üzerime mayonez döküldü. pantolonumun sağ üst bacağındaki mayonezi peçeteyle sıyırttırmaya çalışırken daha da bok ettim. masadakilere çaktırmadan, ani ve bir o kadar da usturuplu hareketlerle kafeteryanın hemen arka tarafındaki tuvalete doğru ilerledim. tuvalet kapısını açtım. hemen karşımda lavabolar ve onların üzerinde, gelenlerin kendilerine çeki düzen vermek için kullandıkları aynalar vardı. yaklaşık 5 saniye önce açtığım tuvalet kapısından - bir elim hala ardına kadar açık kapıyı tutuyordu - karşımdaki aynaya baktım. iki iyi giyimli adam az önce terk ettiğim masanın başına gelmiş, arkadaşlarıma bir şeyler soruyordu. geride iz bırakmış olmalıydım. adamlardan biri - ki bu sanırım daha önce elinden kurtulduklarımdan biriydi - sandalyemin hemen altına eğilip yeri dikkatle inceleyince, dökülen mayonezin sadece pantolonumla yetinmediğini anladım. masadaki iki arkadaşım, durumun ciddiyetinden bihaber olarak kendilerine sorulan soruları cevaplıyordu. adamlardan birinin kafasını tuvalete doğru çevirdiğini fark edip hemen kapıyı kapattım. beni görmüş olabilir miydi? görmediyse bile ne de olsa hiçbir şeyden haberi olmayan arkadaşlarım birkaç saniye içinde yerimi söyleyecekti. tuvaletin kapısı kilitlenmiyordu. hemen kabinlerden birine girip küçük tuvalet penceresinden dışarı attım kendimi. pencereden çıkmakta zorlanan sol bacağımı kurtarırken ayakkabım tuvaletin içine düştü. işimi zorlaştıracağı için diğerini de ben çıkartıp orada bıraktım. arkama bile bakmadan koştum. çok iyi bildiğim detroit sokaklarında beni yakalamalarının imkansız olduğunu düşündüm. ama yine de hemen bir hat bulup buradan kurtulmalıydım. aynı anda hem koşup hem de telefonla konuşamadığım için göl kenarındaki banklara oturup gemiyi aradım. telefon düşmedi. bir daha aradım, yine düşmedi. sanki bu anı daha önce yaşamıştım. yolunda gitmeyen bir şeyler olmalıydı. 9333 ü arayınca kontörümün bittiğini öğrendim. hafif bir mutluluk geldi. ne de olsa gemiyle alakalı bir problem yoktu ve bir şekilde onlara ulaşacaktım. ayak seslerini duyuyorum! hemen oturduğum yerden kalkıp şehrin güneyindeki telefon kulübelerine doğru koştum. çok vakit kaybetmiştim. trinity nin sözünü dinleyip faturalıya geçseydim şu anda kamaramda huzur içinde uyuyor olacaktım. bana yaklaşmalarına izin vermemek için bütün gücümle koştum. nihayet telefon kulübelerinin olduğu meydana geldiğimde artık adım atacak gücüm kalmamıştı. üstelik adamlardan birini - bu daha önce görmediğimdi - çok uzaktan da olsa görebiliyordum. derin bir nefes alıp son 100 metreyi 9.45 te koştum. kayıtlara geçmedi. son 100 ün 6. saniyesinde telefon kartım olmadığını hatırladım. 7. saniyede geri dönmenin çok riskli olduğunu düşündüm. 8. saniyede kart olmadan telefon kulübesine girmenin mantıksız olacağına karar verdim. 9. saniyede " acaba girmesem mi? " derken 10. saniyede içerideydim. kendi eksenim etrafında 540 derece dönüp hemen gerisin geri dışarı çıktım. çıkarken pelerinim kapıya sıkıştı. eğilip düzeltirken taytım yırtıldı. " madem superman im, neden uçmuyorum? " dedim ve uçtum. 15 saat süren yolculuğun ardından istanbul semalarına ulaştım. kadıköy ün üzerinden geçerken stadyumun etrafındaki kalabalık dikkatimi çekti. biraz alçalıp tabelaya baktım. fenerbahçe, norveç i 1-0 yenmişti. biraz daha alçalıp migros un önündeki taraftarların yanına indim. irice bir ergene yanaşıp golü kimin attığını sordum. " kuyt attı abi. " dedi. " eyvallah genç. " dedikten sonra cebine 100$ sıkıştırıp uçarak oradan uzaklaştım. barbaros taki gazete binasına geldiğimde susuzluktan ölüyordum. üstelik jet lag fena çarpmıştı. güvenlikteki arkadaştan yırtık taytım için özür diledim. " ne demek abi, al benim pantolonu giy. " dedi. çıkardı verdi sağolsun. o da benim taytı giydi. ibne gibi oldu. dayanamadım pantolonun belindeki silahi çekip vurdum göt lalesini. hemen oracıkta intihar süsü verdim. silah kendi silahı olduğundan gayet inandırıcı oldu. gazete binasına girip sebile ağzımı dayadım. buz gibi su iyi geldi. bir de doğruldum ki hemen arkamda bizim sayfa müdürü. hayır yani eskaza biraz daha eğilsem değdirecek puşt. ben içimden çok pis küfür ettim. o, dışından " manşeti hazırlamamışsın hala! neredeyse gece yarısı oldu! " dedi. ünlem işaretiyle biten iki cümleyi arka arkaya kullandığına göre yolunda gitmeyen bir şeyler olmalıydı. " hazırladım efendim. " dedim. " viking leri kuytuda kıstırdık! " diye manşet attım. çok tuttu. gazete 14 milyon sattı. bizim sayfa müdürünü görmeniz lazım; benimle bir samimi bir samimi... " clark cım, gel sana bir yemek ısmarlayayım. bu başarının karşılıksız kalacağını düşünmüyordun di mi? " dedi. burger king e götürdü beleşçi pezevenk. başta çok bozuldum; ama sonra takmadım kafaya. bir whoopper söyledim. o, çocuk mönüsü aldı. " oyuncağı almasam kaça olur? " dedi. kasiyer güldü. ben de güldüm. bizim siparişler çıkınca iştahla oturduk masaya. hamburgere mayonez sıkmadım. turşunun-domatesin dökülme riskini de göze almayıp tek seferde yuttum bütün hamburgeri. kesmedi. patatesle kolayı da götürdüm bana mısın demedi, bizim müdürün oyuncağını da yedim. karnım doyunca çok mutlu oldum. çok güzel bir şey, bence siz de olun.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?