyiz?’ dedim...kapıyı yaptırmak çok zordu. her ay babamın maaşını yakınlarda bir bankamatikten çekiyorum. yürüyüş oluyor. biraz alışveriş yapıp dönüyorum. her çıktığımda caddeyi, sokağı değişmiş görüyorum. çok hızlı dönüyor dünya. her neyse, kadın gittikten sonra biraz sıkıldım ama geçti. birkaç kez tuvalin başına oturdum. aldım elime fırçaları. sonra baktım tuvale. ’ulan’ dedim. ’en iyi resim bu işte!’. pürüzsüz, hatasız. daha iyisini yarılsam yapamam. attım bir imza sağ alt köşesine. tarih de koydum yanına amatörler gibi. ileride, sergimi dolduracak resimlerden biri oldu. koydum diğerlerinin yanına. tabii, onlar da hemen hemen buna benziyordu. vurguladıkları fikir aynıydı. tek fark tarihlerdi. ben ölünce çok para edecek bunlar. belki bir kaç kişinin daha ölmesi gerekebilir ama bir gün çok değerli olacaklar. mükemmel tuvaller! desenlerde hiç hata yok. çünkü desen yok. mükemmel boş tuval resimleri!.. bir gece evde parti düzenledi birileri. alt kattaki ihtiyar gelip ikaz etti üç kez. o gece, bir adam geldi, yanıma oturdu. anlayamadığım bir sürü terimle dolu konuşmalar yaptı. sevgilisi olmamı istedi. ’tamam’ dedim. üç ay kaldı evde. sonra herhalde sıkılmış olacak ki, gitti. bir sanatçıydı. heykeltıraş. televizyonu vardı. fazla konuşuyordu. bana göre fazla entelektüeldi. bir sürü şey biliyordu. ve daha da kötüsü, bildiklerini başkasında da öğretme arzusuyla yanıyordu. sonra kül oldu. ama televizyon kaldı. almadı yanına, giderken. ’oh!’ dedim. ’sonunda! sonunda televizyon bana kaldı.’ ama uzaktan kumandası yoktu. kalkıp yanına gitmek gerek. ben de günde bir defa kanal değiştiriyordum. televizyonu açarken. programlar değişmiş, daha hareketli olmuş. bir müzik kanalı bile var. hep şarkı çalıyor. şarkılara uygun da kısa metrajlı filmler gösteriyor. zaman geçiyordu. artık böcek belgeseli yok! bir süre sonra gelip gidenler kesildi. büyüdüler herhalde. gelmediler. yalnız kaldım. konuşmayı özledim. kendi kendime konuşmayı sevmem. söyleyeceklerimi daha önceden bildiğim için zevki yok. neyse, aslında birisi gelmişti o zamanlar. nüfus memuruymuş. sayım varmış. bir sürü soru sordu. gitti. diyecektim ’kal biraz, konuşalım.’ ama çok ciddi bir yüzü vardı. çekindim. o yalnızlık bir boş tuval resmi daha yaptım. bu sefer çok uğraştırdı beni. birkaç gecemi aldı. oysa uykumu almalıyım ben. yoksa gündüz hayalet gibi oluyorum. en az sekiz saat! uyumadan bahsetmişken, yataktan çıkmama rekoru kurdum. guinnesse’e bakmadım ama rekorun bir ay olduğunu düşündüm. ve otuz iki gün yataktan kalkmayarak dünya rekorunu kırdım. tabii tanıklık yapacak resmi görevliler yoktu, ama olsun. yalnız, içlerine tuvaletimi yaptığım sonra da fırlatabileceğim en uzak noktaya attığım torbalar çok pis koktular. o otuz iki gün içinde de, mutlaka sekiz saatlik uykumu almaya gayret ettim. yataktan ayaklarımı sarkıtıp yere bastığımda vücudumda karıncalanmalar oldu. kalkınca biraz sendeledim. ama sonra alıştım. her başarının bir bedeli vardır. kolay mı dünya rekortmeni olmak? değil...iki hafta sonra televizyon bozuldu. ve bu sefer karar verdim. büyük bir karar. üstüme bir şeyler giydim. televizyonun fişini prizden çektim. yüklendim, dışarı çıktım. zaten para çekme ve alışveriş zamanım da gelmişti. uzun bir yürüyüşün sonunda bulduğum tamirciye bıraktım televizyonu. bir hafta sonra gel, al! dedi. toptan ihtiyaçlarımı alıp on torbayla döndüm eve. bir dahaki para çekme zamanı gelince gelince çıktım dışarı. aklıma televizyon geldi. sevindim tabii. hatta bir ara koştum tamirciye giderken. dedim ’ ben geldim. verin televizyonu.’ adam dedi: ’çok geç! bir ay geçti. masrafı çok yüksekti. gelmeyeceğini düşünüp sattık.’ beni kandırıyor olabilirdi ama doğru olma ihtimali de vardı. belki de bir ay içinde geri alınmayan bütün televizyonlar kanunen satılmak zorundaydı. ’tamam’ dedikten sonra adama, dükkandan çıktım...sonra insanlar yine gelmeye başladılar. eskiden gelenlerin kardeşleri, bir ufak boyları. yeni bir televizyon aldım. birkaç kez yıkandım. ve siz kapıyı çaldınız... nasıl mıyım? iyiyim.iyi. fena değil!.. kalkıyor musunuz? konuşsaydık biraz daha... neyse, peki, tamam. sonra görüşürüz...tamam...’’
sabah sabah dinlemek iyidir. uykunuzu açar, fişek hızıyla işe gitmenizi sağlar.
bedenlerindeki uyumun kendi dünyalarında çıkarttığı ses.
(bkz: silikonlu dudak)
bastırdığımız iç ses.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?