bir nurullah genç şiiri. uzun ama sıkılmıyor insan. bir hikaye okurmuş gibi oluyor, sonunu bekliyor bünye, iyi olsun iyi olsun ne olur iyi olsun diyerek...
seni yaşamadan ölmeyeceğim, 
aşka özgü zakkum bahçelerinde 
gene acılarla kalıyorum ben. 
deniz ölesiye yakın ayaklarıma, 
ey ülkemin pusatsız kahramanları 
erzurum garında banklar üstünde 
sükut-u hayale uğrayan kalbim 
geceyi kavrayan parmaklarımla 
bu hasret bu hicran zelzelesinden 
beni kurtarmaya gücünüz yetmez ! 
çünkü mutsuzluğun mekteplerinde 
izdırap dersleri alıyorum ben. 
gittikçe yaklaşan bir afet gibi, intihar yanılgısıyla, 
yollar beni esarete çekiyor. 
sehrayın şarkıları söylüyorum içimden, 
şarkılar ki, hep aynı nakaratla bitiyor. 
sen, bir garip delisin, gözleri perdelisin 
erzurum garında banklar üstünde, 
susuzluktan ağlayan bir güvercin içime kanatlarını 
nağmelerin ateşinde parlayan kuşlar, 
bölük bölük hayatıma giriyor 
bütün çığlıkları ölüm 
dudaklarımda siyanür 
oysa bilmiyor ki bu yolculuktan, 
yollar tükense de dönmeyeceğim 
seni yaşamadan ölmeyeceğim. 
o çin harikası bakışlarını 
o pekin gozlerini , 
-gözlerin ki gece donmasıdır-
yoksul ve yabancı mısralarımı 
bedenimde çıban çıban ağrılar 
ben de bu ağrılardan zevk alıyorum 
ejder tepesinde bunalıyorum, 
bir yanda kum fırtınası, 
diğer yanda esrarengiz karakalem çalışması bir deniz 
rüzgarla, yağmurla ve yıldızlarla başlamak üzere buldu ayinimiz 
erzurum garında gece yarısı bankların üstüne şimşekler 
konar, 
bazen bir yıldırım gezinir saçlarımda, 
bazen bir melek saatler boyu yakama ölümsüz çiçekler 
takar, 
erzurum garında gece yarısı hıçkırıklar boğazıma 
tıkanır, 
nemrut ateşiyle sabaha kadar içimde binlerce 
ibrahim yanar. 
koltuğumda efsaneler kitabı, 
kaf dağından nergis devşiriyorum. 
başını dayamış omuzlarıma o eski, o yaşlı zümrüt-ü anka 
çin sarhoşu samanyolunda, 
denizi tartışan bakışlarını 
geçmişime asla gömmeyeceğim. 
seni yaşamadan ölmeyeceğim. 
perdeler kalkıp da sabah olunca 
aldırma arasın, öyle bulanık öyle masum baktığını. 
palandöken yine sisli aldırma 
ben hem sise hem çamura alıştım . 
senelerdir bu acıyla buluştum, 
mutluluk ne zaman çıksa karşıma yalnızlık bir zindan, 
çöker başıma...
daha dokunmadan kurudu irem, 
çöllere bir turlu yağamıyorum 
yeni bir koşunun başlangıcında 
biraz deprem sonrası 
biraz şehir hülyası 
bir kalp yangınından geriye kalan, 
siyah gözlerine beni de götür,
artık bu yerlere sığamıyorum...
pembe uçurtmalara yolladığından beri, 
sarardı tiryaki menekşelerim 
sonbaharın tozlu kafeslerinde 
sevgi turnaları yakalıyorum 
turnalar gidiyor, 
ben kalıyorum. 
avareyim, asudeyim, yorgunum 
bilmiyorum neden sana vurgunum. 
erzurum garında banklar üstünde 
uyku tutmuyor karanlıkları 
yitik düşlerimi kovalıyorum 
gölgeler gidiyor, 
ben kalıyorum. 
bin bir turlu kokuyorsa ya yıllar, 
siyah gözlerine beni de götür. 
baharın koynundan koparıp sana 
ipek bir mendile sardığım yüreğimle 
şehzade gülleri gönderiyorum, 
umutlar kalıyor, ben gidiyorum. 
bütün yelkenlileri deniz fenerlerini 
kaptanları sorgulayan 
yanından gecen küheylanların korku tufanına 
yakalandığı, 
siyah gözlerine beni de götür. 
gunes ulkesinden gelen yigitler, 
benzeri olmayan bir dunya kursun. 
cellat ayrılığın boynunu vursun, 
usul usul intizarı çürüten, 
bu hercai diken bu çılgın arzu 
sürüklüyor imkansız mustuların eşiğine gönül 
vadilerini 
bir ağaçtan düşen yapraklar gibi düşüyorum tanyerine 
ya topla yaralı kırlangıçları, 
ya da bu vefasız şarkıyı bitir! 
özgürlüğe giden tutsaklar gibi, 
siyah gozlerine beni de götür. 
bu kaçıncı bekleyiş trenlerin ardından, 
bin pare oldugum kaçıncı bozgun? 
bir gün bu esrarlı hikaye biter, 
erzurum garında banklar üstünde kalem bana kızgın 
kitaplar kızgın, hasret katar katar uzayıp gider...
içimde bir figan, düdük sesi 
her vagon esrarlı bir uzun hava 
göçmen kuşlar hala dönmedi geri 
kurumuş evlerin karanfilleri...
ey mona lisanın kıskandığı el 
sihrine bir defa dokunmak için 
hep aynı şarkıyı söyleyip durdum 
başımı umutsuz taşlara vurdum, 
vermedin bir siyah fotoğrafını 
ya da bir hatıra parmaklarından 
beni bir kaygısız neron mu sandın 
hangi düşmanımın sözüne kandın?
götür senin olsun bütün ihtişam , 
gece mahkumuna kalır mı akşam? 
erzurum garından ayrılıyorum... 
banklar mütereddit bakıyor ardım sıra. 
abdurrahman gazi yokuşlarında 
mecnunla, keremle buluşacağız 
bu çaresiz derdi konuşacağız...
yollar kıvrım kıvrım, çetin ve uzun 
dağlar melankoli, dereler hüzünlü, 
takvimleri görmek istemiyorum 
karanlığa dönmek istemiyorum... 
ey mona lisanın kıskandığı el, 
bu kar yığınları cehennemden mi, 
bu sokaklar mahşerden mi geliyor? 
gürcü kapı ihtirası bilmezdi. 
altın kalpli zambaklarin filizlendiği taş mağaralar, 
ilmek ilmek bileklerine geçirmezdi
nefret organlarını...
nerde dadaşın gür bıyıkları 
aziziye neden böyle derbeder 
solan renkler kimin kaldırımlarda? 
ya bu erzurum erzurum degil , 
ya ben başkasıyım bu erzurum da...
ey mona lisanın kıskandığı el 
belki de o eski sinemalarda hala bir cin filmi 
oynamaktadir 
çifte minareler mum ışığında sonsuzluğa geçit 
aramaktadır 
küskün çivileri yakutiyenin 
yine sessiz sessiz ağlamaktadır. 
issızlığa kurşun sıkan tabyalar 
başına karalar bağlamaktadır...
abdurrahman gazi yokuşlarında 
ne mecnun ve kerem, leyla ve aslı 
ne de cin filminden kalan görüntü 
alevli bir köpük sadece dünya 
erzurum garına banklar üzerine dönüyorum çıplak ayaklarımla 
yine kuşlar, yine rüzgar ve yağmur 
zavallı gözlerim kırmızı, mahmur 
unutuyor sevda resimlerini... 
ey mona lisanın kıskandığı el 
o eşsiz, ebedi sıladan mahrum etme 
şarkıları sana bırakıyorum... 
                    
                    
                    neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?
