dudakları kiraz, yanakları elma, dişleri inci... diyerekten devam eden prenses portresidir.
burnu fındık
(bkz: hokka burun)
atilla atalayın bir hikayesidir..
çocukken perilerin postanelerde yaşadıklarını sanırdım. öyle ufak posta kutularında telefon kulübelerinde değil, bildiğimiz gişesi felan olan postane binalarında işte. uzunca bir süre bu fikrimi kimselere açıp onaylatmadım ama bu durumdan gayet emindim. postanede periler vardı, onlar nazan’a havale yollayıp çocuğu hasta etmişlerdi. üstelik perilerin en kudretlisi peri padişahı, nazan’ın yemyeşil gözlerine aşık olup, onu daha bebekken, büyüyünce başka birisinin gelini olmasın diye nikahına almıştı... böyleydi yani...
büyüklerin felçli nazan bebek için, kimi zaman "ateşlenip havale geçirdi, böyle kaldı" kimi zaman da, "cin tuttu, peri padişahı nikahına aldı" diye açıklama yapmaları, kafamda böyle birleşmişti. çünkü dedemin arada bir isanbul’dan gelen havaleyi almak için postaneye gittiğini biliyordum. demek ki havale işleri postaneden dönüyordu, perilerin üssü de oradaydı. periler, pulların arkasını yalıyor, telefonu kulağına dayarsan sana ıslık çalıyorlardı. bigün postacının üstüne kasten bir düve iriliğindeki köpeğimiz tarkan’ı salarak adamcağızı dut ağacının tepesine kadar kovalattırdım. postacıya yönelik bu menfur suikast girişimim sonunda, bendeki bu postacı ve postane nefretini gerekçeleriyle dedeme açıklamak zorunda kaldım. kendisi gülüp, "öööle değil len" dedi, "nazan’ın havalesi başka bişey, postaneynen felan alakası yok... hastalık o... çok ateşi çıkıp beynini yakmış... anladın mı?". anlamadım tabi. dedem peri konusuna bir açıklama getirmeksizin sert bir ses tonuyla "hangisi anlatıyo sana bööle şeyleri anneannen mi, teyzen mi, deyiver bakalım bana" diye bağırdı. anneannemi ve teyzemi dedemin olası hışmından korurken, benim gözüme henüz aklanmamış postacıyı harcamayı da ihmal etmedim, kesin konuştum: postacı... hepsini postacıdan duydum...
teyzem, çeşitli zaman aralıklarıyla beni ayakta mutfak kapısının pervazına yaslanıp, pervaza, kurşunkalemle boyumun uzunluğunu belirten çizikler atıyordu. nazan’la birlikte büyüyorduk. nazan’ın annesi emine yenge, bazen durduk yere bana bakıp ağlamaya başlıyordu. keşke nazan da benim gibi bahçelerde koşup oynasaydı, keşke büyüyünce benim gelinim olsaydı... oysa o yatağında öylece yatıyor, kimseleri görmüyor, duymuyor, yalnızca arasıra gelen perilere gülümseyip uzun uykulara dalıyordu... ben, gizlice yastığına yanağımı koyup baktığı yerleri gözetliyor, o’nun kimi zaman duvarda bazen tavanda ya da yerde görüp gülümsediği perileri bulmaya çalışıyordum. ama nazan ben gibi ağaçların cindoruğuna çıkıp dalından kiraz yiyemez, çaya girip balık kovalayamazdı, ben de perileri göremezdim... görebilseydim, bi çift lafım vardı o perilere... gidip padişahlarına söylesinlerdi. annesi hep ağlıyor, babası derdinden tenekeyle rakı içip bahçelerin gölgesine, ısırgan otlarının arasına devriliyordu. yeterdi artık. bıraksındı nazan’ı. hem, büyüyünce o benim gelinim olacaktı... bir keresinde tüm bunları kocaman bir kömür sobasına söyledim. nazan oraya bakıp gülüyordu, periler sobanın oralardı biryerde olmalıydılar...
söylediklerim peri padişahının yüreğini yumuşattı galiba. ertesi yıl nazan bir kaç insanı tanımaya başladı sanki. başucuna gidince onlara belli belirsiz gülümsüyordu. bunlardan birisi bendim. annesinden öğrendiğim gibi işaret parmağımı usulca burnuna dokundurup gülerek "fındık burunlu kız, fındık burunlu kız" diyordum... o koca yeşil gözlerini açıp öyle bir gülüyordu ki... artık iyiden iyiye inanıyordum, az kalmıştı, nazan kalkıcak, büyüycek, benim burnu fındık gelinim olacaktı...
ama bir yaz gecesi, bahçede, başucuna gittiğimde bana bakıp, önce yüzünü ekşitti, sonra katıla katıla ağlamaya başladı. ne yapacağımı bilemedim, öylece kalakaldım.
sıcak yaz gecesinde herkes bahçelerdeydi. köyün tepesindeki mağaradan kaynayan su, yollardaki arklardan kıvrıla kıvrıla usulca herkesin bahçesine geliyor, hanımlar akşam serinliğinde bostan sularken beyler çardaklarda külbastı yapıp, mağaranın buz gibi suyuyla buğulanan bardaklardan rakı içiyorlardı. annesi, akşamları ferahlasın diye nazan’ı da bahçelere getirip ordaki bir kerevete yatırıyordu. esasen ben akşamları nazan’a pek bulaşmaz, adamlar sofrasında oturup "laf dinlerdim". ama bu kez farklıydı. dayım eliyle bir ateşböceği yakalayıp, sigarasının jelatinine koyarak bana "çoban ampulü" yapıvermişti. elimde jelatin içinde yanıp sönen ateşböceği yle bir süre dolaştıktan sonra onu nazan’a göstermeye karar verdim. daha görür görmez ağlamaya başladı. bir bana bir elimdekine bakıp hıçkırıyor, gözlerini sımsıkı kapatıyordu. periler mi söyledi, ne oldu, nasıl akıl ettim bilmiyorum; jelatini gevşetip ateşböceğini gökyüzüne bıraktım. ağlaması bıçak gibi kesildi. bir süre gözleriyle ateşböceğini izledi, sonra bana baktı, "burnu fındık" dedim, güldü...
eylüldü, bağbozumu zamanı... "düğünlerde bu kadar çok ağlanılmaz ama" dedi teyzem... "bu nazan’ın düğünü işte..." burnu fındık peri padişahına gelin gitti.
çocukken perilerin postanelerde yaşadıklarını sanırdım. öyle ufak posta kutularında telefon kulübelerinde değil, bildiğimiz gişesi felan olan postane binalarında işte. uzunca bir süre bu fikrimi kimselere açıp onaylatmadım ama bu durumdan gayet emindim. postanede periler vardı, onlar nazan’a havale yollayıp çocuğu hasta etmişlerdi. üstelik perilerin en kudretlisi peri padişahı, nazan’ın yemyeşil gözlerine aşık olup, onu daha bebekken, büyüyünce başka birisinin gelini olmasın diye nikahına almıştı... böyleydi yani...
büyüklerin felçli nazan bebek için, kimi zaman "ateşlenip havale geçirdi, böyle kaldı" kimi zaman da, "cin tuttu, peri padişahı nikahına aldı" diye açıklama yapmaları, kafamda böyle birleşmişti. çünkü dedemin arada bir isanbul’dan gelen havaleyi almak için postaneye gittiğini biliyordum. demek ki havale işleri postaneden dönüyordu, perilerin üssü de oradaydı. periler, pulların arkasını yalıyor, telefonu kulağına dayarsan sana ıslık çalıyorlardı. bigün postacının üstüne kasten bir düve iriliğindeki köpeğimiz tarkan’ı salarak adamcağızı dut ağacının tepesine kadar kovalattırdım. postacıya yönelik bu menfur suikast girişimim sonunda, bendeki bu postacı ve postane nefretini gerekçeleriyle dedeme açıklamak zorunda kaldım. kendisi gülüp, "öööle değil len" dedi, "nazan’ın havalesi başka bişey, postaneynen felan alakası yok... hastalık o... çok ateşi çıkıp beynini yakmış... anladın mı?". anlamadım tabi. dedem peri konusuna bir açıklama getirmeksizin sert bir ses tonuyla "hangisi anlatıyo sana bööle şeyleri anneannen mi, teyzen mi, deyiver bakalım bana" diye bağırdı. anneannemi ve teyzemi dedemin olası hışmından korurken, benim gözüme henüz aklanmamış postacıyı harcamayı da ihmal etmedim, kesin konuştum: postacı... hepsini postacıdan duydum...
teyzem, çeşitli zaman aralıklarıyla beni ayakta mutfak kapısının pervazına yaslanıp, pervaza, kurşunkalemle boyumun uzunluğunu belirten çizikler atıyordu. nazan’la birlikte büyüyorduk. nazan’ın annesi emine yenge, bazen durduk yere bana bakıp ağlamaya başlıyordu. keşke nazan da benim gibi bahçelerde koşup oynasaydı, keşke büyüyünce benim gelinim olsaydı... oysa o yatağında öylece yatıyor, kimseleri görmüyor, duymuyor, yalnızca arasıra gelen perilere gülümseyip uzun uykulara dalıyordu... ben, gizlice yastığına yanağımı koyup baktığı yerleri gözetliyor, o’nun kimi zaman duvarda bazen tavanda ya da yerde görüp gülümsediği perileri bulmaya çalışıyordum. ama nazan ben gibi ağaçların cindoruğuna çıkıp dalından kiraz yiyemez, çaya girip balık kovalayamazdı, ben de perileri göremezdim... görebilseydim, bi çift lafım vardı o perilere... gidip padişahlarına söylesinlerdi. annesi hep ağlıyor, babası derdinden tenekeyle rakı içip bahçelerin gölgesine, ısırgan otlarının arasına devriliyordu. yeterdi artık. bıraksındı nazan’ı. hem, büyüyünce o benim gelinim olacaktı... bir keresinde tüm bunları kocaman bir kömür sobasına söyledim. nazan oraya bakıp gülüyordu, periler sobanın oralardı biryerde olmalıydılar...
söylediklerim peri padişahının yüreğini yumuşattı galiba. ertesi yıl nazan bir kaç insanı tanımaya başladı sanki. başucuna gidince onlara belli belirsiz gülümsüyordu. bunlardan birisi bendim. annesinden öğrendiğim gibi işaret parmağımı usulca burnuna dokundurup gülerek "fındık burunlu kız, fındık burunlu kız" diyordum... o koca yeşil gözlerini açıp öyle bir gülüyordu ki... artık iyiden iyiye inanıyordum, az kalmıştı, nazan kalkıcak, büyüycek, benim burnu fındık gelinim olacaktı...
ama bir yaz gecesi, bahçede, başucuna gittiğimde bana bakıp, önce yüzünü ekşitti, sonra katıla katıla ağlamaya başladı. ne yapacağımı bilemedim, öylece kalakaldım.
sıcak yaz gecesinde herkes bahçelerdeydi. köyün tepesindeki mağaradan kaynayan su, yollardaki arklardan kıvrıla kıvrıla usulca herkesin bahçesine geliyor, hanımlar akşam serinliğinde bostan sularken beyler çardaklarda külbastı yapıp, mağaranın buz gibi suyuyla buğulanan bardaklardan rakı içiyorlardı. annesi, akşamları ferahlasın diye nazan’ı da bahçelere getirip ordaki bir kerevete yatırıyordu. esasen ben akşamları nazan’a pek bulaşmaz, adamlar sofrasında oturup "laf dinlerdim". ama bu kez farklıydı. dayım eliyle bir ateşböceği yakalayıp, sigarasının jelatinine koyarak bana "çoban ampulü" yapıvermişti. elimde jelatin içinde yanıp sönen ateşböceği yle bir süre dolaştıktan sonra onu nazan’a göstermeye karar verdim. daha görür görmez ağlamaya başladı. bir bana bir elimdekine bakıp hıçkırıyor, gözlerini sımsıkı kapatıyordu. periler mi söyledi, ne oldu, nasıl akıl ettim bilmiyorum; jelatini gevşetip ateşböceğini gökyüzüne bıraktım. ağlaması bıçak gibi kesildi. bir süre gözleriyle ateşböceğini izledi, sonra bana baktı, "burnu fındık" dedim, güldü...
eylüldü, bağbozumu zamanı... "düğünlerde bu kadar çok ağlanılmaz ama" dedi teyzem... "bu nazan’ın düğünü işte..." burnu fındık peri padişahına gelin gitti.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?