nazım hikmetin seyh bedreddin ve isyanını anlattığı muazzam siiri.
1.
sedirde al yeşil, dal dal bursa ipeklisi, 
duvarda mavi bir bahçe gibi kütahyalı çiniler, 
gümüş ibriklerde şarap, 
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi. 
öz kardeşi musayı ok kirişiyle boğup 
yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak 
çelebi sultan memet tahta çıkmış hünkâr idi. 
çelebi hünkâr idi amma 
âl osman ülkesinde esen 
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi. 
köylünün göz nuru zeamet 
alın teri timar idi. 
kırık testiler susuz 
su başarında bıyık buran sipahiler var idi. 
yolcu, yollarda topraksız insanın 
ve insansız toprağın feryadını duyar idi. 
ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar 
köpüklü atlar kişner iken 
çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi 
tarumar idi. 
velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi, 
ahüzar idi. 
2. 
bu göl iznik gölüdür. 
durgundur. 
karanlıktır. 
derindir. 
bir kuyu suyu gibi 
içindedir dağların. 
bizim burada göller 
dumanlıdırlar. 
balıklarının eti yavan olur, 
sazlıklarından ısıtma gelir, 
ve göl insanı 
sakalına ak düşmeden ölür. 
bu göl iznik gölüdür. 
yanında iznik kasabası. 
iznik kasabasında 
kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü. 
çocuklar açtır. 
kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi. 
ve delikanlılar türkü söylemez. 
bu kasaba iznik kasabası. 
bu ev esnaf mahallesinde bir ev. 
bu evde 
bir ihtiyar vardır bedreddin adında. 
boyu küçük 
sakalı büyük 
sakalı ak. 
çekik çocuk gözleri kurnaz 
ve sarı parmakları saz gibi. 
bedreddin 
ak bir koyun postu üstüne 
oturmuş. 
hattı talik ile yazıyor 
«teshil»i. 
karşısında diz çökmüşler 
ve karşıdan 
bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona. 
bakıyor: 
başı tıraşlı 
kalın kaşlı 
ince uzun boylu börklüce mustafa. 
bakıyor: 
kartal gagalı torlak kemâl.. 
bakmaktan bıkıp usanmayıp 
bakmağa doymıyarak 
iznik sürgünü bedreddine bakıyorlar.. 
3. 
kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır. 
ve gölde ipi kopmuş 
boş bir balıkçı kayığı 
bir kuş ölüsü gibi 
suyun üstünde yüzüyor. 
gidiyor suyun götürdüğü yere, 
gidiyor parçalanmak için karşı dağlara. 
iznik gölünde akşam oldu. 
dağ başlarının kalın sesli sipahileri 
güneşin boynunu vurup 
kanını göle akıttılar. 
kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır, 
bir sazan balığı yüzünden 
kaleye zincirlenen balıkçının kadını. 
iznik gölünde akşam oldu. 
bedreddin eğildi suya 
avuçlayıp doğruldu. 
ve sular 
parmaklarından dökülüp 
tekrar göle dönerken 
dedi kendi kendine: 
«— o âteş ki kalbimin içindedir 
tutuşmuştur 
günden güne artıyor. 
dövülmüş demir olsa dayanmaz buna 
eriyecek yüreğim... 
ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim! 
toprak adamları toprağı fethe gideceğiz. 
ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip 
biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını 
iptâl edeceğiz...» 
• 
ertesi gün 
gölde kayık parçalanır 
kalede bir baş kesilir 
kıyıda bir kadın ağlar 
ve yazarken 
simavneli «teshil»ini 
torlak kemâlle mustafa 
öptüler 
şeyhlerinin elini. 
al atların kolanını sıktılar. 
ve iznik kapısından 
dizlerinde çırılçıplak bir kılıç 
heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar... 
kitaplarının adı: 
«varidat»dı. 
4. 
börklüce mustafa ile torlak kemâl, bedreddinin elini öpüp atlarına binerek biri aydın, biri manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün haymana ovasına ulaştığımızda 
duyduk ki mustafa huruç eylemiş 
aydın elinde karaburunda. 
bedreddinin kelâmını söylemiş 
köylünün huzurunda. 
duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup 
piri pâk olsun diye, 
on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti, 
ağalar topyekün kılıçtan geçirilip 
verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti.» 
duyduk ki... 
bu işler duyulur da durmak olur mu? 
bir sabah erken, 
haymana ovasında bir garip kuş öterken, 
sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik. 
«varalım, 
dedik. 
görelim, 
dedik. 
yapışıp 
sapanın 
sapına 
şol kardeş toprağını biz de bir yol 
sürelim, dedik.» 
düştük dağlara dağlara, 
aştık dağları dağları... 
dostlar, 
ben yolculuk etmem bir başıma. 
bir ikindi vakti can yoldaşıma 
dedim ki: geldik. 
dedim ki: bak 
başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe 
bir adım geride ağlayan toprak. 
bak ki, incirler iri zümrüt gibidir, 
kütükler zor taşıyor kehribar salkımları. 
saz sepetlerde oynıyan balıkları gör: 
ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır 
ve körpe kuzu eti gibi aktır 
yumuşaktır etleri. 
dedim ki bak, 
burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi 
bereketli. 
burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak.. 
5. 
arkamızda hünkârın ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu. üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak libaslıydılar. birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. vaktiyle musanın dinindenmiş. şimdi börklüce yiğitlerinden. 
ikincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. sakızlı rum bir gemiciymiş. o da börklüce müritlerinden. 
üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. şimdi düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen hüseyine benzetiyorum. yalnız hüseyin erzurumluydu. bu aydınlıymış. 
ilk sözü söyliyen aydınlı oldu: 
— dost musunuz düşman mı? dedi. dost iseniz hoşgeldiniz. düşman iseniz boynunuz kıldan incedir. 
— dostuz, dedik. 
ve o zaman öğrendik ki, sarohan valisi sismanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir. 
yine, o yolparacılar koğuşunda yatan hüseyine benziyeni dedi ki: 
— buradan ta karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır. 
müjde büyüktü. rehberim: 
— öyleyse tez dönelim. haberi bedreddine iletelim, dedi. 
yanımıza sakızlı rum gemici anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar âl osman oğullarının karanlığına daldık. 
bedreddini iznikte, göl kıyısında bulduk. vakit sabahtı. hava ıslak ve kederliydi. 
bedreddin. 
— nöbet bizimdir. rumeline geçek, dedi. 
gece iznikten çıktık. peşimizi atlılar kovalıyordu. karanlık, onlarla aramızda duvar gibiydi. ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. rehberim önden gidiyor, bedreddinin atı benim al atımla anastasınki arasındaydı. biz üç anaydık. bedreddin çocuğumuz ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. biz üç çocuktuk. bedreddin babamız. karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça bedreddine sokuluyorduk. 
gün ışığında gizlenip, geceleri yol alarak isfendiyara ulaştık. oradan bir gemiye bindik. 
6. 
bir gece bir denizde yalnız yıldızlar 
ve bir yelkenli vardı. 
bir gece bir denizde bir yelkenli 
yapyalnızdı yıldızlarla. 
yıldızlar sayısızdı. 
yelkenler sönüktü. 
su karanlıktı 
ve göz alabildiğine dümdüzdü. 
sarı anastasla adalı bekir 
hamladaydılar. 
koç salihle ben 
pruvada. 
ve bedreddin 
parmakları sakalına gömülü 
dinliyordu küreklerin şıpırtısını. 
ben: 
— ya! bedreddin! dedim, 
uyuklıyan yelkenlerin tepesinde 
yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz. 
fısıltılar dolaşmıyor havalarda. 
ve denizin içinden 
gürültüler duymuyoruz. 
sade bir dilsiz, karanlık su, 
sade onun uykusu. 
ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar 
güldü, 
dedi: 
— sen bakma havanın durgunluğuna 
derya dediğin uyur uyur uyanır. 
bir gece bir denizde yalnız yıldızlar 
ve bir yelkenli vardı. 
bir gece bir yelkenli geçip karadenizi 
gidiyordu deliormana 
ağaçdenizine... 
7. 
bu orman ki deliormandır gelip durmuşuz 
demek ağaçdenizinde çadır kurmuşuz. 
«malûm niçin geldik, 
malûm derdi derunumuz» diye 
her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz. 
her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş. 
köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp 
reaya zinciri bırakıp gelmiş. 
yani rumelinde bizden ne varsa tekmil 
kol kol ağaçdenizine akıp gelmiş... 
bir kızılca kıyamet! 
karışmış birbirine 
at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri, 
gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri. 
ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır, 
ne böyle bir uğultu duymuşluğu var 
deliorman deli olalı beri.... 
8. 
anastası deliormanda bedreddinin ordugâhında bırakıp ben ve rehberim geliboluya indik. bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. galiba bir dildâde yüzünden. biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, izmir yoluyla karaburuna, bu sefer şeyhinden mustafaya haber ulaştırmak işiydi. 
izmire yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden tutan bayezid paşanın anadolu askerlerini topladığını duyduk. 
izmirde çok oyalanmadık. şehirden çıkıp aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. her birinin üstünde başka çeşit libas vardı. üçü kavukluydu, birisi fesli. selâm verdiler. selâm aldık. kavuklulardan birisi neşrî imiş. dedi ki: 
— halkı ibahet mezhebine davet eden börklücenin üzerine sultan mehemmed bayezid paşayı gönderir. 
kavuklulardan ikincisi şükrüllah bin şihâbiddin imiş. dedi ki: 
— bu sofinin başına birçok kimseler toplandı. ve bunların dahi şeri muhammediye muhalif nice işleri âşikâr oldu. 
kavuklulardan üçüncüsü âşıkpaşazâde imiş. dedi ki: 
- sual: ahir börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı? 
- cevap: allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz.. 
fesli olan çelebi ilâhiyat fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. yüzümüze baktı. gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. bir şey demedi. 
biz hemen atlarımızı mahmuzladık. ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları arkasında bırakarak aydına, karaburuna, börklücenin yanına vardık. 
9. 
sıcaktı. 
sıcak. 
sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı 
sıcak. 
sıcaktı. 
bulutlar doluydular, 
bulutlar boşanacak 
boşanacaktı. 
o, kımıldanmadan baktı, 
kayalardan 
iki gözü iki kartal gibi indi ovaya. 
orda en yumuşak, en sert 
en tutumlu, en cömert, 
en 
seven, 
en büyük, en güzel kadın: 
toprak 
nerdeyse doğuracak 
doğuracaktı. 
sıcaktı. 
baktı karaburun dağlarından o 
baktı bu toprağın sonundaki ufka 
çatarak kaşlarını : 
kırlarda çocuk başlarını 
kanlı gelincikler gibi koparıp 
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde 
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp. 
bu gelen 
şehzade murattı. 
hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki şehzade muradın 
ismine 
aydın eline varıp 
bedreddin halifesi mülhid mustafanın başına ine. 
sıcaktı. 
bedreddin halifesi mülhid mustafa baktı, 
baktı köylü mustafa. 
baktı korkmadan 
kızmadan 
gülmeden. 
baktı dimdik 
dosdoğru. 
baktı o. 
en yumuşak, en sert 
en tutumlu, en cömert, 
en 
seven, 
en büyük, en güzel kadın : 
toprak 
nerdeyse doğuracak 
doğuracaktı. 
baktı. 
bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar. 
gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu 
fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla. 
oysaki onlar bu toprağı, 
bu kayalardan bakanlar, onu, 
üzümü, inciri, narı, 
tüyleri baldan sarı, 
sütleri baldan koyu davarları, 
ince belli, aslan yeleli atlarıyla 
duvarsız ve sınırsız 
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar. 
sıcaktı. 
baktı. 
bedreddin yiğitleri baktılar ufka... 
• 
en yumuşak, en sert, 
en tutumlu, en cömert, 
en 
seven, 
en büyük, en güzel kadın : 
toprak 
nerdeyse doğuracak 
doğuracaktı. 
sıcaktı. 
bulutlar doluydular. 
nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere. 
birden- 
- bire 
kayalardan dökülür 
gökten yağar 
yerden biter gibi, 
bu toprağın verdiği en son eser gibi 
bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına 
çıktılar. 
dikişsiz ak libaslı 
baş açık 
yalnayak ve yalın kılıçtılar. 
mübalâğa cenk olundu. 
aydının türk köylüleri, 
sakızlı rum gemiciler, 
yahudi esnafları, 
on bin mülhid yoldaşı börklüce mustafanın 
düşman ormanına on bin balta gibi daldı. 
bayrakları al, yeşil, 
kalkanları kakma, tolgası tunç 
saflar 
pâre pâre edildi ama, 
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama 
on binler iki bin kaldı. 
hep bir ağızdan türkü söyleyip 
hep beraber sulardan çekmek ağı, 
demiri oya gibi işleyip hep beraber, 
hep beraber sürebilmek toprağı, 
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, 
yârin yanağından gayrı her şeyde 
her yerde 
hep beraber! 
diyebilmek 
için 
on binler verdi sekiz binini.. 
yenildiler. 
yenenler, yenilenlerin 
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler 
kılıçlarının kanını. 
ve hep beraber söylenen bir türkü gibi 
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak 
edirne sarayında damızlanmış atların 
eşildi nallarıyla. 
tarihsel, sosyal, ekonomik şartların 
zarurî neticesi bu! 
deme, bilirim! 
o dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. 
ama bu yürek 
o, bu dilden anlamaz pek. 
o, «hey gidi kambur felek, 
hey gidi kahbe devran hey,» 
der. 
ve teker teker, 
bir an içinde, 
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri, 
yüzleri kan içinde 
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak 
geçer aydın ellerinden karaburun mağlûpları..* 
10. 
karanlıkta durdular. 
sözü o aldı, dedi: 
«— ayasluğ, şehrinde pazar kurdular. 
yine kimin dostlar 
yine kimin boynun vurdular?» 
yağmur 
yağıyordu boyuna. 
sözü onlar alıp 
dediler ona: 
«— daha pazar 
kurulmadı 
kurulacak. 
esen rüzgâr 
durulmadı 
durulacak. 
boynu daha 
vurulmadı 
vurulacak.» 
karanlık ıslanırken perde perde 
belirdim onların olduğu yerde 
sözü ben aldım, dedim : 
«— ayasluğ şehrinin kapısı nerde? 
göster geçeyim! 
kalesi var mı? 
söyle yıkayım. 
baç alırlar mı? 
de ki vermeyim!» 
sözü o aldı, dedi: 
«—ayasluğ şehrinin kapısı dardır. 
girip çıkılmaz. 
kalesi vardır, 
kolay yıkılmaz. 
var git al atlı yiğit 
var git işine!..» 
dedim: «— girip çıkarım!» 
dedim: «-—yakıp yıkarım!» 
dedi: «—yağış kesildi 
gün ağarıyor. 
cellât ali, 
mustafayı 
çağırıyor! 
var git al atlı yiğit 
var git işine!..» 
dedim: «— dostlar 
bırakın beni 
bırakın beni. 
dostlar 
göreyim onu 
göreyim onu! 
sanmayınız 
dayanamam. 
sanmayınız 
yandığımı 
el âleme belli etmeden yanamam! 
dostlar 
"olmaz!" demeyin, 
"olmaz!" demeyin boşuna. 
sapından kopacak armut değil bu 
armut değil bu, 
yaralı olsa da düşmez dalından; 
bu yürek 
bu yürek benzemez serçe kuşuna 
serçe kuşuna! 
dostlar 
biliyorum! 
dostlar 
biliyorum nerde, ne haldedir o! 
biliyorum 
gitti gelmez bir daha! 
biliyorum 
bir deve hörgücünde 
kanıyan bir çarmıha 
çırılçıplak bedeni 
mıhlıdır kollarından. 
dostlar 
bırakın beni, 
bırakın beni. 
dostlar 
bir varayım göreyim 
göreyim 
bedreddin kullarından 
börklüce mustafayı 
mustafayı.» 
• 
boynu vurulacak iki bin adam, 
mustafa ve çarmıhı 
cellât, kütük ve satır 
her şey hazır 
her şey tamam. 
kızıl sırma işlemeli bir haşa 
altın üzengiler 
kır bir at. 
atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk 
amasya padişahı şehzade sultan murat. 
ve yanında onun 
bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim bayezid paşa! 
satırı çaldı cellât. 
çıplak boyunlar yarıldı nar gibi, 
yeşil bir daldan düşen elmalar gibi 
birbiri ardına düştü başlar. 
ve her baş düşerken yere 
çarmıhından mustafa 
baktı son defa. 
ve her yere düşen başın 
kılı depremedi: 
—iriş 
dede sultanım iriş! 
dedi bir, 
başka bir söz demedi.. 
11. 
bayezid paşa manisaya gelmiş, torlak kemâli anda bulup anı dahi anda asmış, on vilâyet teftiş edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilâyet betekrar bey kullarına timar verilmişti. 
rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik. tepemizde akbabalar dolaşıyor ve zaman zaman acayip çığlıklar atarak karanlık derelerin içine süzülüyorlar, henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin üstüne iniyorlardı. yollarda, güneşin altında, genç, ihtiyar erkek cesetleri serili olduğu halde, kuşların yalnız kadın ve çocuk etini tercih etmeleri karınlarının ne kadar tok olduğunu gösteriyordu. 
yollarda hünkâr beylerinin alaylarına rastlıyorduk. 
hünkârın bey kulları; çürümüş bir bağ havası gibi ağır ve büyük bir güçlükle kımıldanabilen rüzgârların içinden ve parçalanmış toprağın üstünden geçerek, rengârenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane ile timarlarına dönüp yerleşirlerken biz on vilâyeti arkada bıraktık. gelibolu karşıdan göründü. rehberime: 
— takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün değil. 
bir kayık bulduk. 
deniz dalgalıydı. kayıkçıya baktım. bir almanca kitabın iç kapağından koparıp koğuşta başucuma astığım resme benziyor. kalın bıyığı abanoz gibi siyah, sakalı geniş ve bembeyaz. ömrümde böyle açık, böyle konuşan bir alın görmemişimdir. 
boğazın orta yerine gelmiştik, deniz durmamacasına akıyor, kurşun boyalı havanın içinde sular köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu ki koğuştaki resme benziyen kayıkçımız: 
— serbest insan ve esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak kölesi, usta ve çırak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir zıddıyette birbirine karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen açıktan açığa fasılasız bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi. 
12. 
rumeline ayak bastığımızda çelebi sultan mehemmedin selânik kalesindeki muhasarayı kaldırarak sereze geldiğini duyduk. bir an önce deliormana ulaşmak için gece gündüz yol almağa başladık. 
bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan deliorman taraflarından gelip serez şehrine doğru giden üç atlı, doludizgin önümüzden geçti. atlılardan birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana benzer bir karaltı görmüştüm. tüylerim diken diken oldu. rehberime dedim ki: 
ben tanırım bu nal seslerini. 
bu köpükleri kanlı simsiyah atlar 
karanlık yolun üstünden dörtnala geçip 
hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler. 
ben tanırım bu nal seslerini. 
onlar 
bir sabah 
çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir. 
bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla. 
hava öyle güzeldir, 
yürek öyle umutlu, 
göz çocuklaşmış 
ve hakîm dostumuz şüphe uykuda... 
ben tanırım bu nal seslerini. 
onlar 
bir gece 
çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar. 
nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır 
ve terkilerinde 
en değerlimizin 
arkadan bağlanmış kolları vardır. 
ben tanırım bu nal seslerini 
onları deliorman da tanır.. 
filhakika bu nal seslerini deliormanın da tanıdığını çok geçmeden öğrendik. çünkü ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki, bayezid paşanın diğer tedbiratı saibe ile ormana adamlar bıraktığını, bunların karargâha kadar sokulup bedreddinin müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi çadırında uykuda bastırıp kaçırdıklarını duyduk. yani yol kenarında rastladığımız üç atlı osmanlı tarihindeki provokatörlerin ağababası idiler ve terkilerinde götürdükleri esir de bedreddindi. 
13. 
rumeli, serez 
ve bir eski terkibi izafi: 
huzûru hümayun. 
ortada 
yere saplı bir kılıç gibi dimdik 
bizim ihtiyar. 
karşıda hünkâr. 
bakıştılar. 
hünkâr istedi ki: 
bu müşahhas küfrü yere sermeden önce, 
son sözü ipe vermeden önce, 
biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner 
âdâb ü erkâniyle halledilsin iş. 
hazır bilmeclis 
mevlâna hayder derler 
mülkü acemden henüz gelmiş 
bir ulu danişmend kişi 
kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip, 
«malı haramdır amma bunun 
kanı helâldır» deyip 
halletti işi... 
dönüldü bedreddine. 
denildi: «sen de konuş.» 
denildi: «ver hesabını ilhadının.» 
bedreddin 
baktı kemerlerden dışarı. 
dışarda güneş var. 
yeşermiş avluda bir ağacın dalları 
ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar. 
bedreddin gülümsedi. 
aydınlandı içi gözlerinin, 
dedi: 
— mademki bu kerre mağlubuz 
netsek, neylesek zaid. 
gayrı uzatman sözü. 
mademki fetva bize aid 
verin ki basak bağrına mührümüzü.. 
14. 
yağmur çiseliyor, 
korkarak 
yavaş sesle 
bir ihanet konuşması gibi. 
yağmur çiseliyor, 
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının 
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi. 
yağmur çiseliyor, 
serezin esnaf çarşısında, 
bir bakırcı dükkânının karşısında 
bedreddinim bir ağaca asılı. 
yağmur çiseliyor. 
gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir. 
ve yağmurda ıslanan 
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin 
çırılçıplak etidir. 
yağmur çiseliyor. 
serez çarşısı dilsiz, 
serez çarşısı kör. 
havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü 
ve serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü. 
yağmur çiseliyor...
                    simavne kadısı oğlu şeyh bedreddin destanı
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?
