cok guzel bir ozdemir asaf siiri:
her sarkinin goturdugu yer baska,
hepsi baska baska sinmis icime.
biri, buyukdereye goturuyor,
biri on alti yasimin kadikoyune.
kimse sevgimi bilmez sarkisi
eskiden aglatirdi beni;
simdi dusunduruyor.
dunya kacti gozume den..
şarkılar
kopi pesto;
dün, bugün, yarin
"when i was a little child ,
bir yokluktu ankara.
apres moi dull and wild
town ne oldu, que sera?
ithaf ve mukaddime
king soloman spearedi adının incilcesi
süleyman kargı dosttur türkçeye tercümesi
hamlet için horatio neyse öyleydi bana.
kıbrıs dolaylarından göçmüş anavatana.
yıkık bir sur üstüne büyük, cesur ve mağrur.
saplanmış bayrak gibi ankarada oturur.
selim işık tek ve türk. ve duygulu, amansız.
sabırsız ve olumsuz, yaşantıda cansız
sanılırdı; gerçekti, hayır gerçek değildi.
tutunamayanların tarihine eğildi.
kelime ve yalnızlık hayatın tadı tuzu
kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu.
birinci şarki
dokuz yüz otuz altı. tarih düşüldü. niçin?
doğumu önemlidir - yani kendisi için.
buruşuk yüzler, bezler arasında bir canlı
başpamağını emdi (yıkanmamış ve kanlı)
cahildi, ne bilsin libidonun adını
duymuştu belki belki aşkın kokusunu, tadını
sonradan uzun olan yumuk parmaklarında.
ilk resminde beyazdı kundağı gibi yüzü.
bir taşra konağında yaşadı ilk gündüzü.
büyükanne, osmanlı sabrıyla ağır ağır
sallıyor beşigini. dede bunak ve sağır.
gelin ürkek ve şaşkın, dede doksanı aşkın,
gözlerinde kalmamış hiçbiri aşkın.
ne zaman yemeğini yedigini bilmiyor.
gördügü karısı mı gelini mi bilmiyor.
asırlık ayakları, evde bir hastalıktı
geceleri dolaşan. dalgın karnı acıktı;
kalktı yer yatagından, iki ayaklı hüzün.
selimin beşigine uğradı, beyaz tülün
altında yatan teni okşadı. titrek elin
tuttuğu son canlıydı. sanki, " mutfağa gelin!"
diyen bir sese doğru yönelirken, bir ağrı
saplandı. ölü buldu onu sabah rüzgarı
ilk rüzgarın teriyle (bilincin eşiginde)
islanarak uyandı; kıvrandı beşiginde
kundagıyla büyük ve beyaz bir elma kurdu
esirlik türküsünü bütün eve duyurdu.
baba geniş yatakta döndü; yorganı kaptı;
anne, meme vermenin sancısıyla haraptı.
ilk ve son kocasının, " çocuga bak müzeyyen!"
mırıltısıyla kalktı kadın kokan yerinden.
corridos adasında permanlar arasında
elinde kendi gibi kuru bir barracinda
tutarak,i on ikinci derece bir denklemi
kaygısız çözmesiyle, ferrania sandolemi
indirerek tahtından kadın saltanatına
son veren panton hipyos ya da önce atına
sonra kadına tapan hun gibi numan ışık
(oysa ilk yıllarında anneme nasıl aşık).
uykulu gögüsleri-kim bilir ne kadar tazeydi.
iipek geceliginin içinde sert ve diri
(mektuplarında numan bey, aşkını eski türkçe
-evlenmeden elbette- anlatırmış anneme)
kayarken karanlıkta, dede bir taş yıgını
gibi, genç lohusanın acıttı ayağını.
acı bir çığlık kesti selimin nefesini
belki o anda duydu korkunun ilk sesini.
evin arka bahçesi otlar ve tahta perde.
anılar başladı mı? paslı bir kilim yerde,
koruyor dış dünyadan. ilk böcekler elinden
kayıp geçiyor. nine düşmüyor dilinden
belirsiz anlamlarla uyutan ninnileri
hu diyen dervişleri ürkünç ecinnileri.
dandini ve dasdana, kov bostancı danayı
yemesin lahanayı, yemesin lahanayı.
bir yaşında kızamık, iki yaşında sıtma,
yakaladı selimi. yavrum terleme koşma!
terli bir uyanıştan sonra tam üç yaşında
düştü yatağa baygın. ağlayarak başında
kuran okur annesi; bir açılsa gözlerin.
ne diyorsun allahım duyulmuyor sözlerin.
baba mırıldanıyor; selim işık, güzel şey!
ağlıyor gürültüyle; hey rahmetli numan bey!
kasabanın tek doktoru topal muvakkar.
muvakkarın tek gözü birazcık şehla bakar.
"topal doktor kalksana, lambaları yaksana,
selim elden gidiyor, çaresine baksana."
muvakkarın gözüvarmış derler annemde
babama severek varmış derler annem de.
o zaman kaç senesi; tıp bildiğiniz gibi.
bütün umut allahtan; hep bildiginiz gibi.
"zatürreé. geceyi atlatırsa ümit var.
kışın olsa giderdi." (dışarıda ıslak bahar).
birden gözünü açtı: karanlık pencereler,
yağmur izleri. selim, "atatürkü gördüm,"der.
taşrada yetişirken öğrendigi tek dildi
türkçe, cahil selimin. bu kadar diyebildi.
oysa bilseydi (canım) biraz da fransızca
"voila atatürk maman" derdi muhakkak orda.
az gelişmiş babanın az gelişmiş tek oğlu ,
şimdi hatırladımda gözlerim doldu.
donuk aydınlıgında idare lambasının,
üzerine eğilen gölgenin (babasının)
varlığından habersiz, soluk bir ateş gibi
küçüçük yatağında. bir aydınlık belirdi:
"işte güneş doğuyor. kurtuldu, yaşayacak!"
yamalı bir yıldızdı ilerde ışıyacak.
izin ver selim biraz, hegel, fichte diyelim,
felsefeyle ilişkin bir de ekmek yiyelim
böyle byurdu kargı, thus spoke king solomon
yerindedir bu yargı, evet haklı platon,
felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız.
demekle özetliyor: bu dünyada yalnızız.
özür dilerim senden bu sütunda açıkça,
çocukluk günlerimde kapılmıştım çocukça.
kelimenin anlamı: sevmek demek yunanca.
filo. sofyayı sevmek oluyor filosofya.
hatırlarsın pasajda lefterin meyhanesi,
servis yapar, şarkı söyler; biraz kısıktı sesi,
"o sofya mu, sofya mu. sensiz içmek olur mu?"
kır saçlı laternacı biraz mahsun dururdu,
in nino veritas. ders sofistlerden duzikos,
tarih felsefesinde, armoniko muzikos...
"gene sapıttın selim. seni kim durduracak?"
söylemiştim süleyman: ben başlamazsam ancak
durdurulabilirim. ayrıca fakir dilim
bağlı hece vezniyle, taş kesildi sağ elim.
hecenin çarmıhına çivilenmiş ellerim.
kafiye tanrısına kurban oldum. efendim?
"bir şarkının sonuna kadar sabredemedin."
bundan kaybediyorum, böyle olduğum için.
ne olur tutma artık beni hece vezniyle
allahın, senin ve tüm sevenlerin izniyle
çözülsün zincirlerim, tutulan kol çalışsın.
bir espri uğruna harcatmayın, alışsın
selim işık insana. söylesin şarkısını
kesintisiz, acemi. ey ölü ruh! kıyam et!
beğendin mi süleyman?"beğenmedim devam et."
ikinci şarki
orta asyadaki pembe elipsin içinden
çıkan kırmızı oklara binerek, bozkurtlar (kanatlı) çinden
nasıl uçmuşlarsa tancaya kadar,
ben de (altı yaşımda) dar
ve yüksek çamurluklu tenezzühle (ford t modeli) ankaraya ulaştım
sağ salim. yağmur çayevinin önünde dolaştım
uyuşan bacaklarımı oynatarak ankaranın toprağında.
taşhan,
bana dünyanın en büyük meydanı gibi geldi.
gözüne güneş gelmesin diye elini
siper eden mehmetçik heykeli ne güzeldi.
ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım atatürk
kabartmalı ve yüksek
bir mermerin üstüne çıkmış atıyla.
(böylece tanışmış oldum heykel sanatıyla.)
baba, oradaki kadın sırtında ne taşıyor?
"bomba." neden? "türk yurdu topyekun savaşıyor."
savaş cephede bitti (yirmi yıl önce).
oysa, bir türlü bitmez okul kitaplarından ince
sesimle okudugum
şiirlerde (zafer bayramı münasebetiyle)."oğlum,
bu ne şeker ne de kurban bayramı,"
derken babam haklıydı,
30 ağustos günü elini öperek ondan
para istedigim zaman.
(babama şiir okumayı bile düşünüyordum o sırada.)
babam şiir sevmezdi. evimize arada
gelen mimar cemil uluer yalnız şiir yazardı.
(babam bu adama nedense kızardı.)
"bir kere, mimar değil bu herif.."
diye başladı mı, hafif
üzülürdü annem. "canım numan bey
-bey derdi babama- bu kadar şey olma (şey derdi annem sık sık).
adamcagıza yazık."
mimar cemil şiir bina ederdi.
kışlık kömürü bizim evden giderdi.
müsteşar namık beyi ziyaretlerinde de arz-ı hürmetleriyle
ve kimin okdugu belli olmayan hikmetleriyle
dolu kitabını sunar; bir kat giyilmiş elbise alır (yazlık).
şair ve mimar olmaktan vazgeçtim(yazık).
sevmedim okulu önce,
öğretmenim tutmadı yerini annemin (bence.)
beni çingenelere vermek istemeseydi
babam, bir dev anası gibi
görünen öğretmenden kaçardım (ne iyi olurdu).
korkuyu
bahçedeki huysuz ve parlak kanatlı
horoz tanıttı bana.
bir de öğretmenim rana.
"kulağını çekerim. konuşma, terbiyesiz,
yakarım ağzınızı. çişim geldi derseniz.
kırarım notunuzu haylazlık ederseniz.
yarına satır satır ezberlensin dersiniz."
yorganı attım üzerimden o gece,
çıplak ayakla taşlara bastım o gece. kırk derece
ateşim çıksın diye bekliyordum. sakın
göndermesin babam beni okula yarın,
olur mu allahım. -allahım diye başlamışken
dua edeyim hemen:
babama, bana ve nineme
ve apartmandaki baha beye, karısına ve oğluna
ve mahalledekilere ve rahmetli dedem hüsrev kuluna
ve ankaradakilere ve türkiyedekilere
ve dünyadaki bütün iyilere
rahatlık ver.
onların içinde (varsa eğer)
hırsız, fena
ve kötülük etmek için insana
fırsat bekleyenlere
ve beni azarlayan kapıcımız kambere
ve beni bahçede korkutan horoza
ve ezberimi bilmezsem ceza
verecek öğretmene
rahatlık verme.
(ceza vermezse rahatlık ver.)
yeter
bu kadar. allah kızar sonra çok istersen.
yalnız unuttum; ne olur rahatlık versen
galatasaray oyuncularına. yarın
maçları var da; yenilmesinler sakın.
"bu çocuk ne olacak böyle. müzeyyen? yaramaz
olsaydı pısırık olacagına. hiç kimseyle konuşmaz
sınıfta. tek başına koşar durur bahçede. onu
eve kapatmak doğru mu?
çalışkan fakat korkak." annem üzüldü
fakat belli etmedi. öğretmenim çok güldü
çarpınça ağaca affedersiniz
dediğimi anlatırken. annem sözü kısa kesti: "dersiniz
başlayacak. vaktini aldım rana.
inşallah büyüyünce lazım oşur vatana."
olmadı kimseye lazım. aranmadı
aramayınca.
okul boyunca
ne futbol takımına alındı, ne sınıf mümessili olabildi.
nedense bir yönüyle -belki de her yönüyle- saf kalabildi.
yalnız bir korku kaldı kuşkuyla karışık;
sonunda kötü bir şey olur korkusuyla yaşadı selim işık
her olayı. eski bir yara izi içinde sızladı, her eğilişinde
insanlara. dünyaya bir daha gelişinde
çocuk ve korkusuz yaşamak ister sürekli.
büyümek, yalnız tutunanlara gerekli.
ikinci gelişinde çırıl çıplak dolaşacak
kelimenin bütün anlamıyla çırıl çıplak
hep birlikte (son sınıflar) toplandık arka bahçede.
"çıktık açık alınlayı söyledik bir agızdan
müzik sınavıydı bu (toptan).
herkes pekiyi aldı, imtihan iyi gitti
son günüydü okulun, müjde ilkokul bitti.
yaz sıcagında evde
canı sıkılmasın ve
(zararlı ilişkileri olmasın sokakta)
kış günü
eski hastalığının izlerini taşıyan göğsünü
üşütmesin düşüncesiyle
eve kapandığı zaman -yani okul dışındaki bütün saatlerde-
divanda otururdu
durmadan dergi okurdu.
(siz libidonun ölümü
filmini gördünüz mü?)
binbir roman, yavrutürk,
çocuk haftası. "büyük
adam olacak." misafirler saygıyla bakar yüzüme,
sevgili büyüklerim: işte size bir manzume
sabah erken kalkarım
ne yüzümü yıkarım
ne sokağa çıkarım.
kışın soba yakarım
yazın camdan bakarım
hayattan yok çıkarım.
öğlen olur yemek yerim
fırçalanmaz hiç dişlerim
acaba ne yapsam derim
kovboy filmine giderim
dönünce kızar pederim.
akşam olur güneş batar
babam hep anneme çatar
cici çocuk erkenden yatar
hayat sıkıcı ne kadar.
üçüncü şarki
siz de benim gibi,
günleri
sevgiyle isteyerek
değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, ankara güneşi sizin de
uyuşturmuşsa beyninizi. atanın izinde
gitmekten başka bir kavramı olmayan
cumhuriyet çocugu olarak yayan,
pis pis gezdinizse (o sıralarda adı opera meydanı olan)
hergele meydanında bu sarı ve tozlu alan
iğrendirmediyse sizi,
bir taşra çocugu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,
kaybettiniz (benim gibi)
oysa,
aynı hergele meydanında
gölgede on beş, güneşte yedi buçuga tıraş eden
berberleri görmeden
yalnız renkli yanını yaşadıysanız hayatın
ve hergele ve beygir olduğunu duymadıysanız atın
sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kağıdı satmadınızsa,
içinde aüt ve salebin olmadığı donduma kaymaktan tatmadınızsa
(aynı hergele meydanında)
kazandınız. (kimse yoktu -çirkinlikten başka- selimin yanında)
en bayağı ve en müstehcen
(fakat fiyatı ehven)
romanları kiralamak içingecesi beş kuruşa
samanpazarına çıkan yokuşa
değilde sağa sapın. etilerin at oynatmış oldugu ankarada
hamalların gittiği sümer sinemasıyla aynı sırada,
pardayan, pitigrilli ve fantoma
ve hayber kalesi ve tahir ile zühre bir arada
yığılmış bir tezgahın üzerine. geceleri okumayınız
orhan çakıroğlunun maceralarını.
selim işık, dünü bugünü yarını
işte bu ortam içinde öldürdü.
eksiklik duygusunun acısıyla güldürdü.
ucuz düşüncelerindeki ucuz düzen, ucuz romanların ucuz yaşantısı
ucuz huysuzlukların ucuz saplantısı
ucuz ucuz ucuz ucuzdu.
dalgın, sinirli, suskun huysuzdu.
altımızda kalabalık bir aile otururdu.
masasının üzerinde bir kuru kafa dururdu,
ortanca oğulları tıp talebesi saffetin
(sırıtan kabustu benim için.)
ne olur şu kuru kafayı kaldırınız
beni korkutmaya yok hakkınız
herkes doktor olamaz ki,
siz bana iyisi mi
nazımdan şiirler okuyun.
hani şu culus-u humayun
diye sözlerini pek anlamadığım
fakat mısralarının sesini sevdigim şiir,
bir de ölüme dair
sonra da lisztin ikinci macar kampanasını
ve puccininin tosca operasını
(canım, mandolinle çaldıgım arya)
çalarsınız gramafonda.
bir yumuşama gelir yüzüne
kafatası durur gene
(fakat bir tülbentle örtülü)
carusonun eski plakta hırıltılı sesi duyulur yalnız
sonra tıp talebesiyle kurşun asker oynarız.
cranium fibula radius
sacrum patella carpus
nasıl ezberlenir allahım
arapça dua eden insanın latince kemikleri?
saffet kulun anatomiden çaktı,
selim kulunla oynamayı bıraktı.
alt katta bir kiracı daha: ecmel karakaş
ve garı meşru karısı (yavaş
söyle duymasınlar). bana yüz vermiyor bahçede güzel kızı
(oysa bahçede geçirdim bütün yazı)
dut ağacına çıkıyor benden kaçarak,
"sen de arkasından çıksana ahmak!"
daha daha: pısırık, beceriksiz, korkak.
en üst katta, karrşımızda, airf beyin refikası
laima hanım ut çalardı (sarahaten acaba söylesem darılmaz mı?)
ister taşrada ister istanbulda olsun
ister burnunuza mangal dumanı dolsun
ister merdiven sahanlıklarınızda
kalorifer dairesinden gelen linyit kokusu,
hepsinden daha kuvvetli ve etkilidir dokusu
içinize işleyen alaturkanın. küçük yaşta içirilir yavaşça
derinin altına (çiçek aşısı gibi). arkadaşça
sokulur okşayarak,
sine-i suzanımı eder helak
pek tesiri duyulmasada gündüz
(çünkü o saatlerde ya kahvede vakit öldürürüz,
ya da paydos zilini bekleriz dairede)
saat beş oldu mu, bin altı yüz kırk sekiz metrede
ve bilmem kaç kilosıklda başladı mı yayına türkiye postaları,
yatağında zevkle inletir hastaları
hemen fasıl heyeti,
duyulur dört bucagında yurdun. akşam nöbeti
tutan sınrdaki erden,
iki kere mars oldu üstüste diye, terden
pantolonu iskemleye yapışan pişpirik ismaile kadar
herkesin cigerine mikroplu havayla birlikte dolar.
sırtı hafif kamburlaşmış ve dar göğüslü
tamburlardan yavaşça yayılır havaya, akşamüstü.
efendiyi ve uşagı birlikte mesteden
makamdan makama ve besteden
besteye geçerekten
"tek tek ataraktan bade süzerekten"
çıkmam allah etmesin meyhaneden
çıkmam korkusuyla alaturkasıyla beni kahreden
içki evinden, ölmeden önce.
bence
alyuvar, akyuvar, bir de alaturkadan mürekkeptir kanımız
dinlerken sıkılsada canımız,
nasıl birşeydir (acaba güzel midir?)
kim bilir.
benim kanıma giren başka bir sanat:
darülbedayide tuluat.
(taşırım bugüne izlerini.)
annem, ölü doğurduktan sonra ikizlerini,
bana gebe kaldıgının yedinci ayında,
tepebaşında, tiyaronun salaş sarayında
(darülbedayide) hazımın lüküs hayat oyunuda,
o kadar gülmüş, o kadar gülmüş ki, sonuda
korkmuş, birşey olacak diye karnındaki selim.
oysa selim, bildiginiz gibi, elim
olmak isterken gülünç oldu bu sayede
büyük bir inhiraf oldu gayede.
dördüncü şarki
baharın son günleri; kömürlükler arasında
çamaşır ipleriyle kesilen
üç ağaclı bahçemizin yanındaki papatyalı arsaya bitişik
sert kaldırımlı ve yokuşu dik
yolda, ayakkabılarımın burnunu
çarpmamaya çalışarak sekiyorum.(becermek mümkün değil bunu.)
bir satıcı eşeğinin küfeleriyle sığmadıgı dar
boğazı aşıyorum
ve servi ağaçlarıyal kasvet
ve daha birtakım ağır duygular veren
küçük meydana ulaşıyorum.
burada duvarı yıkık
bir mezarlık ve içinde bir türbe,
(yıllar sonra gördügüm karacaahmet mezarlık bankasının -tövbe de-
yanında küçük bir hesap sayılırdı.)
türbenin parmaklıklarına düğümlenmiş çaputları.
sudan çıkarılmış bir ölünün parmaklarına takılı
yosunlar gibi görürdüm. ve duvarın önündeki kara çalı,
bana ölümün taştanlığını anlatan bir hocaydı kara sakallı.
çarpık mezar taşları arasında,
ölülerin besledigi çimenlerin ortasında
türbedeki taş tabutlar kadar
kayıtsızsca uzanmış çocuklar.
(korkuları yaşları kadar)
oysa,
saffet ağabeylerdeki ortanca hizmetçi güldüm abla,
anlatırken ne biçimde gidilir cehenneme
ve bakarken namaz kılan anneme
bir eksiklik duyardım ölümün icaplarına dair
içimde. şair
ve mimar cemil uluer, buruşuk derisi ve dişsiz ağzıyla
gülsüm abla daher akşam vaazıyla
korkuturdı beni. hayattayken sağ elle burun silmenin
ve öldükten sonra kıyamette,
(cehennemde veya cennette)
her kılında bir mızıka bulunan deccalin eşeğini bilmenin
günah olduğunu öğremiştim.
zavallı selim, zavallı selim,:
kendi kendimi yerdim
ne yapmalı, ne yapmalı, diye
oysa küçük hizmetçileri hediye.
boş verip bütün cezalara,
hazreti yusufun kuyuya çektigi ezalara,
ademin buğday ağacından memnu meyveyi
yemesine -yoksa elma ağacı mıydı?-
kıyamet günü yanlışlıkla çevirince başını
mızıkalıı eşeğin sesine, nasıl yanılacagına, kaşını
fazla almanın da ayrıca günah olduğuna,
sağ ellle temizlenen bütün pisliklerin cehennemde
boğazına dolduğuna
yüzünü çok yıkayan kadının
bu nedenle alnının yazısını okuyan kadının
başına gelenlere
aldırmazdı. şu karşıki apartmandaki helenlere
kaçarak dudaklarını boyardı.
benimse çok daha ciddi niyetlerim vardı.
türbenin hemen yanında, gene dar bir sokakta,
kerpiç bir evde, fakir arkadaşım sabriyle, sıcakta,
ter ve yıkanmış kilim kokan odasında konuşuyoruz.
pencereden giren güneş sefaleti keskinleştiriyor.temmuz
ayının bitkinliği ve ölüm korkusu
kelimeleri ağırlaştırırken, terimi siliyorum
dinsel bir korkuyla. daha. eüzü minşşeytanıracimi bilmiyorum
başlamak için duaya. sabri bir din adamının yavaş
hareketlerini taklit ediyor. bende saygılı bir telaş,
namaz surelerini ezberlemekle geçiriyoruz
bizi ölüme yaklaştıran zamanı. yıl bin dokuz yüz kırk dokuz.
ankaranın bütün küçük kubbeli camilerini
ve kararmış kiremitli mescitlerini dolaştık.inna ateyni
kelkevser, fesalli lirabbike ... hüvel ebter.
körpe dizlerde derman biter
yatsı namazında, yanlış mırıldanılan kelimeler sırasında
palabıyıklı, sakallı ve yırtık çoraplı cemaat arasında
dini bütün iki türk çocuğu yatar kalkar.
sürekli (kendine amansız.) ilahiler, dualar...
allahım peşinde
yirmi bin fersah. temmuz güneşinde, ağustos güneşinde,
kirli şadırvanların çamurlu taşlarına
uzatırlar ayaklarını yalnız başlarına.
tozlu ayakları çamurlaştıran sular,
avuç içinden bileklere, dirseklere kayar.
hangi elimle yıkayacaktım hangi kulagımı?
ne tarafa dönecektim "selamlasana sağını!"
pabuçları çalarlar mı dersin sabri?
duydun mu gazetedeki haberi
pabuç hırsızlarına dair ?
"haydi selim, herkesle brlikte çevir
sola başını." neden sabri bu ilahiyi öğretmedi bana?
hiö olmazsa biraz dudaklarını oynatsana!
şol cennetin ırmakları akar allah deyu deyu.
öğle namazında güneş yakar allah deyu deyu.
geç katıldı bu kervana, allahım yakındır sana,
bir o yana bir bu yana, bakar allah deyu deyu.
burası allah yapısı, açılsın cennet kapısı,
bu imtihansa hepisi çakar allah deyu deyu.
bu kervanda herkes yaya, rastlanmaz beye, ağaya,
insan aklını duaya, takar allah deyu deyu.
dualar bağlı toprağa, düşünce saplı batağa,
gene camiden çıkar sokağa allah deyu deyu.
selim işık yaz dindarı, yetti ona bu kadarı
cemaat kışın ne yapar, bilmez artık o kadarı
hacı bayram camisinin çevresindeki küçük evlerden birinde.
yeni bir rüzgar esti (olumsuzluk rüzgarı). yokluk tanrısını emrinde.
yeni bir savaşa katıldı bütün kavgaların yedek neferi selim
(ben neyim, ne değilim?)
herkes mutlu ve sorumsuz
herkes olumlu, ben olumsuz.
yaşıtlarım artık uzun pantolon giymenin
bağımsızlıgını yaşarken
okulun paydos ziliyle hemen sokaga taşarken
yıkıcı fikirleriyle aklımın ince örgüsünü karıştıran
otuz üç yaşında benimle söz yarıştıran
nihat ağabeyin yanında işim neydi?
gene böyle yıldızlı ve ılık bir geceydi
kardeşim süleyman; "hiç, ama hiçbirşey yapmadık," derken
karşımda, bardak bardak koyu çay ve paket paket ucuz sigara içerken
çırpınıyordum: dumlupınar, sakarya
istanbulun fethi, kosova
birden başını kaldırıp gülümseyiverdi
kara bıyıklarının arasından ışıyan beyaz dişleri
bütün inançlarımı eritti.
anlıyorsun, bilinç, inanç, bugünün sözcükleri
o, şuur ve tahripten bahsederdi.
bunca türk büyüğünün -bir kitaba göre elli kadardı-
kazandığı bütün savaşları kaybettim orada,
(ahşap evin beyaz perdeli odasında)
ne mohaç, ne mercidabık, ne yeni, ne sabık
zaferlerimiz dayanamadı. yalnız kromda ve güreşte birinciydik artık.
eski kahramanlklardan başka
ileri sürecek neyimiz kalmıştı dokuz yüz kırk dokuzda.
selim işık yenilmişti, bitmişti.
neyse tam o sırada , marşal amca yetişti.
beşinci şarki
ttunanmayanların destanıdır bu şarkı
dostum süleyman kargı.
eller boşta kalıyor, tutnamıyorlar toprağa
anlatamıyorlar anlatılamayanı.
anlatmak gerek: düşman sarmış heryanı
oysa, mesela selim işık
anlatmadan anlaşılmaya aşık.
böyle adama
(darılma ama)
yaklaşmaz hiçbir güzellik,
doğduğu günden bu yana kalbinde bir delik,
almak için bütün sızıları içine.
her zaman utanmıştır başkalrı yerine.
elim varmıyor yazmaya, inmeyelim derine.
taş devri, sabri devri, nihat devri, tunç devri
aşık oldu -söyleyemez- utanç devri.
hep utandı hayatı boyunca,
(annesi yıkamak için soyunca)
sınıfta birinci olduğu gün, eve geç kaldım, diye üzüldü.
canı sıklıdı güldü, kalbi incindi güldü.
allahı ya da ona engel olan gizli kuvvetleri
hiçbir zaman kızdırmak istemedi.
küçük pazarlıklar yaptığı,
camide korkarak taptığı
zamanlarda sürdürdü bu uzlaşımcı varlığı.
annesinin yün fanilasına taktıgı nazarlığı
çıkaramadı yıllar boyunca. ilk defa domuz eti yerken
arkadaşlarını ısrarlarıyla geneleve giderken,
hep onunla (o kimdi?) bozmamaya çalıştı arayı,
iki gün oruç bile tuttu bir ramazan ayı.
(sapı silik ve tutuk bir tabancaydı.)
bir gün ölürse, ona vatan bir mezarlık yer verecek.
oturdu bir destan yazdı; kendini yerecek.
sazını ve cesaretini aldı eline (bütün cesareti,
daha kötü bir şeyler olması korkusundadır).
canını dişine takarak,
yazılmış eski destanlara bakarak,
sözü uzattı durdu.
işte şöyle buyurdu:
numanoğlu selim derler adımız
gürültüye geldi her feryadımız
nedense tamamdır itikadımız
dikilen her kumaş bol gelir bize
çocukken güneşin tadını bilmedik
büyüdük kadının tadını bilmedik
bizi anlayacak kadın bilmedik
sevgisiz bir hayat çöl gelir bize
bize öğretilen her söze kandık
yasaktır memnudur dendi, inandık
hep girilmez levhasına aldandık
bu tutulan, yanlış yol gelir bize
benim cefalı yarim kafamdır
divanda düşünmek bütün safamdır
mülkiyet benimçün büyük evhamdır
senin olanları nideyim gayrı
dostun vefalısı bütün isteğim
kız peşinde olan dostu nideyim
her an yaşamalıyım kendi gerçeğim
kendi içimdeki indeyim gayrı
dostlar dedi: bu can bizden değildir
düşman kırdı, oysa buzdan değildir
çare yok dünyadan gideyim gayrı
bana ilham getirdin
(hem de yaktın bitirdin)
ey! elesius dağlarından esen rüzgar
kıssamız burada biter
bu kadar."
(bkz: tutunamayanlar)
dün, bugün, yarin
"when i was a little child ,
bir yokluktu ankara.
apres moi dull and wild
town ne oldu, que sera?
ithaf ve mukaddime
king soloman spearedi adının incilcesi
süleyman kargı dosttur türkçeye tercümesi
hamlet için horatio neyse öyleydi bana.
kıbrıs dolaylarından göçmüş anavatana.
yıkık bir sur üstüne büyük, cesur ve mağrur.
saplanmış bayrak gibi ankarada oturur.
selim işık tek ve türk. ve duygulu, amansız.
sabırsız ve olumsuz, yaşantıda cansız
sanılırdı; gerçekti, hayır gerçek değildi.
tutunamayanların tarihine eğildi.
kelime ve yalnızlık hayatın tadı tuzu
kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu.
birinci şarki
dokuz yüz otuz altı. tarih düşüldü. niçin?
doğumu önemlidir - yani kendisi için.
buruşuk yüzler, bezler arasında bir canlı
başpamağını emdi (yıkanmamış ve kanlı)
cahildi, ne bilsin libidonun adını
duymuştu belki belki aşkın kokusunu, tadını
sonradan uzun olan yumuk parmaklarında.
ilk resminde beyazdı kundağı gibi yüzü.
bir taşra konağında yaşadı ilk gündüzü.
büyükanne, osmanlı sabrıyla ağır ağır
sallıyor beşigini. dede bunak ve sağır.
gelin ürkek ve şaşkın, dede doksanı aşkın,
gözlerinde kalmamış hiçbiri aşkın.
ne zaman yemeğini yedigini bilmiyor.
gördügü karısı mı gelini mi bilmiyor.
asırlık ayakları, evde bir hastalıktı
geceleri dolaşan. dalgın karnı acıktı;
kalktı yer yatagından, iki ayaklı hüzün.
selimin beşigine uğradı, beyaz tülün
altında yatan teni okşadı. titrek elin
tuttuğu son canlıydı. sanki, " mutfağa gelin!"
diyen bir sese doğru yönelirken, bir ağrı
saplandı. ölü buldu onu sabah rüzgarı
ilk rüzgarın teriyle (bilincin eşiginde)
islanarak uyandı; kıvrandı beşiginde
kundagıyla büyük ve beyaz bir elma kurdu
esirlik türküsünü bütün eve duyurdu.
baba geniş yatakta döndü; yorganı kaptı;
anne, meme vermenin sancısıyla haraptı.
ilk ve son kocasının, " çocuga bak müzeyyen!"
mırıltısıyla kalktı kadın kokan yerinden.
corridos adasında permanlar arasında
elinde kendi gibi kuru bir barracinda
tutarak,i on ikinci derece bir denklemi
kaygısız çözmesiyle, ferrania sandolemi
indirerek tahtından kadın saltanatına
son veren panton hipyos ya da önce atına
sonra kadına tapan hun gibi numan ışık
(oysa ilk yıllarında anneme nasıl aşık).
uykulu gögüsleri-kim bilir ne kadar tazeydi.
iipek geceliginin içinde sert ve diri
(mektuplarında numan bey, aşkını eski türkçe
-evlenmeden elbette- anlatırmış anneme)
kayarken karanlıkta, dede bir taş yıgını
gibi, genç lohusanın acıttı ayağını.
acı bir çığlık kesti selimin nefesini
belki o anda duydu korkunun ilk sesini.
evin arka bahçesi otlar ve tahta perde.
anılar başladı mı? paslı bir kilim yerde,
koruyor dış dünyadan. ilk böcekler elinden
kayıp geçiyor. nine düşmüyor dilinden
belirsiz anlamlarla uyutan ninnileri
hu diyen dervişleri ürkünç ecinnileri.
dandini ve dasdana, kov bostancı danayı
yemesin lahanayı, yemesin lahanayı.
bir yaşında kızamık, iki yaşında sıtma,
yakaladı selimi. yavrum terleme koşma!
terli bir uyanıştan sonra tam üç yaşında
düştü yatağa baygın. ağlayarak başında
kuran okur annesi; bir açılsa gözlerin.
ne diyorsun allahım duyulmuyor sözlerin.
baba mırıldanıyor; selim işık, güzel şey!
ağlıyor gürültüyle; hey rahmetli numan bey!
kasabanın tek doktoru topal muvakkar.
muvakkarın tek gözü birazcık şehla bakar.
"topal doktor kalksana, lambaları yaksana,
selim elden gidiyor, çaresine baksana."
muvakkarın gözüvarmış derler annemde
babama severek varmış derler annem de.
o zaman kaç senesi; tıp bildiğiniz gibi.
bütün umut allahtan; hep bildiginiz gibi.
"zatürreé. geceyi atlatırsa ümit var.
kışın olsa giderdi." (dışarıda ıslak bahar).
birden gözünü açtı: karanlık pencereler,
yağmur izleri. selim, "atatürkü gördüm,"der.
taşrada yetişirken öğrendigi tek dildi
türkçe, cahil selimin. bu kadar diyebildi.
oysa bilseydi (canım) biraz da fransızca
"voila atatürk maman" derdi muhakkak orda.
az gelişmiş babanın az gelişmiş tek oğlu ,
şimdi hatırladımda gözlerim doldu.
donuk aydınlıgında idare lambasının,
üzerine eğilen gölgenin (babasının)
varlığından habersiz, soluk bir ateş gibi
küçüçük yatağında. bir aydınlık belirdi:
"işte güneş doğuyor. kurtuldu, yaşayacak!"
yamalı bir yıldızdı ilerde ışıyacak.
izin ver selim biraz, hegel, fichte diyelim,
felsefeyle ilişkin bir de ekmek yiyelim
böyle byurdu kargı, thus spoke king solomon
yerindedir bu yargı, evet haklı platon,
felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız.
demekle özetliyor: bu dünyada yalnızız.
özür dilerim senden bu sütunda açıkça,
çocukluk günlerimde kapılmıştım çocukça.
kelimenin anlamı: sevmek demek yunanca.
filo. sofyayı sevmek oluyor filosofya.
hatırlarsın pasajda lefterin meyhanesi,
servis yapar, şarkı söyler; biraz kısıktı sesi,
"o sofya mu, sofya mu. sensiz içmek olur mu?"
kır saçlı laternacı biraz mahsun dururdu,
in nino veritas. ders sofistlerden duzikos,
tarih felsefesinde, armoniko muzikos...
"gene sapıttın selim. seni kim durduracak?"
söylemiştim süleyman: ben başlamazsam ancak
durdurulabilirim. ayrıca fakir dilim
bağlı hece vezniyle, taş kesildi sağ elim.
hecenin çarmıhına çivilenmiş ellerim.
kafiye tanrısına kurban oldum. efendim?
"bir şarkının sonuna kadar sabredemedin."
bundan kaybediyorum, böyle olduğum için.
ne olur tutma artık beni hece vezniyle
allahın, senin ve tüm sevenlerin izniyle
çözülsün zincirlerim, tutulan kol çalışsın.
bir espri uğruna harcatmayın, alışsın
selim işık insana. söylesin şarkısını
kesintisiz, acemi. ey ölü ruh! kıyam et!
beğendin mi süleyman?"beğenmedim devam et."
ikinci şarki
orta asyadaki pembe elipsin içinden
çıkan kırmızı oklara binerek, bozkurtlar (kanatlı) çinden
nasıl uçmuşlarsa tancaya kadar,
ben de (altı yaşımda) dar
ve yüksek çamurluklu tenezzühle (ford t modeli) ankaraya ulaştım
sağ salim. yağmur çayevinin önünde dolaştım
uyuşan bacaklarımı oynatarak ankaranın toprağında.
taşhan,
bana dünyanın en büyük meydanı gibi geldi.
gözüne güneş gelmesin diye elini
siper eden mehmetçik heykeli ne güzeldi.
ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım atatürk
kabartmalı ve yüksek
bir mermerin üstüne çıkmış atıyla.
(böylece tanışmış oldum heykel sanatıyla.)
baba, oradaki kadın sırtında ne taşıyor?
"bomba." neden? "türk yurdu topyekun savaşıyor."
savaş cephede bitti (yirmi yıl önce).
oysa, bir türlü bitmez okul kitaplarından ince
sesimle okudugum
şiirlerde (zafer bayramı münasebetiyle)."oğlum,
bu ne şeker ne de kurban bayramı,"
derken babam haklıydı,
30 ağustos günü elini öperek ondan
para istedigim zaman.
(babama şiir okumayı bile düşünüyordum o sırada.)
babam şiir sevmezdi. evimize arada
gelen mimar cemil uluer yalnız şiir yazardı.
(babam bu adama nedense kızardı.)
"bir kere, mimar değil bu herif.."
diye başladı mı, hafif
üzülürdü annem. "canım numan bey
-bey derdi babama- bu kadar şey olma (şey derdi annem sık sık).
adamcagıza yazık."
mimar cemil şiir bina ederdi.
kışlık kömürü bizim evden giderdi.
müsteşar namık beyi ziyaretlerinde de arz-ı hürmetleriyle
ve kimin okdugu belli olmayan hikmetleriyle
dolu kitabını sunar; bir kat giyilmiş elbise alır (yazlık).
şair ve mimar olmaktan vazgeçtim(yazık).
sevmedim okulu önce,
öğretmenim tutmadı yerini annemin (bence.)
beni çingenelere vermek istemeseydi
babam, bir dev anası gibi
görünen öğretmenden kaçardım (ne iyi olurdu).
korkuyu
bahçedeki huysuz ve parlak kanatlı
horoz tanıttı bana.
bir de öğretmenim rana.
"kulağını çekerim. konuşma, terbiyesiz,
yakarım ağzınızı. çişim geldi derseniz.
kırarım notunuzu haylazlık ederseniz.
yarına satır satır ezberlensin dersiniz."
yorganı attım üzerimden o gece,
çıplak ayakla taşlara bastım o gece. kırk derece
ateşim çıksın diye bekliyordum. sakın
göndermesin babam beni okula yarın,
olur mu allahım. -allahım diye başlamışken
dua edeyim hemen:
babama, bana ve nineme
ve apartmandaki baha beye, karısına ve oğluna
ve mahalledekilere ve rahmetli dedem hüsrev kuluna
ve ankaradakilere ve türkiyedekilere
ve dünyadaki bütün iyilere
rahatlık ver.
onların içinde (varsa eğer)
hırsız, fena
ve kötülük etmek için insana
fırsat bekleyenlere
ve beni azarlayan kapıcımız kambere
ve beni bahçede korkutan horoza
ve ezberimi bilmezsem ceza
verecek öğretmene
rahatlık verme.
(ceza vermezse rahatlık ver.)
yeter
bu kadar. allah kızar sonra çok istersen.
yalnız unuttum; ne olur rahatlık versen
galatasaray oyuncularına. yarın
maçları var da; yenilmesinler sakın.
"bu çocuk ne olacak böyle. müzeyyen? yaramaz
olsaydı pısırık olacagına. hiç kimseyle konuşmaz
sınıfta. tek başına koşar durur bahçede. onu
eve kapatmak doğru mu?
çalışkan fakat korkak." annem üzüldü
fakat belli etmedi. öğretmenim çok güldü
çarpınça ağaca affedersiniz
dediğimi anlatırken. annem sözü kısa kesti: "dersiniz
başlayacak. vaktini aldım rana.
inşallah büyüyünce lazım oşur vatana."
olmadı kimseye lazım. aranmadı
aramayınca.
okul boyunca
ne futbol takımına alındı, ne sınıf mümessili olabildi.
nedense bir yönüyle -belki de her yönüyle- saf kalabildi.
yalnız bir korku kaldı kuşkuyla karışık;
sonunda kötü bir şey olur korkusuyla yaşadı selim işık
her olayı. eski bir yara izi içinde sızladı, her eğilişinde
insanlara. dünyaya bir daha gelişinde
çocuk ve korkusuz yaşamak ister sürekli.
büyümek, yalnız tutunanlara gerekli.
ikinci gelişinde çırıl çıplak dolaşacak
kelimenin bütün anlamıyla çırıl çıplak
hep birlikte (son sınıflar) toplandık arka bahçede.
"çıktık açık alınlayı söyledik bir agızdan
müzik sınavıydı bu (toptan).
herkes pekiyi aldı, imtihan iyi gitti
son günüydü okulun, müjde ilkokul bitti.
yaz sıcagında evde
canı sıkılmasın ve
(zararlı ilişkileri olmasın sokakta)
kış günü
eski hastalığının izlerini taşıyan göğsünü
üşütmesin düşüncesiyle
eve kapandığı zaman -yani okul dışındaki bütün saatlerde-
divanda otururdu
durmadan dergi okurdu.
(siz libidonun ölümü
filmini gördünüz mü?)
binbir roman, yavrutürk,
çocuk haftası. "büyük
adam olacak." misafirler saygıyla bakar yüzüme,
sevgili büyüklerim: işte size bir manzume
sabah erken kalkarım
ne yüzümü yıkarım
ne sokağa çıkarım.
kışın soba yakarım
yazın camdan bakarım
hayattan yok çıkarım.
öğlen olur yemek yerim
fırçalanmaz hiç dişlerim
acaba ne yapsam derim
kovboy filmine giderim
dönünce kızar pederim.
akşam olur güneş batar
babam hep anneme çatar
cici çocuk erkenden yatar
hayat sıkıcı ne kadar.
üçüncü şarki
siz de benim gibi,
günleri
sevgiyle isteyerek
değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, ankara güneşi sizin de
uyuşturmuşsa beyninizi. atanın izinde
gitmekten başka bir kavramı olmayan
cumhuriyet çocugu olarak yayan,
pis pis gezdinizse (o sıralarda adı opera meydanı olan)
hergele meydanında bu sarı ve tozlu alan
iğrendirmediyse sizi,
bir taşra çocugu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,
kaybettiniz (benim gibi)
oysa,
aynı hergele meydanında
gölgede on beş, güneşte yedi buçuga tıraş eden
berberleri görmeden
yalnız renkli yanını yaşadıysanız hayatın
ve hergele ve beygir olduğunu duymadıysanız atın
sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kağıdı satmadınızsa,
içinde aüt ve salebin olmadığı donduma kaymaktan tatmadınızsa
(aynı hergele meydanında)
kazandınız. (kimse yoktu -çirkinlikten başka- selimin yanında)
en bayağı ve en müstehcen
(fakat fiyatı ehven)
romanları kiralamak içingecesi beş kuruşa
samanpazarına çıkan yokuşa
değilde sağa sapın. etilerin at oynatmış oldugu ankarada
hamalların gittiği sümer sinemasıyla aynı sırada,
pardayan, pitigrilli ve fantoma
ve hayber kalesi ve tahir ile zühre bir arada
yığılmış bir tezgahın üzerine. geceleri okumayınız
orhan çakıroğlunun maceralarını.
selim işık, dünü bugünü yarını
işte bu ortam içinde öldürdü.
eksiklik duygusunun acısıyla güldürdü.
ucuz düşüncelerindeki ucuz düzen, ucuz romanların ucuz yaşantısı
ucuz huysuzlukların ucuz saplantısı
ucuz ucuz ucuz ucuzdu.
dalgın, sinirli, suskun huysuzdu.
altımızda kalabalık bir aile otururdu.
masasının üzerinde bir kuru kafa dururdu,
ortanca oğulları tıp talebesi saffetin
(sırıtan kabustu benim için.)
ne olur şu kuru kafayı kaldırınız
beni korkutmaya yok hakkınız
herkes doktor olamaz ki,
siz bana iyisi mi
nazımdan şiirler okuyun.
hani şu culus-u humayun
diye sözlerini pek anlamadığım
fakat mısralarının sesini sevdigim şiir,
bir de ölüme dair
sonra da lisztin ikinci macar kampanasını
ve puccininin tosca operasını
(canım, mandolinle çaldıgım arya)
çalarsınız gramafonda.
bir yumuşama gelir yüzüne
kafatası durur gene
(fakat bir tülbentle örtülü)
carusonun eski plakta hırıltılı sesi duyulur yalnız
sonra tıp talebesiyle kurşun asker oynarız.
cranium fibula radius
sacrum patella carpus
nasıl ezberlenir allahım
arapça dua eden insanın latince kemikleri?
saffet kulun anatomiden çaktı,
selim kulunla oynamayı bıraktı.
alt katta bir kiracı daha: ecmel karakaş
ve garı meşru karısı (yavaş
söyle duymasınlar). bana yüz vermiyor bahçede güzel kızı
(oysa bahçede geçirdim bütün yazı)
dut ağacına çıkıyor benden kaçarak,
"sen de arkasından çıksana ahmak!"
daha daha: pısırık, beceriksiz, korkak.
en üst katta, karrşımızda, airf beyin refikası
laima hanım ut çalardı (sarahaten acaba söylesem darılmaz mı?)
ister taşrada ister istanbulda olsun
ister burnunuza mangal dumanı dolsun
ister merdiven sahanlıklarınızda
kalorifer dairesinden gelen linyit kokusu,
hepsinden daha kuvvetli ve etkilidir dokusu
içinize işleyen alaturkanın. küçük yaşta içirilir yavaşça
derinin altına (çiçek aşısı gibi). arkadaşça
sokulur okşayarak,
sine-i suzanımı eder helak
pek tesiri duyulmasada gündüz
(çünkü o saatlerde ya kahvede vakit öldürürüz,
ya da paydos zilini bekleriz dairede)
saat beş oldu mu, bin altı yüz kırk sekiz metrede
ve bilmem kaç kilosıklda başladı mı yayına türkiye postaları,
yatağında zevkle inletir hastaları
hemen fasıl heyeti,
duyulur dört bucagında yurdun. akşam nöbeti
tutan sınrdaki erden,
iki kere mars oldu üstüste diye, terden
pantolonu iskemleye yapışan pişpirik ismaile kadar
herkesin cigerine mikroplu havayla birlikte dolar.
sırtı hafif kamburlaşmış ve dar göğüslü
tamburlardan yavaşça yayılır havaya, akşamüstü.
efendiyi ve uşagı birlikte mesteden
makamdan makama ve besteden
besteye geçerekten
"tek tek ataraktan bade süzerekten"
çıkmam allah etmesin meyhaneden
çıkmam korkusuyla alaturkasıyla beni kahreden
içki evinden, ölmeden önce.
bence
alyuvar, akyuvar, bir de alaturkadan mürekkeptir kanımız
dinlerken sıkılsada canımız,
nasıl birşeydir (acaba güzel midir?)
kim bilir.
benim kanıma giren başka bir sanat:
darülbedayide tuluat.
(taşırım bugüne izlerini.)
annem, ölü doğurduktan sonra ikizlerini,
bana gebe kaldıgının yedinci ayında,
tepebaşında, tiyaronun salaş sarayında
(darülbedayide) hazımın lüküs hayat oyunuda,
o kadar gülmüş, o kadar gülmüş ki, sonuda
korkmuş, birşey olacak diye karnındaki selim.
oysa selim, bildiginiz gibi, elim
olmak isterken gülünç oldu bu sayede
büyük bir inhiraf oldu gayede.
dördüncü şarki
baharın son günleri; kömürlükler arasında
çamaşır ipleriyle kesilen
üç ağaclı bahçemizin yanındaki papatyalı arsaya bitişik
sert kaldırımlı ve yokuşu dik
yolda, ayakkabılarımın burnunu
çarpmamaya çalışarak sekiyorum.(becermek mümkün değil bunu.)
bir satıcı eşeğinin küfeleriyle sığmadıgı dar
boğazı aşıyorum
ve servi ağaçlarıyal kasvet
ve daha birtakım ağır duygular veren
küçük meydana ulaşıyorum.
burada duvarı yıkık
bir mezarlık ve içinde bir türbe,
(yıllar sonra gördügüm karacaahmet mezarlık bankasının -tövbe de-
yanında küçük bir hesap sayılırdı.)
türbenin parmaklıklarına düğümlenmiş çaputları.
sudan çıkarılmış bir ölünün parmaklarına takılı
yosunlar gibi görürdüm. ve duvarın önündeki kara çalı,
bana ölümün taştanlığını anlatan bir hocaydı kara sakallı.
çarpık mezar taşları arasında,
ölülerin besledigi çimenlerin ortasında
türbedeki taş tabutlar kadar
kayıtsızsca uzanmış çocuklar.
(korkuları yaşları kadar)
oysa,
saffet ağabeylerdeki ortanca hizmetçi güldüm abla,
anlatırken ne biçimde gidilir cehenneme
ve bakarken namaz kılan anneme
bir eksiklik duyardım ölümün icaplarına dair
içimde. şair
ve mimar cemil uluer, buruşuk derisi ve dişsiz ağzıyla
gülsüm abla daher akşam vaazıyla
korkuturdı beni. hayattayken sağ elle burun silmenin
ve öldükten sonra kıyamette,
(cehennemde veya cennette)
her kılında bir mızıka bulunan deccalin eşeğini bilmenin
günah olduğunu öğremiştim.
zavallı selim, zavallı selim,:
kendi kendimi yerdim
ne yapmalı, ne yapmalı, diye
oysa küçük hizmetçileri hediye.
boş verip bütün cezalara,
hazreti yusufun kuyuya çektigi ezalara,
ademin buğday ağacından memnu meyveyi
yemesine -yoksa elma ağacı mıydı?-
kıyamet günü yanlışlıkla çevirince başını
mızıkalıı eşeğin sesine, nasıl yanılacagına, kaşını
fazla almanın da ayrıca günah olduğuna,
sağ ellle temizlenen bütün pisliklerin cehennemde
boğazına dolduğuna
yüzünü çok yıkayan kadının
bu nedenle alnının yazısını okuyan kadının
başına gelenlere
aldırmazdı. şu karşıki apartmandaki helenlere
kaçarak dudaklarını boyardı.
benimse çok daha ciddi niyetlerim vardı.
türbenin hemen yanında, gene dar bir sokakta,
kerpiç bir evde, fakir arkadaşım sabriyle, sıcakta,
ter ve yıkanmış kilim kokan odasında konuşuyoruz.
pencereden giren güneş sefaleti keskinleştiriyor.temmuz
ayının bitkinliği ve ölüm korkusu
kelimeleri ağırlaştırırken, terimi siliyorum
dinsel bir korkuyla. daha. eüzü minşşeytanıracimi bilmiyorum
başlamak için duaya. sabri bir din adamının yavaş
hareketlerini taklit ediyor. bende saygılı bir telaş,
namaz surelerini ezberlemekle geçiriyoruz
bizi ölüme yaklaştıran zamanı. yıl bin dokuz yüz kırk dokuz.
ankaranın bütün küçük kubbeli camilerini
ve kararmış kiremitli mescitlerini dolaştık.inna ateyni
kelkevser, fesalli lirabbike ... hüvel ebter.
körpe dizlerde derman biter
yatsı namazında, yanlış mırıldanılan kelimeler sırasında
palabıyıklı, sakallı ve yırtık çoraplı cemaat arasında
dini bütün iki türk çocuğu yatar kalkar.
sürekli (kendine amansız.) ilahiler, dualar...
allahım peşinde
yirmi bin fersah. temmuz güneşinde, ağustos güneşinde,
kirli şadırvanların çamurlu taşlarına
uzatırlar ayaklarını yalnız başlarına.
tozlu ayakları çamurlaştıran sular,
avuç içinden bileklere, dirseklere kayar.
hangi elimle yıkayacaktım hangi kulagımı?
ne tarafa dönecektim "selamlasana sağını!"
pabuçları çalarlar mı dersin sabri?
duydun mu gazetedeki haberi
pabuç hırsızlarına dair ?
"haydi selim, herkesle brlikte çevir
sola başını." neden sabri bu ilahiyi öğretmedi bana?
hiö olmazsa biraz dudaklarını oynatsana!
şol cennetin ırmakları akar allah deyu deyu.
öğle namazında güneş yakar allah deyu deyu.
geç katıldı bu kervana, allahım yakındır sana,
bir o yana bir bu yana, bakar allah deyu deyu.
burası allah yapısı, açılsın cennet kapısı,
bu imtihansa hepisi çakar allah deyu deyu.
bu kervanda herkes yaya, rastlanmaz beye, ağaya,
insan aklını duaya, takar allah deyu deyu.
dualar bağlı toprağa, düşünce saplı batağa,
gene camiden çıkar sokağa allah deyu deyu.
selim işık yaz dindarı, yetti ona bu kadarı
cemaat kışın ne yapar, bilmez artık o kadarı
hacı bayram camisinin çevresindeki küçük evlerden birinde.
yeni bir rüzgar esti (olumsuzluk rüzgarı). yokluk tanrısını emrinde.
yeni bir savaşa katıldı bütün kavgaların yedek neferi selim
(ben neyim, ne değilim?)
herkes mutlu ve sorumsuz
herkes olumlu, ben olumsuz.
yaşıtlarım artık uzun pantolon giymenin
bağımsızlıgını yaşarken
okulun paydos ziliyle hemen sokaga taşarken
yıkıcı fikirleriyle aklımın ince örgüsünü karıştıran
otuz üç yaşında benimle söz yarıştıran
nihat ağabeyin yanında işim neydi?
gene böyle yıldızlı ve ılık bir geceydi
kardeşim süleyman; "hiç, ama hiçbirşey yapmadık," derken
karşımda, bardak bardak koyu çay ve paket paket ucuz sigara içerken
çırpınıyordum: dumlupınar, sakarya
istanbulun fethi, kosova
birden başını kaldırıp gülümseyiverdi
kara bıyıklarının arasından ışıyan beyaz dişleri
bütün inançlarımı eritti.
anlıyorsun, bilinç, inanç, bugünün sözcükleri
o, şuur ve tahripten bahsederdi.
bunca türk büyüğünün -bir kitaba göre elli kadardı-
kazandığı bütün savaşları kaybettim orada,
(ahşap evin beyaz perdeli odasında)
ne mohaç, ne mercidabık, ne yeni, ne sabık
zaferlerimiz dayanamadı. yalnız kromda ve güreşte birinciydik artık.
eski kahramanlklardan başka
ileri sürecek neyimiz kalmıştı dokuz yüz kırk dokuzda.
selim işık yenilmişti, bitmişti.
neyse tam o sırada , marşal amca yetişti.
beşinci şarki
ttunanmayanların destanıdır bu şarkı
dostum süleyman kargı.
eller boşta kalıyor, tutnamıyorlar toprağa
anlatamıyorlar anlatılamayanı.
anlatmak gerek: düşman sarmış heryanı
oysa, mesela selim işık
anlatmadan anlaşılmaya aşık.
böyle adama
(darılma ama)
yaklaşmaz hiçbir güzellik,
doğduğu günden bu yana kalbinde bir delik,
almak için bütün sızıları içine.
her zaman utanmıştır başkalrı yerine.
elim varmıyor yazmaya, inmeyelim derine.
taş devri, sabri devri, nihat devri, tunç devri
aşık oldu -söyleyemez- utanç devri.
hep utandı hayatı boyunca,
(annesi yıkamak için soyunca)
sınıfta birinci olduğu gün, eve geç kaldım, diye üzüldü.
canı sıklıdı güldü, kalbi incindi güldü.
allahı ya da ona engel olan gizli kuvvetleri
hiçbir zaman kızdırmak istemedi.
küçük pazarlıklar yaptığı,
camide korkarak taptığı
zamanlarda sürdürdü bu uzlaşımcı varlığı.
annesinin yün fanilasına taktıgı nazarlığı
çıkaramadı yıllar boyunca. ilk defa domuz eti yerken
arkadaşlarını ısrarlarıyla geneleve giderken,
hep onunla (o kimdi?) bozmamaya çalıştı arayı,
iki gün oruç bile tuttu bir ramazan ayı.
(sapı silik ve tutuk bir tabancaydı.)
bir gün ölürse, ona vatan bir mezarlık yer verecek.
oturdu bir destan yazdı; kendini yerecek.
sazını ve cesaretini aldı eline (bütün cesareti,
daha kötü bir şeyler olması korkusundadır).
canını dişine takarak,
yazılmış eski destanlara bakarak,
sözü uzattı durdu.
işte şöyle buyurdu:
numanoğlu selim derler adımız
gürültüye geldi her feryadımız
nedense tamamdır itikadımız
dikilen her kumaş bol gelir bize
çocukken güneşin tadını bilmedik
büyüdük kadının tadını bilmedik
bizi anlayacak kadın bilmedik
sevgisiz bir hayat çöl gelir bize
bize öğretilen her söze kandık
yasaktır memnudur dendi, inandık
hep girilmez levhasına aldandık
bu tutulan, yanlış yol gelir bize
benim cefalı yarim kafamdır
divanda düşünmek bütün safamdır
mülkiyet benimçün büyük evhamdır
senin olanları nideyim gayrı
dostun vefalısı bütün isteğim
kız peşinde olan dostu nideyim
her an yaşamalıyım kendi gerçeğim
kendi içimdeki indeyim gayrı
dostlar dedi: bu can bizden değildir
düşman kırdı, oysa buzdan değildir
çare yok dünyadan gideyim gayrı
bana ilham getirdin
(hem de yaktın bitirdin)
ey! elesius dağlarından esen rüzgar
kıssamız burada biter
bu kadar."
(bkz: tutunamayanlar)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?