atilla atalay hikayesidir..
bilir misiniz, üniversiteyi bitirdiğimiz zaman, hepimiz nasıl saçlı sakallı koca man bebeklerdik.
bilemezsiniz.
anlatınca olmaz.
yaşamak diye bir problem yoktu bizim için.
böyle bir problem çözmedi asistanlar tatbikatlarda.
sonunda hepimizi kurtlar kaptı tabii.
insan taklidi yap tığımız için, kurtlar bizi adam sandı..."
oğuz atay - tutunamayanlar.
ne fena.. kadir inanır olucam şimdi. filmlerdeki gibi; okulu asan toy delikanlıya, kaşlarımı çatıp, enn baba halimle bakarak: "layn!" diycem... "senin okumaktan başka şansın yok... aklını başına topla, hayat paralar adamı, vazgeç bu yollardan, dersine çalış!"
bu, taa uzaklardan, köyümden doğru bana biçilen tuhaf, acıklı bir rol. öys, her yıl bizim oralardan bi kaç kişiyi yollar buraya. gözlerinde taşranın sinikliği, oniki vesikalık fotoğrafları, sarı büyük zarfa konmuş lise diplomaları, zulalarında anacıklarının bi kavanoz kuşburnu marmeladı, fanilalarındaki yeşil pazen kaplı nazar muskalarıyla, götürüp onları üniversiteye kaydettiririm. defterleri, kitapları, yurtları... ilk vizeleri, ilk notları... sonra kaybolurlar...
kantin geyikleri, ortaköy çaybahçelerine sıçrar, ordan king partilerine, yamultulmuş bira kutularına, sarsıntılı aşklara kapılırlar. arada bi yerlerde karşılaşırız. ilk yıllarda benim için kullandıkları "abi" takısı, yerini direk adıma bırakır, gözlerindeki taşralılık kurnaz istanbullu pırıltısı ve biranın verdiği kızıl şehlâlıkla yer değişir. küpeleri gözüksün diye uzun saçlarını toplayanlar, manitasıyla sarmaşık, istiklal cadesindeki resmi geçide katılanlar olur... içten içe severim onları ama karşılaştığımızda asla belli etmem. çünkü son perdedeki rol sıramın eninde onunda gelmesinden korkarım...
onların istanbuldaki beşinci yılında felan, köyden haber gelir: "mıstafa, okuyyon deye serseri oldu. okulu bu sene de bitiremeyamuş, garnesi bilmemnesi de yok, cahil aklımızla anleyemeyoz... parasına puluna, harcına kitabına gücümüz de yetmeya gaari. atila ağbiysi mıstafaya bi gozüküveesin, onu diğner..."
peki, niye ben? ben yırttım ya bikere. çalışa çalışa okudum, mühendis oldum.hem istanbul çocuğuyum, feleğin binbir çemberinden geçmişim, "şeytanın yattığı yeri bilirim" şu alemlerde. bizim köyün toy oğlanlarıyla kızları beni kandıramazlar. atıcağım fırça istikbal kurtarır. sevabı da büyüktür hani.
bu rolü üstümden alan olsun diye çok bakındım. bizim oralardan mehmet, ortaköyde bar açtığında çok sevinmiştim. benden daha kadir inanır bi pozisyonu vardı. istanbul geyiğine kaptırıp okulu tepetaklak eden hemşehrilerim, ışığa giden pervaneler gibi mehmetin mekânına gidicekler, "abi"lerinden gerekli fırçayı akabinde yiyeceklerdi. gerçekten de ööle oldu... mehmet en efe haliyle bir kaç tanesine "lan oğlum, sen bize emanetsin istanbulda... önce okulunu oku, bu alemlerde fazla dolanma, kırarım bacaklarını" dedi... ama sonra iş tersine döndü. mehmet, onların yolsuz hallerine kıyamayıp ceplerine para koydu, kimilerine barında ufak tefek işler verdi... sonra birgün, sesine şivesini yapıştırıp, "sıçacın topunun ağzına, burası bizimköylüler kahvehanesine döndü." diyip, kapıdaki elemana " hiçbirini içeri guyma" talimatını verdi... yorulmuştu...
aslında, ben de bu rolden çok yoruldum... öyle ki, artık repliklerimi bile karıştırıyorum. son kez, üç yıldır gemi inşaatın ikinci sınıfında okuyan uğura girişmiştim... "lan, sen bir garip çingenesin, elalemi üzüp, gurbette baba parasıyla ibibiklik etmeye ne hakkın var. baban 65 yaşında göt kadar bakkal dükkanında peynir tenekeleri sırtlarken hiç mi yüreğin sızlamıyo!" diye bağırdım...kısa bir sessizlik oldu. uğur, babasının on yıl önce öldüğünü ve hayatta bakkallık yapmadığını söyledi. bizim köyden bir başkasıyla karıştırmıştım. başıma boş peynir tenekesi geçirip, üstüne davul tokmağıyla vuruyolarmış gibi oldum... ama toparlanmam kısa sürdü. "daha fena ya" dedim, "hayatta tüm umudunu sana bağlamış, bi tek anan var. onun yüreğini incitmeyi nerene sığdırıyosun? geber! geber ama o okulu sadece anan için bitir!" o ağladı, ben, kadir inanır gibi tavizsiz, acımasız durup,dünyaları içtim.
şimdi... şimdi, mustafa... beşinci yıl... yurttan çıkarıldı... anketörlük, tencere pazarlamacılığı felan... ağzıyla, "uzatıcam" diyo zaten. "nereye kadar uzatıcaksın peki" diyip repliğime başlıycam... ama, başlıyamıyorum. dedim ya sıkıldım bu rolden. hem benim kerametim nereden geliyor? hayatı, neye göre mustafadan iyi biliyorum. niye mühendisim... kendimi gebertip o okulu bitirdim diye çok mu mutlu oldum? bitirip de bi bok olmayınca az mı acı çektim sanki. trenlerde uyuyakalıp, işyerinde patrondan gizli ders çalışırken, gözlerim pörtlemiş, bir tortu gibi işten okula sürüklenirken, en güzel yıllarımı doğramacıya armağan ederken, nooldu peki? uyukladığım trenler, hiç bir istasyonda durmayıp, otuz yaşıma nasıl da getirdi beni... elimde, konuşamadığımı, yaşayamadığımı, hayatın bir tarafını fena halde kaçırdığımı, açıkça, çoğu şeyi hiç bilmediğimi kanıtlayan bir kağıtla; henüz kendime sorduğum soruları yanıtlayamazken, şimdi, mustafaya, nasıl...
mustafa, kafasını "manitasının" uzun sarı saçlarına gömmüş öölece duruyor. ne kadar da sevimliler. kız, bıcır bıcır sinema günlerinden bir filmi anlatıyor... gülüşüyorlar, gülüyorum... dinlediğim söylenemez, ben görünmeyen trenlere bakıyorum. sonra, mustafa "sahi, sen ne sööliycektin bana abi" dedi. "hiç" dedim, "öölesine işte..."
şeytanin yattığı yer
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?