gölgem dusmuyor artık evinin duvarlarına

muque
hadi gir içeri. ama gözlerindeki o kanayan suçluluk bırak kapıda kalsın. ona ihtiyacımız yok artık. o hayatın içine birtürlü sığamayan ve telaşından durmadan sigaraya sarılan yorgun ellerini, nereye baksan hep karşında duran o kırgın çocukluğunu, uzak denizlerin sisli buğusuyla her daim ıslak dudaklarını, ruhumun tek sığınağı o tarifsiz kokunu kapıda bırak. tutkunu olduğum neyin varsa hepsini bırak kapıda. yoksa ne kadar istesem de konuşamam seninle. konuşamam, yalnızca ağlarım.
ne olur gir içeri. ama girerken tut elinden sevdanın. yıllar sonra seni yeniden uzağıma düşüren, seni o geri dönüşü olmayan yollara düşüren, yüreğinden aşkımı, dudaklarından adımı, evinden gölgemi silip götüren, o adını kimselere söylemeden ölmek istediğin, o, hiç kimseyi bu kadar sevmedim ki, dediğin sevdanı al yanına ve gir içeri. ilk aşkının yüzünü yanına al. utanma benden n’olur. kalbindeki o sızının halinden en çok aşkınla kavrulmuş yüreğim anlar benim...
kapat kapıyı. kapat, içeri hayat girmesin. içeri yalanlar girmesin. ihanetler, ihtiraslar, oyunlar, maskeler girmesin içeri. çünkü burada yalnızca sevdan oturuyor. hayatın içinde soluk alamayan, kendine kalbinde bir yer bulamayan sevdan oturuyor bu evde. bak, bu ev benim yüreğim. ne zaman kalbinden kovulsam, ne zaman hayatın ortasında öyle hazırlıksız, öyle savunmasız, öyle yapayalnız kalakalsam gelip sığındığım bu dört duvar benim yüreğim. burası aşkımın mabedi. burası sensizliğimin kalesi. burası deliliğim... burası baştan ayağa sensin, sevgilim.
sana sevgilim diyorum hala, bağışla beni. sen artık bir başkasının sevgilisisin. yalnızca bu cümleyi kurmamak için bile ölmek isterdim. seni sonsuza dek kaybettiğim bu günleri hiç yaşamadan ölmek isterdim. adım dudaklarında yok olmadan, tenim teninde henüz solmadan, daha böylesi yabancın olmadan... gözlerine baktığımda kendimin değil, bir başka aşkın aksini görmeden önce ölmek isterdim. ama yapamadım. nice kaybedişlerden, nice savruluşlardan sonra, artık bu aşkı hayatın pençesinden kurtardık, o dünyevi ihtiraslardan, oyunlardan sıyrıldık ve şimdi artık tanrı’ya yaklaştık dediğim anda, hayatı, dünyayı ve kaderi yendik dediğim anda, kalbin kalbimin yanında atarken, çocukluğum çocukluğunun ellerinden tutarken, içinde o annemin rahmi kadar huzurlu kokunu soluyarak nefes aldığım yüreğini bırakıp gidemedim. çünkü zaten hayattan kopmuştum ve cennetteydim. aşkınla öylesine sarhoştum ki birgün cennetimden kovulacağıma hiç inanmak istemedim.
evimin, şu talan olmuş yüreğimin dağınıklığını bağışla. sensizliğe benimle beraber ağladı bu duvarlar. rutubetleri ondan, aldırma. otur şöyle, bir sigara yak. konuşalım. sözcüklerle değil, sevdamızla konuşalım. anlatalım herşeyi. sonra söz bitsin. ölüme kadar yalnızca susalım. anlatalım ki bu sevda kanatlarından kırgınlıklarla bağlı kalmasın bu çirkef hayata. kurtulsun yüklerinden, bağışlasın hayatı ve sonsuzluğa uçabilsin huzurla.
biliyorum. seni böylesi sonsuz bir aşkla severek çok büyük bir günah işledim ben. hayatın girdaplarında savrulup duran ruhuna o yarım ruhumun ağırlığını yükleyerek çok büyük günah işledim. ne yaptıysan sevdim seni, ne yaşadıysan sevdim. aşkın o bulup bulup kaybetme oyunlarından yaptığın zırhın içine sakladığın kalbini ne yaparsan yap yıkılmayarak, vazgeçmeyerek ve hep affederek savunmasız bıraktım. hiç solmayan bir sevda çiçeği olup bozdum ezberini. direncini kırdım, kalbine girdim. seni bir kalbi fethetmenin, ona her an kaybedebilme ihtimaliyle bağlanmanın, bir aşk için çırpınmanın o karanlık hazzından mahrum bıraktım. affet beni, seni aşkın o dünyevi oyunlarından mahrum bıraktım. belki de bunun için gözyaşlarıyla kazandığın ve yitirmekten çok korktuğun bir sevgiliyi sever gibi değil, sesini birtürlü susturamadığın vicdanını ya da o kusursuz ve daimi sevgisinden bunaldığın ve bu yüzden incitmekten asla çekinmediğin anneni sever gibi sevdin beni. ama hiç aşık olmadın. bu yüzden suçlama kendini. asıl suçlu, bu hayatta kendine yer bulamayan, nereye gitse ya eksik ya fazla kalan, hayatı bir oyun gibi görmeyi ve kurallarına göre oynamayı hep reddeden benim o isyankar, o yaralı ve yabancı ruhum... sen değilsin sevgilim.
hayatında önce bir sığıntı gibi yaşamaya, sonra seni kaybetmeye, ardından seni paylaşmaya, sonunda tam da sana kavuştum sanırken aşkın değil vicdanın olmaya, senin için aklına ne gelirse ona dönüşmeye razı oldum hep, katlandım. hiç pişman olmadım seni sevmekten. sana hiç kırılmadım. hep anladım seni. hayatın içinde soluk alan ve hayat kadar acımasızlaşan o karanlık yanını, buralara ait olmayan, annenin kırgın ömrünün kıyılarında unutulmuş, o yaralı, o sevgiye hasret çocukluğunun, hayatla uzlaşamamış aşk kırgını, yitik ilk gençliğinin ve herşeyin farkında olmanın çaresizliğiyle derinleşen yüzündeki çizgilerin aşkına bağışladım.
sevdim seni sevgili, sevdim... seni o birtürlü kucaklayamadığım, ama başımı kaldırıp bakmasam bile hep orada, yukarda olduğunu bildiğim gökyüzüne duyduğum hasret gibi... seni o suyundan hiç içmediğim, toprağına hiç basmadığım, insanlarını hiç tanımadığım, ama herşeyden kaçıp sığınmak istediğim o uzak ülkelerin hayali gibi... seni aşkın için gözümü hiç kırpmadan arkamda bıraktığım, gözyaşlarını ve o yaralı ömrünü vicdanım gibi hep içimde sakladığım annemin karşılığı bu hayatta mümkün olmayan duaları gibi... seni o rahmimden kanaya kanaya söküp atmak zorunda kaldığım, ama kalbimde aşkınla besleyerek büyüttüğüm sevdamızın o masum çekirdeğini tarifsiz bir hasretle özler gibi... seni öylece, seni çırılçıplak, seni kadere isyan eder gibi, seni tanrı’ya eş koşar gibi... sevdim seni sevgili, sevdim...
beni bir kez öldürüp sensizliğe gömdüğün o yıllarda, o yabancısı olduğum hayatın ıssızlığında soluk almadan ömrümü yalnızca tanrı’dan gözyaşlarıyla dilediğim o mucize için bekletirken... sonra tanrı sesimi duyup o mucizeyi, yani seni, yani o hayatın içine birtürlü sığamayan ve telaşından durmadan sigaraya sarılan yorgun ellerini, nereye baksan hep karşında duran o kırgın çocukluğunu, uzak denizlerin sisli buğusuyla her daim ıslak dudaklarını ve ruhumun tek sığınağı o tarifsiz kokunu yeniden bana verdiğinde... kalbim kalbinde atarken, çocukluğum çocukluğunun ellerinden tutarken... mutluluğa dokunarak, mutluluğumun farkında olarak, mutluluktan ağlayarak... ama bir yanım seni her an yeniden kaybedecek gibi hep tetikte... sensizliğin o dipsiz uçurumunun kıyılarında korkusuzca dans ederek, seni benden çalan hayatın o acımasız pençesini her an arkamda hissederek... her gece yüzümü masumiyetinin o benzersiz yurdu olan boynuna gömüp uykuya dalmadan önce bu huzuru bana bağışlayan tanrı’ya minnetle gülümseyerek... ve işte tam da o anda ölmeye, sonsuzluğa karışmaya hazır olduğumu ona sessizce fısıldayarak... sevdim seni sevgili, hep sevdim...
otur karşıma hadi, bir sigara yak. konuşalım. anlat bana sevdanı... ilk aşkının yüzünü anlat... o, hiçkimseyi bu kadar sevmedim ki, dediğin, o adını kimselere söylemeden ölmek istediğin sevdanı anlat bana. kalbindeki o sızının dilinden en çok aşkınla kavrulmuş bu yüreğim, sevdanın uğruna solup giden şu çocuk ömrüm anlar. anlat hadi ne olur. ama sakın bana hayattan söz etme. sakın bana, hayat böyle bir yer, herşey bitip tükeniyor, her aşk hayata yenik düşüyor, deme... hayatın içinde soluk alan ve hayat kadar acımasızlaşan o karanlık yanınla değil, buralara ait olmayan, annenin kırgın ömrünün kıyılarında unutulmuş, o yaralı, o sevgiye hasret çocukluğunla, hayatla birtürlü uzlaşamayan o aşk kırgını, yitik ilkgençliğinle ve herşeyin farkında olmanın çaresizliğiyle gün geçtikçe daha da derinleşen yüzündeki çizgilerle konuş benimle. hayat dışarda kaldı, bak. burada yalnızca sevdan oturuyor. sevdanın dilinden konuş benimle. ben hayatın dilinden anlayamam. biz bu sevdayı hayatın içinde yaşamadık. biz bu sevdayı hayatın diliyle yaşamadık. biliyorum bu şizofren aşkım hep korkuttu seni. bu uyumsuz varlığım, gerçekliğin içinde yaşayan ve en az hayat kadar acımasız olan o yanını çok korkuttu. benimle hayata yabancılaşmaktan korktun. bu yüzden yalnızca öykülerinde ağladın o uyumsuz varlığıma. yalnızca öykülerinde eğildin bu sevdanın önünde. sen beni yalnızca öykülerinde sevdin...
şimdi ilk aşkımın yüzü diye sarıldığın ve uğruna adımı dudaklarından, kalbimi kalbinden, gölgemi evinin duvarlarından söküp attığın o sevdanın, yaralı yüreğine rağmen hayatın ortasında dimdik ayakta duruyor olması bir tesadüf mü sence? hayatla yaralanmış iki kırgın yürekten, onun içinde varolmayı reddederek yalnızca aşkı kendine vatan bileni ve bu yüzden çırılçıplak, savunmasız ve güçsüz kalarak yıkılmış olanı değil, hayatın tam da ortasında ona meydan okuyarak yaşayanı, sevgiye duyduğu güvensizliği yaralı yüreğine kalkan yaparak ayakta kalmayı başarmış olanı seçmen bir tesadüf mü? hayattan kopmuş bir roman kahramanından sıkılıp, hayatın içinde mücadele eden bir gerçeklik kahramanını tercih etmen bir tesadüf mü?
anlat bana ne olur... kaybedecek birşeyimiz yok artık. birazdan şu kapıdan çıkıp gideceksin. aramıza hayat girecek... aramıza başka bir sevdayla anlamlanan sayısız anlar, sayısız mekanlar, geri dönüşü olmayan anılar, sözler ve koca bir yaşam girecek. gittiğin o sonsuzluk yolculuğundan seni bir daha geri çağırmayacağım. duvarları gözyaşlarımla rutubetlenen bu dört duvar yüreğimde geçireceğim karanlık gecelerde bana o mucizeyi yeniden göndermesi için tanrı’ya yeniden yalvarmayacağım. o hayatın içine birtürlü sığamayan ve telaşından durmadan sigaraya sarılan yorgun ellerinin, nereye baksan hep karşında duran o kırgın çocukluğunun, uzak denizlerin sisli buğusuyla her daim ıslak dudaklarının ve ruhumun tek sığınağı o tarifsiz kokunun özlemiyle çıldırsam bile, merhametin için yalvarıp sana bir kez daha aynı acımasızlığı yapmayacağım. kimi geceler başka bir sevdaya sarılıp uyuduğun yatağından ansızın uyanıp doğrulduğunda, o koyu sevdasıyla boşlukta kanayan gözlerimin hayali ’nereye gidiyorsun sevgilim’ demeyecek sana... korkma benden artık. aşkına rakip değilim. ömrüne rakip değilim. seni kadere emanet ettim. seni ilk aşkının yüzüne emanet ettim. kırgın değilim ne sana, ne de seni elimden alan bu acımasız hayata... beni onca kaybedişten ve gözyaşından sonra bu dünyadaki cennetine çağıran, sonra annemin rahmi gibi huzur kokan uykularımızı sonsuza kadar yeniden elimden alan tanrı’ya bile kırgın değilim ben...
şimdi git artık sevgilim. sana sevgilim diyorum hala, bağışla beni. sen artık bir başkasının sevgilisisin. yalnızca bu cümleyi kurmamak için bile ölmek isterdim. seni sonsuza dek kaybettiğim bu günleri hiç yaşamadan ölmek isterdim. adım dudaklarında yok olmadan, tenim teninde henüz solmadan, daha böylesi yabancın olmadan... gözlerindeki o çocuksu suçluluğu giderken denize at. ona ihtiyacın yok artık. affet kendini... beni affet... affet bu yaralı sevdamı... o hayatın içine birtürlü sığamayan ve telaşından durmadan sigaraya sarılan yorgun ellerini, nereye baksan hep karşında duran o kırgın çocukluğunu, uzak denizlerin sisli buğusuyla her daim ıslak dudaklarını, ruhumun tek sığınağı o tarifsiz kokunu yanına al giderken... tutkunu olduğum neyin varsa hepsini alıp git... şizofren aşkının son mektubu bu sana... şimdi söz bitti artık.
konuşamam artık seninle... konuşamam, yalnızca ağlarım...
uçurumun dibinde nasıl göründüğümü
merak ederdim hep.
yüzümün aynadaki boşluğuna hep bakmak isterdim.
inançlarımın kırılıp döküldüğü yeri anlamak için
kalabalıklar içindeki yalnızlığıma dokunmak isterdim...
aşktı adın uçurumda, yanı başımda
aynadaki suretimdi yüzüm,
aykırı kanardı bana.
inançlarımın çoğu yalanmış
alay ederdi benimle.
çok geç anladım, kalabalıklar arasındaki
senmişsin dokunamadığım...
yalnızlığım diye küçümsediğim senin sevginmiş,
geceleri ansızın uyanıp
incitip durduğum senin yokluğunmuş...
onca sevişmeden sonra değişmemişsem,
sihirli bir aydınlıkta,
içimde bir yer sana sonsuz hasret kaldığı içinmiş...
işte onca yalan geçen hayatımda
buymuş tek gerçekliğim...


(bkz: cezmi ersöz)

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol